Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
10 26 ARALIK 2009 CUMARTESİ Sıradan şeylerin sıra dışı hikâyesi New York’tan bir ısırık Işıl Cinmen New York’ta yaşadığı bir buçuk yıl boyunca edindiği izlenimlerini ve anılarını bir kitapla paylaşıyor. 25 yaşındaki genç bir kadının ağzından New York ve yaşama dair her şeyi bulacağınız kitap, akıcı dili sayesinde tek gecede bitebilir. Dikkat edin çünkü henüz ikincisi yok! Bir Isırık New York, genç bir yazarın ilk kitabı. Ama öyle sıradan kitaplardan değil bu, okudukça okumak istediklerinizden. Hani bir çırpıda bitirdiğinizde bile tadını damağınızda bırakanlardan. Hayata karşı olan heyecanını hiç kaybetmeyen ve yaşına rağmen hâlâ bir çocuk gibi şaşırabilmeyi başaran Işıl Cinmen, elmanın ucundan bir ısırık veriyor ve okuyucuları New York’a götürüyor. Tabii küçüklüğünden beri unutmamak için devamlı notlar almasının, çok iyi bir gözlemci olmasının ve anlatmak isteğinin hiç bitmemesinin de yardımıyla... 25 yaşındaki bu genç kadının New York’ta yaşadığı birbirinden ilginç, kimi zaman komik, kimi zamansa dramatik anılar bir tutam New York havası getiriyor. Central Park’tan, New York’un gece yaşamından, dostluklardan, aşktan, politikadan, özgürlüklerden; kısaca iyisiyle kötüsüyle yaşamdan... Tabii New York’ta yaşayan genç bir İstanbullunun ağzından. olmayan biri olarak o kasabaya gittiğinde “öteki” oluyorsun ve azınlıkta kalıyorsun. Değişik bir yer, bambaşka bir hayatları var. Dünya sıkıcı ‘staright’ler tarafından düzenlenmeseymiş daha eğlenceli olabilirmiş. Amerika özgürlükler ülkesi mi? Sonuçta her varoluş şekli kendine bir yer buluyor, geniş ya da dar ama kendini dünyaya karşı yansıtmak istediği şekilde gösterebiliyor. Sistem o kadar güçlü ki, sana da nefes alabileceğin yer vermekten çekinmiyor, bu da aslına bakarsan tam da özgürlükle çelişen nokta. Dolayısıyla Amerika’yı özgürlükler ülkesi gibi görmüyorum ben. New York’ta yaşlıların devamlı dışarıda olduklarından bahsediyorsun... Yaşlıların durumu çok rahat. Burada belli bir yaştan sonra eve kapanıyorlar. Çünkü bizde sokaklar sadece yaşlı olmayan insanların alanı. Zaten yürüyebilmelerine de uygun değil maalesef. Engelli insanlar için de aynı şey geçerli. Burada sanki hiç yoklar gibi. Oradaysa onlara bir yaşam alanı sunuyor sokak. Sanırım bundan dolayı da 90’larında yaşlı insanlar dışarıda buluşuyor, bir yerlerde oturuyorlar, hayata devam ediyorlar. Charles Panati’nin Sıradan Şeylerin Sıra Dışı Kökleri kitabı, 200’ün üzerinde günlük objenin, batıl inancın, özel günün ve geleneğin nasıl ortaya çıktığını anlatıyor. Dilekler tutan iki kişi, kuşun kurutulmuş ‘V’ şeklindeki kemiğinin uçlarından tutup çeker. Büyük ZUHAL parçayı çeken kişinin kabul olur. AYTOLUN dileği Lades adını verdiğimiz bu gelenek en azından 2 bin 400 yaşında ve kökeni Etrüsklere dayanıyor (Günümüzde ise tavuk kemiğiyle yapılıyor). At nalı ise, kötülüğe karşı bir güç olarak kapının üzerine asılıyor MÖ 400 öncesinden bu yana. Talihin dönmemesi için tahtaya vurma geleneğine ise yaklaşık MÖ 2000’den bu yana inanılıyor. Peki genellikle üç yapraklı yoncanın dört yapraklısı neden iyi şansa işaret eder? “Çok Yaşa” ifadesi, kırık ayna, 13 sayısı, kara kedi, yazı tura, kapalı yerde şemsiye açmama, merdiven altından yürümeme, nazar… Tüm bu batıl inançların dayandığı nokta nedir? Batıl inançlar, günlük hayatta kullanılan nesneler ya da özel günler ve geleneklerin hiçbir sebebi yokmuş gibi gözükse de her birinin bir kökeni var. Geleneklerde alyans, doğum günleri, tespih, ölüm adetleri; takvimde