Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
uKÜLTÜR u L’APÉRO De gÉrard bıard Hulot leke gibi duruyor, hiç denenmemiş patikalara giriyor, manzarayı yokluyor ve saçmalığını vurguluyor, sürekli eğreti duruyor. Tıpkı Cabu gibi, Hulot da akışa karşı geliyor, akışı bozuyor ve modernliğin gürültülü ve biraz saçma dünyasına ayak uyduruyormuş gibi yapıyor. Cabu gibi. Amcam’da, Plastac şirketi Hulot’yu sindiremiyor, başka bir deyişle, otomatikleştirmeye karşı geliyor; Cabu gibi, onu burada sanıyoruz, o çoktan başka bir yerde. Henüz Bayram Günü’nde bile postacı François, ağzı açık şekilde Amerikan Postasının inanılmaz randımanını keşfediyordu: aylaklık ve yol saptırma sanatına karşı hız ve verimlilik. Cabu için olduğu gibi, Tati için de Amerika bizim bilim kurgu filmimizdi, etkileyici ve korkutucu ve bizi sersemleştiren o verimlilik illüzyonunun serabı. Verimlilik, makineleştirme, etkenlik, borsa endeksi, her bir yerden materyalizm ve yüzeysel (sahte) rahatlıkla yabancılaşmayı karıştıran şahıslar. Tati dışında Cabu Soylent Green filmine bayılırdı. Bu da her şeyi açıklıyor. Her ikisi de bugünün bu muhteşem hicvini tasavvur etmekle kalmadılar, var olduğunu unutmadığımız bir dünyanın yok olduğunu da gösterdiler. Cabu Terminatör’ün kitlesel desteğine nasıl tepki vermiş olurdu hiçbir zaman bilemeyeceğim ama kendinden emin olanlara, esnek olmayanlara, katiyetle yoğrulmuşlara her zaman nasıl bir bakış attığını biliyorum. Kendisinin saçmalığı ile sürekli mücadele ettiği bu dünyanın anahtarına sahip olanlar. Ve komiklik. Son derece müsait ve ne düşünürsek düşünelim, dünyanın dönmediğini ve hiçbir zaman dönmeyeceğine dair minik kanıtlar gördüğünde heyecanlanmaya hazır açık bir fikre sahipti. Cabu, Hulot gibi fazla bir şeyin faili hissetmezdi kendini, birbirini maalesef görmezden gelen bu kocaman aile dışında. Küçük insanlarınki, yani bizim hepimizin, ama tevazunun en uç noktasından görünen haliyle. JeanBaptiste Thoret TATI HARIÇ HÂl ‘Evet ama’ var mı? Tanrıtanımaz gazete Charlie bir haftadır, bütün Peygamber ve Azizlerin tümünden daha fazla mucize gerçekleştirdi. Bu mucizeler arasında en fazla gurur duyduğumuz şey, şu anda elinizde, bizim her zaman yaptığımız, eskiden beri bu gazeteyi yapanların eşliğinde, gazeteyi tutuyor olmanız. Mucizeler arasında bizi en fazla güldüren ise Notre Dame Kilisesi’nin çanlarının bizim şerefimize çalması… Charlie, bir haftadır bütün dünyada dağlardan daha büyük şeyleri yerinden oynattı. Willem’in de şahane bir şekilde çizdiği üzere, Charlie’nin bir haftadır sayısız yeni arkadaşı oldu. Adı sanı bilinmeyenler ya da dünya çapında ünlüler, mütevazi insanlar ya da zenginler, dinsizler imansızlar ya da dindar ulu kişiler, içten insanlar ve Cizvitler, hayatımız boyunca birlikte olacağımız insanlar ya da bizim buradan geçerken uğrayanlar... Bugün onların hepsi değerli bizim için, oturup ayıklama yapacak ne zamanımız var ne de yüreğimiz elverir. Her şeye rağmen kendimiz de aldatmıyoruz. Kalbimizin en derin köşesinden milyonlarca insana teşekkür etmek istiyoruz. Sıradan yurttaş olsun, kurum temsilcileri olsun, gerçekten bizim safımızda olanlar, içten bir şekilde ve derin bir şekilde ‘Charlie olanlar’ kendilerini tanırlar. Ötekilerin de canını sıkıyoruz ki, onlar da zaten pek iplemiyorlar... Yine de deşmek istediğimiz bir soru var: Artık nihayet, siyasi ve entelektüel sözlükten ‘kökten laikçi’ pis sözcüğünü ortadan kaldıracak mıyız? Katilleri ve kurbanlarını aynı şekilde