Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Sinema ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? Frank Miller’in yönettiği filmde Jaime King, Gabriel Macht, Scarlett Johansson ile Eva Mendes rol alıyor. Will Eisner’in ‘The Spirit’ adlı çizgi romanından beyazperdeye uyarlanan ve Sincity, 300, Elektra’nın yazarı & Sincity üçlemesinin yönetmeni Miller’ın yönettiği filmde Spirit isimli maskeli ve etrafı güzel kadınlarla dolu bir varlıktır. Spirit, Central City’yi korumak için polis ile beraber, şehirdeki suçlular ve The Octopus ile mücadeleye girişir. ? The Spirit Basmakalıp bir yol öyküsü “İki Çizgi”, basmakalıp bir yol öyküsüyle etkisini yitiren, mutsuz çiftler, sahte ilişkiler ve yabancılaşma üzerine vasat bir seyirlik. “Donmuş Irmak” (Frozen River) ise insan kaçakçılığı gibi gerçek bir hikayeden demlenen ve iki kadının çocukları aşkına ALPER yaptıkları fedakarlıkla büyüleyen son TURGUT derece sarsıcı bir dram. alperturgut.blogcu.com İki Çizgi, aynı zamanda filmin senaryosunu da kaleme alan (yapımcılığı ve kurguyu da üstlenmiş) genç yönetmen Selim Evci‘nin ilk uzun metraj denemesi... Başrollerde ödüllü “Türev” filmi ile pek meşhur “Elveda Rumeli” dizisinden hatırladığımız Gülçin Santırcıoğlu ve oyunculuğa yeni marhaba diyen Kaan Keskin var. Kent insanıyla yabancılaşma gerçeğini harmanlayıp mutsuz ilişkiler üzerinden servis eden nice film hatırlarız. Böylesi bir durumda; bildik bir öyküyle şaşırtan bir esere imza atmak hiçte kolay değildir. Tüm duygularımızı kucaklamak, yaratıcı dehanın ışığıyla aydınlanan ve dolayısıyla makine gibi işleyen tek yürek olmuş bir ekibin harcıdır. Hadi başyapıtı geçtik, yeni, özgün ve etkileyici fikirlerle süslü ve dahası sağlam kotarılmış filmlere de elbette lafımız yok. Ancak ve ancak klişelerden medet uman, senaryosu kötü, diyalogları anlamsız ve finali tekdüze bir filmi beğenmeme hakkımız da uygun görürseniz saklı kalsın. Şimdi gelelim oyunculuklara... Şüphesiz ki çok yetenekli bir aktris olan Gülçin Santırcıoğlu fazla sırıtmamış ama toy bir aktörün yani Kaan Keskin’in yanlış bir seçim olduğu kanaatindeyim. Sonuçta, İki Çizgi arasındaki boşluğu tam manasıyla anlatamayan, eksik ve gedik bu film, yer yer usta işi manevralarına da tanıklık ettiğimiz Selim Evci’nin ilk girişimi hatırına izlenebilir. YÜZLEŞMEK Selin, hayattan ne beklediğini bilmeyen mutsuz bir iş kadınıdır. Selin’in kendisinden yaşça küçük fotoğrafçı sevgili Mert ise mütamadiyen onu boşlamakta ve karşı apartmanda oturan güzeller güzeli lezbiyen çifti dikizlemektedir. Tatsız, tuzsuz ve bencil bu ilişki, yabancılaşma melanetinin gölgesinde gün geçtikçe solmaktadır. Ve birlikte yaşamak tarafları yakınlaştıracağına giderek uzaklaştırmaktadır. Aslında röntgenci Mert, kendisini adamakıllı heyecanlandıran bir fantezi dünyasının kapısını aralamıştır, garibim Selin ise genç erkeğini karanlık odada çalışır bellerken iyiden iyiye yalnızlaştığının