yılbaşı, babalar günü, noel baba; masada sofra adabı, çatal kaşık, peçete; mutfakta, kese kağıdı, alüminyum folyo, düdüklü çaydanlık; evde ve bahçede gaz lambası, muşamba, ütü; banyoda diş fırçası, jilet, sabun; tuvalet masasında kozmetik, ayna, parfüm, saç tokası; ecza dolabında vazelin, ilaç, gözlük; beden üzerinde ayakkabı, şemsiye; yatak odasında kondom, pijama ve büfede cips, fıstık, hamburger, sakız… Her birinin ve daha fazlasının bir hikayesi, bir varoluş nedeni var yıllardır. Elbetteki her biri yıllar öncesine dayanmıyor yalnızca. Bir bakıma biz de bugün aynı şeyi yapıyoruz. Bir öğrencinin ödül kazandığı yazısını yazdığı kalem, bir anda onun “şanslı kalemi” haline geliyor. At yarışında yağmurlu bir günde yüksek ödül kazanan bir kimse için hava durumu, bahislerinde önemli bir faktör olup çıkabiliyor. Charles Panati’nin “Sıradan Şeylerin Sıra Dışı Kökleri” kitabı da tam olarak bu hikayelere odaklanıyor, tüm bu günlük objelerin nasıl ortaya çıktığını anlatıyor. İşte kitaptan birkaç ilginç alıntı: Alyans/MÖ 2800, Mısır Bir görüş modern yüzüğün kaçırılan kıza barbarlarca takılan pranganın bir sembolü olduğunu iddia ediyor. Diğer bir düşünce ise nikah töreninde değiş tokuş edilen ilk gerçek halkalar üzerinde duruyor. MÖ 2800 civarında Eski Mısır Krallığının Üçüncü Hanedanlığı’nda başı sonu olmayan bir çember olarak sonsuzluğu sembolize ettiğine inanılıyor. Bu yüzden de evlilikte alyans sonsuzluğa işaret eden bir nesne olarak yaşama giriyor. Kondom/16. 17. yüzyıl, İtalya ve İngiltere On altıncı yüzyıl öncesinde hiçbir doktor cinsel ilişkide penise bir kılıf geçirilebileceğini düşünmemiş miydi? Romalıların ve muhtemelen de Mısırlıların kılıf olarak yağlı hayvan keseleri ve bağırsak parçaları kullanmış olduklarına dair deliller bulunuyor. Söylenceye göre kelime 1600’lerin ortalarında İngiltere Kralı II. Charles’ın şövalye unvanlı kişisel doktoru olan Condom kontuna dayanmaktadır. Charles zevk düşkünlüğüyle nam salmıştı, pek çok metresi vardı, sayısız gayrimeşru çocuk sahibi olmuştu. Dr. Condom’dan güvenilir bir gebelik önleyicisinden ziyade kralı frengiden koruyacak bir yöntem geliştirmesi istendi. Koyunun streç ve yağlı bağırsağından yapılmış bir kılıf yaptı. Zamanla dönüşüme uğrayan Kondom, 1930’larda daha ince modern lateks lastiği ile yapıldı. ŞİRİN GÜVEN Anneannem farklıydı Heyecanlı bir anlatım tarzın var. Hep böyle misin? Hayır (gülüyor), aslında somurtkanım ve hemen sıkılırım ama sanırım kafamın bir köşesinde bir kutucuk var ve orası hiç öğrenmiyor, gerekli gereksiz her şeye şaşırıp duruyor. Bazen her şey ilginç geliyor bana. Böyle olunca dikkatli bakıp incelemeye başlıyorum. O incelediğim şeyleri de unutmamak için yazıyorum. Bu yüzden iyi gözleyebiliyorum belki. Anneanneni anlattığın bölüm de hoştu. Anneannem farklı bir kadındı, 98 yaşında öldü. Anneannemle dedemin aşklarına tanıklık etmiştim. Filmlerdeki gibi bitmek bilmeyen aşk hikâyelerinden. Ben öyle bir aşk yaşabileceğimi, o kadar sevebilme kabiliyetim olduğunu düşünmüyorum. Hatta bunu genelleyebilirim. Geleneksel insanla modern insanın farkı bu; geleneksel insanın birlikte olması gereken kişi belli ve tek. Birini sevince, elindekini iyisiyle kötüsüyle kabul edebiliyor. Biz ne yapıyoruz? İyilikleri alıp alıp, sorun çıkınca “sıradaki” diyerek diğerine geçiyoruz. Sorunu çözmek yerine gitmek daha kolay. Bunların aklına geldiği sahne de çok değişik. Bardasın, bir kadının poposu bir adamın suratında... Evet, Sevgililer Günü’nde bir kulüpte tanışmayan iki kişinin, hiç konuşmadan