nitelemek için bilgiççe semantik kıvırtmalar icat etmeye artık son verecek miyiz? Bu geçen yıllar içinde, bizim ve kararlı bir şekilde laikliği savunan dostlarımızın suratlarına fırlatılan, ciddi pislikleri, sahte entelektüel incelikleri kalemlerimizle savuşturmaya çalışırken kendimizi biraz da yalnız hissediyorduk: Bize, İslam düşmanı, Hıristiyanlık düşmanı, provokatör, sorumsuz, ateşin üzerine benzinle gidiyorsunuz, ırkçı ve hak ettiniz... diyorlardı Evet, terörizmi kınıyoruz, ama. Evet, karikatüristleri ölümle tehdit etmek iyi bir şey değil, ama. Evet, bir gazeteyi kundaklamak kötü, ama. Bu tür şeyleri biz de dostlarımız da çok duyduk. Çoğu zaman gülüp geçtik bu sözlere. Çünkü bizim en iyi yaptığımız iş, gülüp geçmektir. Ama bugün artık başka bir şeye gülmek istiyoruz. Çünkü bunlar yeniden başladı. Cabu’nün, Charb’ın, Honore’nin, Tignous’nun, Wolinski’nin, Elsa Cayat’nın, Bernard Maris’nin, Mustapha Ourrad’ın, Michel Renaud’nun, Franck Brinsolaro’nun, Frederic Boisseau’nun, Ahmed Merab’ın, Clarissa JeanPhilippe’in, Philippe Braham’ın, Yohan Cohen’in, Yoav Hattab’ın, FrançoisMichel Saada’nın kanları henüz kurumamıştı ki, Thierry Meyssan, Facebook’tvwaki takipçilerine, saldırının tabii ki MuseviAmerikanBatı komplosu olduğunu anlatıyordu. Zaten, orada burada duyuyorduk, geçen pazar günü gerçekleşen toplantı aleyhinde sözümona ince laflar doğruyorlardı, dudak ucuyla da açık bir şekilde ya da alçak sesle terörizmi ve dini faşizmi haklı çıkartmaya çalışan bahaneler uyduruyorlardı, onlara göre aslında Nazi olan polislerin tebrik edilmesi karşısında da gücenmişlerdi. Hayır bu katliamda, bir diğerinden daha haksız bir şekilde öldürülen kimse yok. Franck, Charlie binasında öldü. Ve bu vahşet haftası içinde Franck’ın başka meslektaşları da öldürüldü. Onlar fikirleri savunmak için öldüler, hatta belki de kendilerinin olmayan fikirler uğruna öldüler. Her şeye rağmen iyimser olmaya çalışacağız. Gerçi bu aralar mevsim iyimserliğe pek izin vermese de... 7 Ocak 2015’ten bu yana, laikliğin kararlı bir şekilde savunulmasının herkes için artık doğal bir edim olmasını diliyoruz. Artık, durum gereği, seçim hesabı ya da yüreksizlik nedeniyle, cemaatçiliği ve kültürel rölativizmi meşrulaştırmaya hatta bunlara hoşgörü göstermeye son vermeyi istiyoruz. Çünkü bu olumsuz durum bir tek sonuca yol açıyor: Dini totalitarizm. Evet, İsrailFilistin ihtilafı bir gerçektir, evet uluslararası jeopolitika bir dizi manevra ve arkadan vurma harekâtına dayanır, evet, Fransa’da söyleniş şekliyle “Müslüman kökenli nüfus’’un toplumsal konumu hiç de adil değildir, evet, ırkçılığa ve ayrımcılıklara karşı, durmaksızın mücadele edilmelidir. Bu vahim sorunları çözmeye çalışmak için neyse ki çok sayıda araç var ancak bu araçların hiçbirisi, en önemli araç olan laiklik olmaz ise, çalışmıyor. Laiklik derken de, pozitif laiklik, kucaklayıcı laiklik, bilmem ne laiklik değil, sadece laiklik, o kadar. Laiklik, hakların evrenselliğini, eşitliğin uygulanmasını, özgürlüğü, kardeşliği ve kadın dayanışmasını öngördüğü için sorunları çözebilir. Ancak laiklik sayesinde vicdan hürriyeti sağlanabilir. Bütün dinler, sadece özel hayat alanını terk edip siyasal alana indiklerinde, vicdan hürriyetini, marketing konumlarına göre az çok açık bir şekilde inkâr ederler Ancak laiklik sayesinde, ironik bir şekilde, inanç sahipleri ve diğerleri barış içinde yaşayabilir. Totaliter dinci söylemi kabul ederek Müslümanları savunduğunu iddia edenler aslında