farkında bile değildir. Yaz tatili için yola çıkan çift, kent taşra istikametinde yüzleşmek ve ilişkilerini sorgulamak zorunda kalırlar. Sonra bir otel odasında, bir kez olsun iletişimsizlikten vazgeçerler, biri hayat kadını karakterini yüklenir, diğeri de benzincide çalışan bir pompacıya dönüşür. Hayali karakterler, gerçeğin yakıcılığında ne kadar uzun ömürlü olabilir? Kopmak, düzeltmek ve akışına bırakmak. Hangi seçenekte ısrar edeceklerine, biz değil onlar karar verecek. ANA GİBİ YAR OLMAZ İlk kez Antalya Film Festivali ve Filmekimi’nde seyirciyle buluşan iki Oscar adayı Donmuş Irmak, vizyon öncesinde yarın gece düzenlenecek 41. SİYAD Türk Sineması Ödülleri töreninde gösterilecek. Donmuş Irmak’ı Courtney Hunt yazdı ve yönetti. Filmin başrollerini, mükemmel oynayan Melissa Leo ile Misty Upham, Michael O’Keefe, Mark Boone Junior ve Charlie McDermott üstlendi. Adeta dökülen bir karavanda iki oğluyla birlikte yaşama tutunmaya çabalayan Ray Eddy, ayyaş kocasının paralarını çalıp sırra kadem basmasının ardından müstakil bir ev adına gözünü iyice karartır. Ray ile kabilesi tarafından terkedilmiş ve bebeğine ailesi tarafından el konulmuş bir Mohawk kadını olan Lila‘nın kaderleri kesişince, ABD ve Kanada’yı birbirinden ayıran donmuş nehirde (St. Lawrence) yaşanacak tehlikeli bir macera kaçınılmaz olur. Gri bir gökyüzü altında evlatları için insan kaçakçılığına başlayan iki kadın, donmuş ırmağın üstünde araba kullanarak tehlikeye davetiye çıkarmaktadırlar. Buz inceldikçe riski artan iş ve haliyle çok para, zorunlu ortaklığı dostluğa çeviren iki kadını hedef haline getirir. Artık bedel ödemek ve fedakarlık zamanıdır. Şans mı yazgı mı? Mumbai’nin (Bombay) gecekondu mahallesinde yaşayan, bir çağrı merkezinde de çaycı olarak çalışan 18 yaşındaki Cemal Malik’in (Dev Patel) Kim Milyoner Olmak İster? ASLI yarışmasında büyük ödül 20 rupi kazanmasına tek SELÇUK milyon bir adım kalmıştır. Şovun arasında eğitimsiz bir kenar mahalle çocuğunun tüm soruları ancak hile yaparak kazanabileceğini düşünen sunucu Prem Kumar (Anil Kapoor) Cemal’i sorgulaması için polise ihbar eder. Cemal Malik’in milyoner yarışmasını hile yaparak mı, şansından mı, bir bilgi dehası olmasından ya da yazgısından ötürü mü kazandığını anlamaya çalışan, polisler arasında daha dürüst sayılabilecek polis dedektifince (İrfan Khan) sorgulanması sırasında yoksul delikanlının yaşamı bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçmeye başlar. Annesi (Raima Sen), ağabeysi Salim (Azharuddin Muhammed İsmail) ile dünyanın en büyük gettosu, iki milyon insanın yaşadığı Dharavi’de oturan Cemal’in (Ayush Mahesh Khedekar) ilk anısı mahallelerine gelen Bollywood yıldızı Amitabh Bachchan’dan imza alabilmek için arkadaşının onu kilitlediği genel tuvaletten bok çukuruna atlayıp dışkıya bulanmış haliyle ünlü starın imzasını almasıyla canlanır. Ardından annesi, HinduMüslüman çatışması arasında kalarak