o hale geldiklerini görünce aklıma anneannemle dedem geldi. Çok zıt iki durum ve ben ikisine de yakın değilim. Anneanneminki gibi bir şey yaşayabilmek güzel olurdu ama hayattan birinin annesi, birinin karısı olmaktan başka bir şey beklerken Mebrure olunamıyor. Her şeyin bedeli var. Artık emek vermeye müsait bir hayatımız yok. Şöyle anlatayım... İngilizcede ‘sevgi’ kelimesini ‘aşk’ kelimesi karşılıyor. Sanırım anneannem ile dedem arasındaki sevginin onların kültürlerinde hiç yeri yok. Kelime eksikliği aslında duygu eksikliğidir. İhtiyaç duymuyorsun ki, o kelimeyi yaratmıyorsun. Eşcinsel kasabası Böyle bir kitap yazmaya nasıl karar verdin? Aslında ciddi bir hafıza sorunum var. Sanırım yeni şeylere yer açmak için eski şeyleri unutuyorum. O yüzden de her şeyi not alıyorum. Bu küçüklüğümden gelen bir alışkanlık. Yaşadıklarımı anlatmazsam onlar eksik yaşanmış olacaklar gibi bir duyguyla büyüdüm ben, o yüzden yığınla defterim var. Amerika’da da buna devam ettim. Oradaki pek çok şey bana ilginç geldi. Şimdi oradaki notlarım bu kitapta. Amerika’yı sevdin mi? Her yerin kendine göre iyi ve kötü yönleri var. Dışarıdan bakarsan eğer, Türkiye’nin de çok sevilecek bir tarafını göremezsin ama içindeyken bir sürü şeye alışıp sevmeye başlıyorsun. Bir yerde yaşarken bir hayat kuruyorsun ve içinde elbette sevdiklerin de sevmediklerin de oluyor. Amerika da böyle. Hayatta hiçbir şey sadece ‘kötü’ olamaz. Politik durum, elbette ayrı bir konu... Ama gündelik hayatın içinde iş biraz değişiyor, orada da sevilecek bir sürü şey var. Amerika’yla Türkiye’yi kıyasladığında en çok seni ne etkiledi? Kadınların sokakları istila edip erkek egemenliğinden çıkarmış olmaları hoşuma gitti. Daha güvenli, bu insanın kendine güvenini bile etkiliyor. En çok ilgimi çeken, bir eşcinsel kasabası olan Provincetown oldu. İçinde sadece travestiler, gay’ler ve lezbiyenler var. Polisler bile öyle. Sen eşcinsel geldiklerine ve dünyanın da zalim bir yer olduğuna inanıyordu. Yaygın inanışın aksine azizlerin kutlanan ve bayrama dönüşen günleri esasında doğum günleri değil, daha ziyade ölüm günleridir. Çünkü doğum günü onlara göre öbür dünyaya geçiş ve doğuştu. Ancak dördüncü yüzyılda kilisenin İsa’nın doğum gününü kesin bir tarihe yerleştirmek için giriştiği müzakereler sonucu Noel kutlama geleneği başlamış oldu. Batı dünyası da doğum günü kutlamalarına yeniden geri döndü. Yasta Siyah Giyme Ölene duyulan saygının ifadesi olarak siyah giyeriz. Ama aslında siyahı Batı dünyasında standart yas rengi olarak resmileştiren ölü bir akraba veya yabancıdan duyulan korkuydu. Eski insan, devamlı nöbet tutulmadığı takdirde ölen kişinin ruhunun yaşayanların bedenlerine girip onları ele geçirdiğine inanırdı. O yüzden de antropologlar ilkel beyaz adamların ruhlardan sakınmak adına cenazelerde vücutlarını siyaha boyadıklarını söylüyor. Afrikalı kabileler de yeni ölmüşlerce ele geçirilmemek için vücutlarının tam tersi renge, yani tebeşir beyazına boyuyor. Yani aslında siyah giymek bilindiği gibi saygıya dayanmıyor. Bu daha çok beyaz tenli bir kişinin tezat renkteki maskesinden ibaret. Diş Fırçası/MÖ 3000, Mısır Eski insanlar tarafından kullanılan ilk diş fırçası bir tarafı yumuşak, ipliksi duruma gelecek şekilde sürtünülerek saçaklandırılmış kalem büyüklüğünde bir daldı; diğer deyişle bir “çiğneme sopası”ydı. Çiğneme sopaları önceden diş macunu gibi ilave bir aşındırıcı olmadan dişlere sürtülürdü. MÖ 3000’lere dayanan eski Mısır mezarlarında da bu sopalardan bulunmuştur. Bugünün diş fırçasını andıran ilk kıllı diş