Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
GÖRÜŞ Yusuf Hacısüleyman Turizm Uzmanı yhacisuleyman@yahoo.com 12 DÜZCE PUNTA CANA Naranya, pina, mango, papaya, cocos (hindistan cevizi) meyveleri… Ve o muhteşem, tatil çağrıştıran, cocos ağaçları. Hani bazen televizyonlarda gösterirler veya posterlerde görürsünüz, o ince gövdesi, kumun içinde yükselerek denize doğru hafif eğilmiş ağaçları, insana “ah keşke şimdi orada olsam” dedirten, tepesinde bir kaç yaprak, yaprakların gövdeyle birleştiği yerde ise hindistan cevizleri top top duran… İşte o ağaçlar burada, burası beyaza kaçan rengiyle, alabildiğine bir kumsala sahip Dominik Cumhuriyeti, Kristof Colomb’un Atlantik Okyanusu’nda ilk ayak bastığı karaparçası olan topraklar, tabi ki yanlışlıkla, çünkü Hint Okyanusu’na doğru yola çıkmıştı ama 15 Aralık 1492’de kader onu buraya, burada yaşayan Taino Kızılderili kabilesinin kaderini de ona teslim etmişti. 13 yıl içinde tam bir milyon Taino Kızılderilisi hayatını, geri kalanlar ise yüzlerce yıllık kültürlerini kaybetmişlerdi... Şimdilerde yüzde 98’i Katolik olmuş, adeta Kızılderili atasözünü doğrular gibi: “Beyaz adam topraklarımıza, elinde bir kitapla geldi, kitap bizim, topraklar ise onun oldu.” Türkiye’den bu güzel adaya doğrudan uçuş yok, bu nedenle başka bir Avrupa ülkesinden uçuyoruz. Punta Cana Havalimanı, adanın doğusunda. Rutubetli bir hava karşılıyor bizi, İngiltere’den ve Avusturya’dan üç uçak var havaalanında, yani bize gelenler demek ki buralara da geliyorlar. Pasaport kuyruğuna girecekken bizi karşılıyor iki güzel kız, rengarenk geleneksel kıyafetleri ve saçlarına takılmış çiçeklerle. İnsan hoş bir duyguya kapılıyor, karşılanmak ve bekleniyor olmak. Biraz ilerleyince durum değişiyor, yanlarımızda ipli bariyerler ile zorunlu bir sıra oluşturuluyor, iki kız kolumuza giriyor, ailece fotoğraf çektiriyoruz. Fotoğrafı çeken de güzel bir kız, her seferinde flaş patlıyor, hop, bir kare daha. Fotoğrafı çekilen pasaport kontrolüne, “sıradaki gelsin” der gibi. Neden bize hiçbir zaman vermeyecekleri fotoğrafımızı çekiyorlar diye düşününce birden jeton düşüyor, içimden inşallah bu fotoğrafımıza birgün birinin bakması gerekmez diye düşünerek, yine de mutlu bir şekilde adaya adımımızı atmış oluyoruz. 11 saatlik bir uçuştan sonra karşılaşılan bu muhteşem doğa, bütün yorgunluğunu unutturuyor insana, özellikle Punta Cana bölgesinde tropikal iklimin yarattığı muhteşem flora ile başka bir dünyada hissediyorsunuz kendinizi. Turizmde amaç da bu değil mi, farklı bir yerde olmak, farklı hissetmek, etrafındaki çemberin dışına çıkmak? Şubat ayının başında hava 2830 derece, deniz suyu 25 derece… Ama ya insanların sıcaklığı? Otelde “Spaghetti” yanımıza yaklaşıyor, kahvemizi içerken, kısa bir “Ola”dan sonra (İspanyolca merhaba anlamında) merak ediyor, nerelisiniz diyor, yanıtını kendisi bulmaya çalışarak. “Doğu Avrupalılar’a benzemiyorsunuz, batıdakilere de benzemiyorsunuz, nasıl desem ki siz sanki bize benziyorsunuz.” Doğru söylüyordu, “Spaghetti”, biz onlara benziyorduk, o siyah biz ise beyaz bir tene sahiptik ama misafirperverlik ve sıcakkanlılık bu gereksiz ayrıntıyı ortadan kaldırmış ve ortak noktamızda bizi birleştirmişti. Gerçek adı Leonarda idi, saçları kıvırcık olduğu için ona “Spaghetti” adını takmışlar. Türk olduğumuzu söyledik, Leonardo’ya, şöyle bir düşündü, başını kaşıdı… Anladık ki kafasında bizi bir yerlere oturtamadı… Olsun, biz birbirimize benziyorduk. Haftaya “Saona Adası”nda buluşmak üzere… keşfetmenize yarayacaktır. Yol boyu içinde derin vadilerde, dağların kolyeleri gibi dizilen büyük kayalar ve hemen her çeşit ağaç dokusu bin bir renk armonisi içinde sizi göğe yükseltecektir. Orman Bakanlığı’nca “tabiat anıtı” ilan edilen Samandere Şelalesi size yüzünü ve görkemini hemen göstermez. Aracınızı park edip giriş kapısından orman içinde aşağıya doğru inerken, şelalenin sesi sizi hemen kendisine çekecektir. Bu inişin hemen karşısında yer alan köprülü görüntü altındaki süzülme ilk aldatmanın zevkli görüntüsüdür. Zemine döşenen taşları takip ederek ilk şelaleyi göreceksiniz. Bu görüntünün ve su sesinin gücünü henüz tadamadan çelik merdivenler sizi ikici şelaleye yönlendirdiğinde, suyun gücünü hissedecek ve oluşan çiğden ıslanan saçlarınızla duygularınızı paylaşmak için bağırarak konuşmak zorunda kalacaksınız. Şelalenin hemen 100 metre ilerisinde Resul’ün veya derenin solundan giderek geçtiğiniz köprünün karşısında Zekai’nin pansiyonunda gece konaklayarak akşam yemeğinde yiyeceğiniz alabalık lezzetini, sabah dere içinde yapacağınız zengin yöresel kahvaltı ile sürdürerek, doğanın içinde var olmanın güzelliğini yaşayacaksınız. Bu sizi Ankara ve İstanbul’un hemen ortasında yer alan Düzce’den 23 kilometre sonraki gizemli yaşama taşıyacaktır. Yaşamda yeni keşiflere doğru yeni mutluluklar için Düzce en kısa yol…