kendi cellatlarını savunuyor. İslami faşizmin ilk kurbanları Müslümanlar olmuştur. Bu hafta boyunca ‘Ben Charlie’yim’ diyen milyonlarca sıradan yurttaş, bütün kurumlar, bütün devlet ve hükümet başkanları, bütün siyasi, entelektüel ve medyatik şahsiyetler, dinlerin ulu kişileri, şunu da bilmeliler ki bu slogan aynı zamanda ‘Ben laikliğim’ anlamına gelir. Bizi destekleyen çoğunluğun böyle düşündüğünden eminiz, bu da doğal bir tutum zaten. Geri kalanları ise bırakalım bu bela ile uğraşadursunlar. Son bir nokta, ki önemli. Bu hafta ‘Charlie’ olan Papa François’ya da bir mesaj göndermek istiyoruz. Notre Dame Kilisesi’nin çanları bizim şerefimize çalacaksa, bunu bir tek koşulda kabul edebiliriz: O da zangoçluğu FEMEN grubu yapacaksa... C abu’nün yüzünü, daha doğrusu surat ifadesini hiç bir zaman bilemeyeceğim, herhalde önce keyfi kaçmış sonra da keyiflenmiş olurdu eğer ona Ocak 2015’de bir gün, mesela 9 Ocak’ta, Arnold Schwarzenegger’in Twitter hesabından bütün Amerikalılara Charlie Hebdo’ya abone olmalarını buyurduğunu söylemiş olsaydık. Bernard Maris’in acayip bir ekonomik hipotezi mi, Charb’dan asparagas bir haber mi, Tignous’dan yeni bir karikatür fikri mi yoksa Trenet’in bulutların üstünden yolladığı çiçeği burnunda bir kabus mu? Çiziminden saçları başları darmadağın halde kafasını kaldırarak, ‘Hem Twitter ne ola ki? diye sorardı herhalde. Yeni bir keçeli kalem markası mı? Uzak diyarlarda yapılan bir dansın adı mı? Barbar Conan’nın Charlie Hebdo’ya abone olması, Ribéry’nin bütün Pléiade eserlerini ısmarlaması gibi bir şey, ya da Guy Bedos’un “Je suis Charlie” pankartı taşıması gibi; kıyamet ve dünyanın (gerçek) sonu geldiğinde olabilecek şeyler bunlar. Çünkü Cabu için sinema Tati idi. Amcam. Ve sonrasında Hulot. Kendisini gerçekten tanımadan ve çalışmalarını keşfetmeden önce, Cabu benim için hayran olduğum bir kurdu, Jacques Tati’yi tanımış birini temsil ediyordu, hatta daha da iyisi, kendisini yakinen tanıyan biriydi, zira 1967 senesinde Playtime (Oyun Vakti) filminin tanıtım programı dediğimiz şeyin illüstrasyonunu yapmıştı. Trafik filminin yönetmeni, neticede bir basın dosyasını, 29 yaşındaki bir çizere teslim etmişti ki, eğer Hulot zaten var olmasaydı büyük bir ihtimalle onu kendisi yaratmış olurdu, Grand Duduche’ün pipolu ikizi, bej pardösülü büyük kuzeni, olayların işleyişi karşısındaki sonsuz sakin. Amcam filminde “Cambaza ihtiyacımız yok” diyor bir daire başkanı Mösyö Hulot’ya. Tatiworld’da, temiz yürekli u TÜNELIN SONUNDA ISIK... FRANSA TÜNELIN SONUNDA ISIGI GÖRÜYOR.... FRANSA KENDINE YONTMAK Komplo TeoRISI AKBABALARI Y Komplo teorisinin bir özelligi vardır: Aksini iddia etmek imkânsızdır. Komployu çürütmek için önerdiginiz her unsur, komplo teorisyenleri tarafından kendilerini haklı çıkaran bir ‘delil’ olarak yorumlanır. sonra, aynı ideolojinin yandaşları, Porte de Vincennes’de antisemit bir saldırı sonucunda Fransız Musevilerini öldürdükten sonra da, aynı komplocu tezler ortaya döküldü 7 Ocak gününden itibaren, Thierry Meyssan ve Réseau Voltaire adlı grubu, Şam’dan yaptığı yayında, Charlie Hebdo’ya yönelik saldırının ‘Cihadçı ideoloji ile ilişkisi olmadığını’ anlattı ve bu saldırının aslında Amerika Birleşik Devletleri, ‘Neokon’lar ve liberal şahinler’ tarafından organize ettirildiğini yazdı. İsrail’in adı bu metinde geçmiyor ama zekâ katsayısı daha düşük olan (Moda deyimle zekâ katsayısı ‘rahatsız’ olan) başkaları, bu görevi üstlendi. Réseau Voltaire mensubu Alain