Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
8 KÜBA KÜBA 9 GEZEKALIN Mustafa Balbay ankcum@cumhuriyet.com.tr TUNA TUNA Yazı aramızda, ben Tuna’yı en çok Budapeşte ve Belgrad’da severim. Viyana’da biraz severim... Buda ve Peşte kentlerini ortadan ikiye çoğaltan Tuna, bunun övüncünü yaşar. Buda tepelerinden Tuna’ya baktığımda ilk bunu hissetmiştim. Tepeden ırmak kıyısına gelince de Tuna kulağınıza şunu fısıldar: “Buda güzel şehir de... Bu da bir şey mi? Gel sen bir Tuna turu yap da ırmak ve ırmak çevresi manzarası neymiş, o zaman gör... Buda sevgini biraz buda, bir an önce yola çık!” Çaresiz, bir gününüzü Tuna turuna ayırırsınız... Belgrad’ın da Buda’dan kalır yanı yoktur. Tuna ve Sava ırmakları tam Belgrad kalesinin eteklerinde birleşir. Kaleyi kuranlar da yerini çok iyi seçmişler. Kaleden iki ırmağın buluşmasını izlemenin tadına doyum olmaz. Hani yavaş çekimle iki sevgili usul usul birbirine yaklaşır da sarmaş dolaş olup yuvarlanır ya... İşte Tuna ile Sava da öylesine bir keyifle buluşup sarıla sarıla yollarına devam ederler... Bugün durağımız Viyana... Geçen hafta, Viyana’nın Osmanlı izlerini taşıyan Türkenschanzpark’a gitmiştik. Bu hafta Viyana’nın yarım saatlik yolculukla ulaşılan çevre tepelerinden Tuna’ya bakalım... Aylardan eylül sonu, yapraklar yeşilden sarıya çalıp, “sayeş” rengine bürünmüşler. Önümüzdeki eteklerde üzüm bağları, sol altımızda Tuna valsleri... Viyana’nın içinden, uzanmış bir selvi gibi geçen Tuna, Viyana çıkışı o kendine has kıvrımlarla yoluna devam ediyor. Yer yer ortasında adacıklar var. Üzeri yeşil kaplı adalarla süslenmiş TunaViyana’ya bakınca mırıldanmadan edemiyorsunuz: “Vıyy ana... Bu nasıl Viyana?.. Bu güzelliğe yürek mi dayana?..” İşte böyledir Tuna, insana vals de yaptırır uyak da! Tuna’nın Viyana içlerinden geçişine ve çıkıp yola devam edişine bir başka gözle bakınca şunları düşündüm: “Bizim de güzel ırmaklarımız var... Bunlar kentlerin içinden geçerken kıyısına ya duvar örülür ya da kimi özel kişilerce kapatılır. Oysa koca Tuna, herkesin malı olmuş... Kıyısı da ırmağın bir parçası gibi görülmüş...” Hani bir değerin her şeyinden yararlanmayı anlatmak için; hem etinden hem sütünden hem derisinden hem tüyünden derler ya... Tuna da öyle... Bir göz atımlık mesafede, küçük bir ırmak üzeri elektrik üretim sistemi görüyorsunuz... Hemen ötesinde Tuna yandan açılan bir kanalla çoğaltılmış... Ortadaki adacığın kıyıları gezi gemileriyle dolu... Şu anda göremiyorum ama, az sonra eminim yük gemileri ince uzun gidişleriyle boy gösterecek... Koskoca Tuna Sığmaz bu sütuna... Gezekalın... Devrim ülkesinde adil yaşam Yazı ve fotoğraflar Asuman Abacıoğlu ujer es Revolucion yani “Kadın DevM rimdir” sloganını bayrak yapan bir ülkede, hayal kırıklığına uğramak mümkün olabilir mi? Küba’daki ilk günlerimizi Havana’da geçirdik. Hafta sonuna denk gelen ilk iki günde muhteşem güzelliğine karşın, bakımsız ve boyaları dökülmüş sömürge dönemi binalarının yarattığı eskilik ve yoksulluk hissi önyargıların beslenmesine yol açtı. Amerika kıtasının sömürge döneminden kalma şehirlerinin en güzeli olarak nitelendirilen Havana’da kentin en eski bölgesi şehrin en görülmeye değer yeri olarak kabul ediliyor. Ernest Hemingway’in kaldığı otelin de yer aldığı Barlar Sokağı, Katedral Meydanı, Arman Meydanı en ünlü turistik merkezleri. Barok tarzı katedralin yer aldığı meydanda yerel kıyafetleriyle fotoğraf çektirme karşılığında bir pezo isteyen Kübalılar, turizmin nimetlerinden yararlanmayı öğrenmişler. Turizm sektörü Küba’nın en önemli gelir getiren sektörüne dönüşmüş. Otellerin büyük bölümünü devletin işlettiği ülkede, uluslararası otel zincirlerine bağlı otellerin yabancılar tarafından