fırçası yaklaşık 1498’de Çin’de ortaya çıkmış. İlk naylon kıllı diş fırçası 1938’de Amerika’da piyasaya sürülmüş. Günümüzde yaşayan bir kimsenin doğum gününü kutlamak alışalageldik bir şeydir. Ama diğer bir Batı geleneği galip gelseydi bir zamanlar daha önemli sayılan “ölüm” günlerini kutluyor olacaktık. Mısır’da başlayan doğum günü kutlama adeti, Hristiyanlığın yükselmesiyle beraber birden bire kesildi. İsa’nın erken dönem takipçileri bebeklerin dünyaya, ruhlarını mahkum eden Adem’in günahını taşıyarak Doğum Günleri/ MÖ 3000 Izİzlenim “…Doğumun, yaşamın, ölümün rengi aynı anda buluşur düşlerimde. Düşlerim bana bazen fırtınalar estirir, bazen de derinliklere koşturur.” S. Bicik. Bilinçaltından doğanlar, akıldışı olanlar, olağanüstüler; uykunun içinden anımsananlar, rüyalar, arzuya ilişkin olanlar en uçarı halleriyle yol alıp gidebilirler. Düşsel bir durumdur onlarınki. Yaşamın tinselliğini ortaya çıkarırlar. Bizi de kendilerine bağımlı kılarlar… Düş, etnik kökenle, dinle, parayla, savaşla ilgili değilmiş gibidir. Görünmeyenden gelir, öznelliktir. Yaşanmamışlıklar adına üretilir; ama aslında düş, gerçeğin içinden alınan ayrıntılara öykünen bir gizli gerçekçilikten başka bir şey değildir. 19. yüzyıl psikoloji üzerine yapılan araştırmalarda rüya ve düş özellikle Freud’un psikoz ve rüyayı ilişkilendirmesiyle çözümlenir. Freud düşün içeriğini kısaca isteğin doyurulması, güdüsünü de istek olarak açıklar. O halde ressamların doğalı oluşturma isteklerinde düşselliğin ayrı bir yeri olacaktır. Resimlerde düşler, kimi zaman son derece doğalcı, kimi zaman ise kontrolsüz bir iletişim biçimindedirler. Potansiyel kullanım aracının sınırsızlığında izleyici bir düş paylaşımcısı olup, kendi düşleriyle de yeniden buluşabilir. Düşler, her ne kadar geçmişten alıntı gibi olsalar da aynı zamanda da o güne özeldirler. Hangimiz etkilenmeyiz bir düş anlatımından, bir düş görselinden… Düşsel resimleri, bilinçaltından çıkarılan anlatımların, sembollerin güdümüyle bir “dışa açılma” olarak da tanımlayabiliriz. Düş resimlerinin gerçekleri en içsel göndermelerle yansıtmaktan başka bir şey olmadığını, H.Bosch ile erdemin, ahlakın vazgeçilemez olgusallığına ve onlara karşı tavırlı oluşun içindeki berbat insan haline, F. De Goya ile savaşın felaketlerine, M. Ernst’ in onca düş resmindeki tinselliğine bakınca kolayca anlarız. Düş alemi günümüzde de bitmez bir yer! Adeta düşsüz olunamıyor. Tutsak duyguların, içselliğin, hırsların, yıkıcılıkların, haksızlıkların ve somut göstergenin ötesindekilerin zemini şu vazgeçilmez düşler! Gizliliğiniz fırtınalar koparacak denli kışkırtıcı üstelik. Bu durumda sanatçılar düş gücüne dayalı yenilikçi, özgün bir tavır sergilerken düşün en gizemli yanından nasıl yararlanmasın? Gizeme, saklıya ulaşmak, onunla buluşmak ise bizi nasıl cezbetmesin? Sema Bicik, Galeri Sevart’ta süren “Düş Gezginleri” sergisinde düşlerin bir estetik beğeniye araç olabildiğini gösteriyor. Resimlerinde imgesiz bir görüntü ağı var. Griler ya da değişik renklerle boyanmış büyük alanların içine saklanmış küçük parçacıklarda ise nesnelliğini sorgulayabileceğimiz bir dil kullanmış. Kapalı alanların adeta sırları gömen kararlılığına karşı onların içinden bize kendilerini göstermeyi beceren ama belirsiz ya da tam netleşemeyen bu küçük alanları incelemeye koyuluyoruz. Bir oyunda gibiyiz; adeta Bicik’in dünyasında üzerini örttüklerine, gizli ve gizemli olanlara odaklanıyoruz… Sergiyi 5 Ocak 2010’a kadar izleyebilirisiniz. ? ÜMRAN BULUT Sema Bicik’ten düş yorumları C MY B C MY B