02 Haziran 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

u ACIL HIKAYELERI . . . . . BEN SEN O .BIZ SIZ ONLAR CHARLIE’YIM PATRICK PELLOUX ( u FABRICE NICOLINO VIZESIZ GEZEGEN rtık bundan başka yok. İşte bu nedenle Fabrice’in İnternet sitesinin başlığı ‘Vizesiz Gezegen’. Bu deyimi ben çıkarmadım, Victor Serge’in bir kitabında rastladım ama deyim ondan da eski. Bildiğim kadar bu deyim ilk kez 1934’den itibaren gerçeküstücülerin bir bildirisinde geçiyor, büyük bir ihtimalle Andre Breton’un kaleminden çıkmıştır, keza Leon Troçki’nin bir kitabında da var bu deyim. Neyse… Devrimci, Stalin karşıtı, koyu bir demokrat olan Serge aynı zamanda önemli bir yazardı. Onun yazdığı bir metinden şu cümleyi kaydettim: ‘’Vizesiz gezegen, paranın, pusulanın olmadığı bir gezegen, yıldızları olmayan çıplak kocaman bir gökyüzü. İnsanoğlunun kafasını koyup dinleneceği bir yer yok…’’ Bu bir olgu: Gezegenimiz halkların itişip sıkışıp kaldığı bir kenar semt oldu. Eskiden, yani dün, bir sınırı aşıp geçmek sizi bir savaştan uzak tutabiliyordu. 1917 yılında, Serge, Fransa hapishanelerinde beş yıl yattıktan sonra, trene atlıyor ve Barselona’ya gidiyor ve kırımdan geçmemiş bir memleket keşfediyor. Evet, kimilerimizin bizzat yaşamış olduğu kadar yakın olan bu dönemde, insanlık hali, belirli ölçüde reddedilebiliyordu. Serge’in dışındakiler, Avrupa’daki büyük katliam için çağrı almış olanlar, siperleri reddedip sürgün yaşamını tercih etmişlerdi. Ammaa da haklıymışlar! Tüfeğinin namlusuna çiçek takıp yola düşen askerler ne kadar haksızsa! Her şey değişti. Bir tek gezegen var ve teknolojik marifetler bizi kesin olarak kaldığımız yere mıhlamış durumda. İnsan, birinci derecede . . A H aftam çok yoğun geçti. O yüzden hayatı yaşamak gereği üzerine, herkesi mutabık kılacak hümanizma üzerine bir köşe yazayım ki edebiyatın Ziraat Fuarında bir ödül kazansın. Ama herşeyden önce telefonuma olan hiddetimi paylaşayım. Çok pahalı bir abonman parası vermeme rağmen çalışmıyor telefonum. Charb beni arayamıyor. Dün akşam bize yemeğe gelecekti, gelmedi. Herhalde, bana her zaman dediği gibi acil bir işi vardı ya da Humanité gazetesi veya CGT sendikası için vermesi gereken desenler. Bir SMS dahi gelmedi, telefonu bozuk herhalde. Her halükarda korumaları onu gözetirler ve bana her zaman hatırlattığı gibi ben boşu boşuna endişeleniyorum. Öyleyse yazımı yazayım. En güzel manzaralara kavuşacak çölleri yeşertene kadar ağlamak. Hayatın gidişatını değiştirmek için ruhumla ağlamak. En yüksek enerjimi çıkartacak şekilde vücudumla ağlamak… Saat kaç yahu? Köşemi yetiştiremeyeceğim, gazete bağlanıyor ve Charb yine beni azarlayacak: “şekerim hadi çalış!” YARIN GERI GELMEYECEK Zaten unutmamalıyım: Cabu için pasta almalıyım, çünkü o sadece pasta yer ve hafta içinde tekrar eve yemeğe gelecek. Şarkıcı Trenet’den konuşacağız, ona caz parçaları dinletip kimin çaldığını tahmin etmesini isteyeceğim ve hep bilecek. Beatlesvarî saçlarıyla yemek masamda hep Paul McCartney ile oturuyor hissine kapılırım. Cabu şimdi Canard Enchainé dergisindedir, o yüzden görmüyorum onu. Modern dünya pek ağır bu aralar, ne oluyor, havalardan belki… Uyuşturuculardan medet ummaya başlayabilirim. Yok, şaka, kardeşim beni arayana kadar vakit geçirmek için söylüyorum. Oysa gayet güven verici bir durum var: Papa, Obama, imamlar, Filistinliler, Yahudiler, itfaiyeciler, polisler, çocuklar, herkes Charlie Hebdo’dan bahsediyor! Dergi inanılmaz bir iş yapmış olmalı ki böyle bir teveccüh var. Charb sevinecek çünkü satışlar artacak ve böylece krizin yarattığı kara ve somurtkan cepheye karşı gülme ve tebessüm çizgimizi muhafaza edebileceğiz. Ay bu mükemmel: mutluluk hep renklidir ve siyah kimliğini üzgünlüğe terk etmelidir. Diktatörlükler