işletilmesine izin veriliyor. Çalışanların kilit noktalar haricinde hemen hepsini Kübalılar oluşturuyor. sokaklarda. İnsanlar, Avrupa ülkelerindeki telaşlı ve hızla akan yaşam tarzına inat insanlıklarının ayrımına vararak yaşıyorlar burada. Bu yüzden çocuklar gibi oyalanacak, merakla durup gözlerinize bakacak zamanı buluyorlar. Açık hava müzesi Bir sonraki durağımız Trinidad, Unesco’nun Havana’dan sonra Dünya Kültür Mirası listesine eklediği ikinci Küba kenti. Aslında tam bir turistik kasaba görünümünde. Dolambaçlı sokakları arnavutkaldırımı döşeli. Şekerkamışı plantasyonu sahiplerinin görkemli yaşantılarına tanık oluyoruz. Zenginliğin sembolü olan evleri artık müzeye dönüştürülmüş. Trinidad’ta her biri sanat eseri kıvamındaki sokaklarda adım başı galeriye rastlanıyor. Sokaklarda Fidel Castro’nun resmine ya da heykeline rastlanmıyor. Ancak Che her yerde. Kübalılar büyük sokak panoları ile devrime olan inançlarını vurguluyorlar. Küba’da özellikle Havana’da dolaşırken yollarda sürücülerin yayalara saygı göstermesi ve yol vermesi bizi şaşırtıyor. Trafik yoğun değil. Zaten sokakta da gerilim hissetmiyorsunuz. İnsanlar arasındaki ilişkilerin akıcılığı dışarıdan bile gözlenebiliyor. Kitaplarda söz edilen Kübalıların sabrı, hoşgörüsü ve anlayışlılığı bu olsa gerek. Ekonomik sıkıntılara karşın insanların şiddete yönelmemeleri belki de bu sıkıntıları eşit paylaşmalarından kaynaklanıyor. Küba’da sağlık ve eğitim ücretsiz. Temel gıda maddeleri oldukça düşük fiyatlarla satılıyor. Konutlar ise devlete ait ve kira ödenmiyor. Kübalı rehberimizin sözleriyle “İnsanlar aç ve açık değil. Ancak lüks tüketim maddelerine de sahip değiller.” Nihayet Küba Hafta sonu bitmeden Havana’dan ayrılıp adını bir devrim kahramanından alan Cienfuegos’a ulaşıyoruz. Haftanın ilk iş gününde bambaşka bir Küba’ya uyanıyoruz. Trafiğe kapalı uzun caddesinde capcanlı insan kalabalığı Küba’nın gerçek yüzünü gösteriyor. İşe giden düzgün giyim li insanlar dolduruyor sokakları. Bazıları meraklı ama mesafeli bakışlar atıyorlar grubumuza. Bazılarıysa onlardan birileriymişiz gibi doğal bir içtenlikle kabulleniyorlar varlığımızı. Sevinçle karışıyoruz aralarına. Mini eteklerinin altına siyah file çorap giyen beyaz önlüklü hemşirelere şaşırıyoruz. Bu kez kimse para istemiyor sadece gülümsüyorlar anlayışla. Sokaklarda herkes en az bizim kadar telaşsız ve aheste. Kadınlar Küba toplumunda dikkat çekecek derecede ön plandalar. “Küba’nın gerçek sahibi biziz” edasıyla yürüyorlar; öylesine gururlu ve güvenli. Küba’da kadın ları en az devrimleri kadar çok seviyorlar ve sayıyorlar. Müzik ve dans Kübalıların ayrılmaz bir parçası. İki veya dört kişilik gruplar, sokakta, köşe başlarında, otelde, restoranda veya Kübalıların oturup bira ve mojitos içtikleri açık hava çay bahçelerinde, en umulmadık zamanlarda bile karşınıza çıkıyorlar. En çok çaldıkları şarkı Guantanamera ve Che için söylenen “Hasta Siempre Commandante” yani sonsuza dek kalbimdesin kumandan”. Birkaç parçadan sonra şapkalar dolaştırılmaya başlıyor ve bahşiş bekliyorlar. Ancak müzik eşliğinde kalkıp da dans ederseniz sizin bah şiş isteme hakkınız doğuyor bu kez ve şapkalarını uzatan müzisyenlere bunu söylediğinizde ceplerinden çıkarıp bir pezo bahşiş uzatıyorlar size. Emeğe saygı büyük! Cienfuegos’un bazı sokakları tarihi bir filmin platosu gibi yapaylık duygusu uyandırıyor insanda. Tek katlı yan yana sıralanmış kutu gibi evler gerçek olamayacak kadar sade ve basitler. Sanki zaman daha yavaş akıyor bu ülkede. Hayat eski bir filmin karelerine sıkışmış gibi. 50’li yılların tekrar tekrar onarılarak kullanılan Amerikan arabaları, eskiliklerine karşın, insanı hayrete düşürürcesine sürüklenerek ilerliyor