öldürülür. Hem yetim olan üstelik öksüzde kalan Cemal’le Salim boş bir eve sığınırlar, o gece onlara öksüz bir kız çocuğu olan Latika da (Rubina Ali) katılır. Çocuk dilenci çetesi işleten Maman’ın (Ankur Vikal) eline geçen üç çocuk burada vahşetin, sömürünün tam içine düşmüşlerdir. Slumdog Millionaire’in (Milyoner/2008) yapısını geriye dönüşlerle kuran yönetmen Danny Boyle, filmi boyunca izleyiciye Hindistan’ın yaralarını, şiddeti, adaletsizliği, işkenceyi, yeraltı dünyasını, ağır çocuk sömürüsünü, çocuk dilencileri, derin yoksulluğu, yozlaşmayı, fanatizmi, din çatışmalarını gösteriyor. Tüm bu olumsuzlukları sanki yaşamın doğal bir parçasıymış gibi aktaran Boyle, bunların yanı sıra kentleşmeyi, aşkı, sevgiyi, tutkuyu, umudu, yazgıyı, başka bir yaşama geçişi de başarıyla çiziyor. yeğlemiş. Yarışma programıyla Cemal’in çocukluk anılarını iç içe geçiren sinemacı, dram, komedi, aksiyon, gerilim, aşk türlerini karıştırmış. Asker babasının Hiroşima’ya atom bombası atıldığında Hindistan’da bulunduğunu, Milyoner’den önce hiç bu ülkeye gitmediğini belirten Shallow Grave (Mezarını Derin Kaz/1995), Trainspotting (1996), The Beach (Kumsal/2000), 28 Days Later (28 Gün Sonra/2002), Sunshine (Gün Işığı/2007) filmlerinin başarılı yaratıcısı Danny Boyle Hindistan’dan çok etkilendiğini vurguluyor: “1960’larda çocukken İngiliz televizyonunda seyrettiğim filmlerde Hintliler aşağılanırdı, gülünç düşürülürdü. Oysa o coğrafya öylesine engin ve büyük ki kendinizi orada küçük, anlamsız duyumsuyorsunuz. Orada bir film yönetmeni ya da berber olarak rolünüzü, yerinizi öğreniyorsunuz. Varlıkların bu büyük şeması içinde ancak kabul görüyorsunuz. Bulunduğunuz yere saygı duymayı, saygı göstermeyi öğreniyor, hiçbir şeyi değiştirmeye, denetlemeye çalışmıyorsunuz. Bu da yazgıya duyulan derin inançtan kaynaklanıyor. Oysa Batı’da yazgıya pek inanılmaz. Sıkı çalışmayla, istekle herşeyi, yazgımızı bile değiştirebileceğimizi düşünürüz.” HİNTLİLERİN AMERİKAN DÜŞÜ Çekimden önce beş ay Hindistan’da kalan yönetmen en çok çocuk oyuncuların bulunmasında zorlanmış. Tüm dünyada Cemal, Salim ve Latika’nın 7, 13 ve 18 yaşlarını canlandıracak Hintli oyuncular arayıp durmuş. İngilizce konuşan çocuk oyuncuların korunaklı ortamlardan geldiğini görünce de üç karakterin 7 ve 13 yaşlarını sokak çocuklarına oynatarak filmin ilk bölümünü Hintçe ikinci bölümünü de İngilizce çekmiş. Hintli aktörleri için çalışma metodunu değiştiren, kamerayı nereye koyacağını önceden saptamayan, oyuncularının doğal yorumlarını izleme kararı veren Boyle bu uygulamadan hoşnut kalmış. Renk cümbüşü görüntülerden uzak duran, bir anlamda estetik dışına çıkmayı yeğleyen sinemacı, öyküyü Batılı’nın değil bir Doğulu’nun, bir yerel kahramanın gözünden anlatmayı amaçladığını belirtiyor: “Bu öykü Hintlilerin bir tür Amerikan rüyası gibi. Yoksul, eğitimsiz bir mahalle delikanlısı aniden milyoner oluveriyor.” Delikanlı Cemal’i (Dev Patel) kızının