Benajam, Mossad ve CIA’yi suçlarken, Antisionist Parti, sorumlu olarak “Sionizmi” gösteriyor. (Sionizm, bu kesimlerde, Musevilerin kod adı olarak kullanılıyor). Alain Soral’ın internet sitesinde de bu yönde çok sayıda yorum yayınlandı. Bazı başka komplocular ise, tıpkı Amerikan McClatchy İnternet sitesinde olduğu gibi Kouachi kardeşlerin, Fransız gizli servileri tarafından kullanıldığını savundu. Antisemit aşırısağın iflah olmaz gerzek şahsiyetlerini bir kenara koyacak olursak, ki bunlara göre her şey ‘sionist’, her şey ‘yahudi’dir, kendimizi aldatmayalım, bu komploculuk aynı zamanda radikal solun da, islamcıgoşist altkültürün de bir sorunu ve forumlarda bu yaklaşımlara sık rastlıyoruz. Mesela JouélesTours’daki cinayet? Polisin bir manipülasyonu! Charlie’ye yönelik saldırı? Amerikan emperyalizminin kabahati. Porte de Vincennes’deki antisemit cinayetler: İsrail’in üç bantlı bilardo oyunu. İşte bütün bunları gözlemledikten sonra, Fransa’da söz konusu gelişmelerin genel bir kuşkuculuk iklimi yarattığını, herkesin herkesten şüphe ettiğini, ama öncelikle çoğunluğun ‘Müslüman’ bireylere karşı kuşku beslediğini görüyoruz. Ve komploculuk, 15 yıldır bu yana, her zaman olduğu gibi terörizm konusunda ve Fransa’yı saran entelektüel sindirme konusunda, İslamcılığı ve radikal İslamcılığı her türlü maddi manevi sorumluluktan tamamen muaf tutuyor. Açık ve net olmak gerek: Bu memlekette İslamcılığın sorumluluğunu inkâr eden mekanizma, bir yandan da aslında ‘aşırı sağın’ gerçekleştirmediği bazı saldırı ve eylemleri (Mesela Copernic Sokağı ya da Carpentras’daki saldırılar) ‘aşırı sağa’ yükleme konusunda aceleci davranarak çelişki yaratıyor. Nazi özentileri, göçmen işçilerin yaşadığı yurtları havaya uçururken, Clément Méric ve Brahim Bouarram öldürüldüğünde, aşırısağcılar dışında kimse objektif olgulara karşı çıkmadı. Ama komplocular çifte standart yöntemini kullanıyor. Bunu yaparken de, İslamiyet için bir masumiyet karinesini öne çıkarıyorlar, oysa tam tersine, Müslüman olduğu varsayılanlara yönelik genelleştirilmiş bir suçluluk kuşkusu söz konusu ve bu onları içlerine kapanmaya zorluyor. JeanYves Camus urttaşların önemli bir kesimi, elitler ve medya arasındaki güvenin kopması, özellikle İnternet’te ve sosyal medyada ifadesini bulan bir karşıkültürün doğmasına neden oldu. Bu yeni yaklaşımın baştan doğru kabul ettiği şey, tarihin üzerinde uzlaşmaya vardığı olguların somut gerçekliğine karşı çıkmaktı... Bunun da sebebi söz konusu anlatının ‘resmi’ olduğu, dolayısıyla da egemenlerin, gerçek ya da hayali lobilerin ve ‘emir komuta altındaki’ gazetecilik mesleğinin meşum amaçlarını halktan gizlemeyi hedeflediğini savunuyor. Bu tür teoriler, İnternet Çağı henüz başlamamışken, yeniden yazılmak istenen olayların gerçekleşmesinden çok kısa bir süre sonra ortaya çıkmıştı. Yani 1945 yılının Ocak ayında, Nazi Toplama Kamplarının kurtarılmasıyla inkârcı ilk eserlerin yayınlanması arasında beş yıldan az bir süre var. Yazılı kültürden internet kültürüne geçiş süreci, kamuoyunun bir bölümünün oluşmasında, 1990’lı yılların sonundan itibaren komploculuğun hız kazanmasına neden oldu. Mesela 11 Eylül 2001 saldırılarının hemen başında, itfaiyeciler henüz İkiz Kulelerin zemininde iken, bu katliamı El Kaide’nin yapmadığına dair tezler ortaya çıktı. İşte tam da geçen çarşamba günü İslamcı bir komandonun arkadaşlarımızı metodik ve programlı bir şekilde infaz etmesinin ardından bu komplo teorileri yeniden filizlendi. İki gün C M Y B