halkları asla gülümsetmez ve güldürmez. Sadece demokrasiler güldürür, bu sayede gülümseyen yüzlerimiz ölü maskelerimizden ayrışır. Bu fena fikir değil, Elsa’ya bahsetmeliyim, bana dâhiyane diye bağıracaktır. Olsun, sağır kulaklığına da mal olsa bunları cömert ve akıllı bir psikanalistten duymak her zaman iyidir. Anlamıyorum neden beni hala aramadılar. Aslında B. Amcayla irtibata geçmem için zaman kalıyor bu sayede. Ona kendisini sevdiğimi söylemeliyim, geçen gün unuttum, hani şu hastanelerde yapılan tedaviye endeksli ücretlendirmeyi kıracak kitabı yazmaya karar verdiğimizde. İlaç lobisine karşı çıkmak, dünya genelinde bir Sosyal Güvenlik kurulması çağrısı yapmak, siyasetçilerin sağlığın bir meta olmadığını hatırlamalarını sağlamak, hümanist bir toplum önermek, toplumun ekonomiye değil ekonominin topluma hizmet etmesini talep etmek için… Kitaptan geçen gün Charlie’deki küçük kutlamada bahsetmiştik. Tabii Tignous’la devirdiğimiz şarap şişeleri biraz başımı ağrıttı ama. Titiciğime bir mesaj bıraktım sonra, o çok komik desenini – Marianne dergisindeydi sanırım çerçevelettiğimi söylemek için. Yorgun olmalıyım, çünkü bazı şeyleri hatırlamayı reddediyorum. Bak bana yine beni sevdiğini söyleyecek ki ona bir reçete yazayım. Hala aramadı. Benden bir şey mi saklıyor acaba? Hep endişeleniyorum böyle… Tam da bu konuda, geçen gün Honoré (öldürülen beşinci karikatürist) bir arkadaşlarının sergi açılışına uğramamı söyledi. Onunla gezmek bir kültür ansiklopedisiyle dolaşmak gibi bir şey. Zaten kendisi de desenleri kadar yakışıklı. İnanılmaz bir klası var, tıpkı Georges (Wolinski) gibi. Ona tıbbın cinsellik konusundaki yeniliklerinden söz etmeliyim. Ona yemek yemek ve kadınların güzelliğinden bahsetmek için bir mesaj bıraktım. Küba’da durumun düzeliyor olmasından memnundur sanırım. Ama vakit ne kadar geç oldu. Hiç anlamıyorum bu neden gözyaşları içinde yazdığım ilk makalem oldu. Seslerinin tınısı sessizliğe benziyor. Üşüyorum. Kusmak istiyorum. Belki bir partiye gittiler hep birlikte. Bir kuş bana söylemek istedi değil mi? Mustafa nerede? Benim sözlük üstadım. Yanlışlarım geçmiyor artık. Charb da bana ulaşamıyor… Bu yeni teknolojilerin ağzını burnunu kıracağım. güçlü jeolojik bir ajan haline gelmiş ve anthropocene (İnsan etkisinin tüm yeryüzü sisteminde en etkili faktör olması) dönemini icat etmiştir. Dolayısıyla bu İnternet sitesinde ben kendimce ekolojik krizden söz edeceğim. Taviz vermeyeceğim, gereksiz önlemler almayacağım, saygıyı hak etmeyen kişi ve kurumlara da gereksiz saygı göstermeyeceğim. Bu işte bir anlam olacaksa, tamamen özgürce yazmak diye bir anlam olabilir. Olup biteni betimleyeceğim ve teşhir edeceğim. Çünkü aslında son derece önemli bir olay cereyan ediyor, kimsenin sözünü etmediği yepyeni bir olay bu. Şaşırtıcı bir şekilde düşünce dünyamız böyle bir olayı kabul etmeyi reddediyor. Bizim başımıza gelen, hiçbir zihin tarafından tam olarak algılanamasa bile belki şöyle özetlenebilir: Biz, hayatı yok edenlerin çağdaşlarıyız. İnsanlığın yaşam koşulları yıkılıyor. Diğer canlı varlıkların bizim aptal zevklerimiz uğruna köleleştirilmesi söz konusu. Bundan 65 milyon yıl önce dinozorların neslinin tükendiği zamanlardaki gibi soyların tükenme krizine girdiğini saptıyoruz. Bu durumda ne yapılacağını bilme konusunda bir yanılsama içinde değilim, kendimi beğenmişliğim de yoktur. Bilmiyorum ne yapılması gerektiğini. Ama bence, en kısa zamanda toplumu düşünme şeklimizde topyekun bir kopma gerçekleştirmemiz gerektiği kanaatindeyim. Bunun için de çok hızlı bir şekilde eski politik biçimlerden ayrılmamız şart. Burada hem sağı hem de solu hedef alıyorum. Ve tabi ki Yeşilleri de. Benim önerdiğim bir program değil ama bir bayrak. Savaş ve büyük çaplı çatışmalar içermeyen bir gelecek tahayyül etmek için, endişeliyim ama az zamanımız kaldı. Ben özgürlüğü seviyorum, eşitliği hatta kardeşliği de savunduğum için, bu saydığım değerlerin muhafaza edilmesini talep ediyorum. Dolayısıyla İnsan Haklarını savunmamız gerekiyor ama bununla da yetinmememiz gerekir. 