izlediği Skins dizisinden bulan Boyle, İrfan Khan, Anil Kapoor, Mahesh Manjrekar gibi Bollywood oyuncularıyla çalışmaktan çok hoşnut. Salim’in 18 yaşını Madhur Mittal, Latika’nın gençkızlığını ise model olan Freida Pinto oynuyorlar. Dört Altın Küre, 10 Bafta kazanan, on dalda Oscar adaylığı olan Milyoner 27 Şubat’ta gösterime girecek. Hindistan’ın canlılığını, yoğun çeşitliliğini, diasporasını, çelişkilerini yansıtan sosyal dram, 21. yüzyılda geçen bir Charles Dickens öyküsüyle romantik bir peri masalını andırıyor. TUNÇAY KULOĞLU MARTİNA PRİESNER Doğrusu sözcüğün olumlu anlamında kullanamayacağımız “ilginçlikte” bir Berlinale’yi geride bıraktık. Cannes ve Venedik gibi, rakiplerine oranla daha politik addedilen Uluslararası Berlin Film Festivali’nin yarışmalı bölümüne, bu yıl, gerçekten de çaresizlik ve şaşkınlık hakimdi. Dikkatli baktığımızda görebildik: Dünyaca ünlü yönetmenlerin büyük bir hayal kırıklığı yaratan filmleri ya da siyasiymiş gibi görünmek isteyen yüksek bütçeli ticari filmlerdeki samimiyetsizlik, Berlinale’de çok ciddi yaralar açtı. Böyle giderse bu yara daha da büyür. Bunu Berlinale Berlinale 2009’dan kalacak olan duygu Bir kırılma noktası? 2009’un daha dumanı tüterken söylemek durumundayız. Ama aslında, “politik” kimliğine sahip çıkma uğruna içler acısı yapımları yarışmaya sokan festival yöneticisi Dieter Kosslick’in, festivalin bir kırılma noktasında olduğunu görmemesi mümkün değil. Çünkü zaten, dünya çapında belli “kriterlere” göre belirlenmiş birinci sınıf 13 festivalin de birer kimlik yaratmada zorluk çektikleri bilinmeyen bir şey değil. Birinci ligde oynayan Berlinale ise son yıllara kadar, “politik” kimliğini, gösterilen filmlerin radikalliği, üslup ve içeriğiyle kanıtlamış gibi görünüyordu. Diğer yandan festival son yıllarda harcıalem bir yöne doğru da kaymaya başlamıştı. “Gurme Sineması” adı altında, ne idüğü belirsiz filmlerin “çokkültürlü mutfaklar” uğruna özel bir bölümde toplanması ve hatta bunun, bu yıl yarışma bölümüne dünyaca ünlü bir aşçının alınmasıyla resmen teyit edilmesi, festivalin farklı noktalara doğru kaydığının göstergesiydi. 2001’den bu yana festivali yöneten Dieter Kosslick’in Alman sinemasına özel bir önem verdiği bilinen bir gerçek. Nitekim bu, programa da yansıyor. Gerçekten de Kosslick’in, dünya çapındaki yıldızları Berlin’e getirme konusundaki ikna yeteneği su götürmez. Ancak derinliği olmayan bir takım girişimlerin, festivalin kalitesini de düşürdüğü biliniyor. Başka türlü de bakılabilir. Beklenmedik gelişmeler, hep bu festivalin artı hanesine yazılıyordu. Örnek mi? Fatih Akın’ın 2004 yılında yarışmaya son anda kabul edilmesi ve ardından jüri başkanı ünlü oyuncu Frances Mc Dormand’ın müdahalesiyle Altın Ayı’yı kazanması, hem büyük bir sürpriz hem de festival yönetiminin basiretsizliğine bir işaretti. Dünya sinemasındaki gelişmeler, birinci sınıf festivaller arasındaki rekabetin giderek “piyasa” kurallarına göre şekillendiğine işaret ediyor. Berlinale ise bu konuda farklı bir kulvar açmış durumda. Festival, medyatik bir yaklaşımla, kırmızı halı üzerinde yürümesi gereken yıldızların rol aldığı fuzuli filmleri yarışmaya sokarak, ama kısmen yarışma dışı “yarıştırarak” adeta bir “hilkat garibesi” yaratıyor. Diğer yandan büyük ustaların eserleri, çok kötü olmalarına rağmen, suya sabuna dokunmayan “yarışma dışı” yarışma filmlerine eklemleniyor. Öyle ki, bu yıl resmi yarışma programına alınan 26 filmin sekizi “yarışma dışı” kategoride gösterime girdi. Bu, her durumda yıldızlara odaklanan bir festival programına işaretti. Pedro Almodovar, Coen kardeşler ve Jim Jarmusch gibi yönetmenlerin ise en son filmleriyle Berlin yerine Cannes’a gidecekleri kesin gibi. Her festivalin bir pazar olduğu kesin ve festivallere başvuran filmlerin piyasaya mı yoksa seyirciye mi oynadığı da aynı kesinlikte. Berlinale’de yarışan ve festivalden önce favori gösterilen “Mammoth”, politik derdi olma iddiasıyla yola çıkan ve “Babel” ile karşılaştırılan bir filmdi. Fakat bu filmin basın gösteriminde yuhalanması herhalde tesadüf değildi. Amerikalı orta sınıf bir ailenin “dertlerini” üçüncü dünyanın Tayland ve Filipinler’deki seks turizmi, yoksulluk ve göç üçgeniyle bağlamaya çalışan, ama ailenin ve dinin kutsallığı ötesinde bir mesaj vermekten öte gidemeyen böylesi bir filmin yarışmada yer alması soru işaretleri uyandırdı. Hiç mi bir şey olmadı peki? Oldu. Örneğin, Berlinale, bu yıl dağıtılan ödüllerle, genel festival politikasının açtığı yaraları sarmayı becerdi denebilir. Altın Ayı, 1980 ila 2000 yılları arasında Peru’da öldürülen, “kaybedilen”, tecavüze uğrayan ve sayısız baskıya maruz kalan 70 bin insanın hikâyesini, afişe etmeden anlatan bir film. 1976 doğumlu genç yönetmen Claudia Llosa’nın tüm bu acılara bulduğu metafor ise dahiyane: “La Teta Asustade”, anadan emilen sütün her türlü acının devamı olduğuna inanan ve kötülükleri, vajinasına sıkıştırdığı bir patatesle engellemeye çalışan genç bir kızın öyküsü. Kuşaklar geçse de travmaların devam etmek zorunda kaldığını anlatan film, dış dünyanın kötülüklerine batıl inançlarla direnen genç bir kadını anlatıyor. Bize de Berlinale 2009’dan bu acı yüklü direnç kalıyor. ENGİN BİR COĞRAFYA Hintli yazar ve diplomat Vikas Swarup’un Q and A öyküsünden Simon Beaufoy’un (Full Monty/Anadan Doğma) senaryosunu yazdığı, kadın yönetmen Loveleen Tandan’la birlikte çektiği Milyoner’de Boyle, Hint tecimsel sinemasından, Bollywood’dan bir anlamda etkilendiğini açıklıyor. Biri paranın, kısa zamanda varsıllaşmanın ötekisi ise çocukluk aşkının, sevginin peşinde olan iki kardeşin öyküsünde yönetmen Pather Panchali (1955), Salaam Bombay! (1988), Lagaan (2001) filmlerine göndermelerde bulunuyor. Modern Hindistan’daki karşıtlıkları özgün, enerjik, gerçekçi bir dille aktaran Boyle filmini yaşanan mekanlarda, gecekondularda çekmeyi C MY B C MY B