1789’larda Fransa’da doğan düş, bizce artık sınırına ulaştı. Birey, bir sınırdır, aşılması gereken, üzüntü verici ve korkunç bir sınırdır. Birey, tacirlerin kar etmesi için, reklamın ve propagandanın kendisine bahşettiği bütün haklara sahip değildir, artık sahip olamaz, zaten de kesinlikle sahip olmamalıdır. Reklamla propaganda, kim bilmez ki, zaten aslında aynı anlama gelen tek bir sözcüktür. Mümkün olan en kısa süre içinde, bir araya gelip, İnsanlık Görevleri Evrensel Beyannamesi üzerinde çalışmalıyız. Çünkü insanın artık, korumak ve kurtulabilecekleri kurtarma konusunda bir sorumluluğu vardır. Bitkileri ve ağaçları korumalıyız. Maymunları ve uğultu kuşlarını kurtarmalıyız. Nehirleri ve taşları da. Rüzgarı ve uçurumları da. Yıldızları ve mevsimleri. Bu arada kendimizi de. Bizzat kendimizi unutmadan. Bu önerdiklerim belki zor. Çünkü televizyon yıldızları ve resmi basının küçük sahtekâr patronları, dünyanın ne kadar güzel olduğunu kolayca anlatıyor ve dünyanın her geçen gün nasıl da ilerlediğini söylüyor. Ama bence başka çıkar yol yok. O zaman beni labirentte takip edin, böylelikle birlikte ana hattımız üzerinde kaybolmamaya çalışacağız. Sizlere hakiki haberler vaat ediyorum. Alay ve kih kih de öneriyorum. Polemik de olacak burada. Ve belki de biraz umut. u Mathieu Madénian’ın kartpostalı Charlie, Ya bu ağırbaşlı kepazelik de neyin nesi? Senden nasıl söz ettiklerini gördün mü? Bu sana garip gelmiyor mu? Dur bak, bu hafta karşılaştığım bütün o insanların duygularından çok etkilendim vallahi. Ama Charb bana Charlie’de yazmamı teklif ettiğinde, aslında eğlenmeyi, teşhir etmeyi ve özellikle de birilerinin canını sıkma keyfiyle birbirine bağlanmış, bir araya gelmesi hiç olası olmayan bir direniş ağına, erotoman çizerler grubuna, küreselleşme karşıtı iktisatçılar, papaz yiyiciler grubuna katılmamı öneriyordu. Üstelik seni okuyanların sayısı da çok değildi. Seni satın aldığımda kendimi eşsiz hissediyordum. Tıpkı az kişinin bildiği bir Amerikan televizyon dizisini seyrederken keyfi gıcır olan tip gibi. Herkes Plus belle la vie’yi seyrederken sen The Wire’ı kaydediyorsun. Ve biliyor musun Charlie neredeyse başarmıştın. Tabii ya, bundan birkaç hafta önce, neredeyse tarihe karışıyordun. Bu da sağlık göstergesi değilse artık! Seninle o kadar gurur duyuyordum ki. Ve birdenbire... 3 milyon kopya, gazete bayilerinde stoklar tükendi. İyi de sen benimle dalga mı geçiyorsun yahu? Amacın nedir? Charlie, Télé 7 jours dergisinden bile öndesin! Ayıp, ayıp! Kızkardeşim bile seni aldı bugün. Bu ne lan, kızkardeşim Closer dergisine abone olan biridir! “Je suis Charlie” (Ben Charlie’yim) diyen tüm o insanlara ne demeli? Öyleyse ben de sana şöyle söyleyeyim, ben Mathieu’yüm ve ürün üzerinden hile yaptığın ve insanlarla kafa bulduğun için seni dava edeceğim. Peki ama geceleri partilerde salaklara nasıl atıp tutacağım ki? Hıyar (küçümseyen tavırla): Hey sen, ne okuyorsun? Ben (daha da küçümseyici bir tavırla): Ben mi? Charlie. Hıyar (eli omzumda): Ha evet, ama, biliyorsun, hepimiz Charlie’yiz. Ben: Hayır! Sen sadece partideki bir hıyarsın. Hollande Charlie, Valls Charlie, Sarko Charlie, Marine Le Pen Charlie olmak için ağlaklık yapıyor. PSG Charlie, Devlet Demir yolları Charlie. Hatta Arnold Schwarzenegger kendine Charlie diyor. Cehennem Melekleri’ndeki tip! İyi de artık daha neler. Aslında neden olmasın... Yok hayır, bundan daha kötü örnek yok aslında. Peki ama ben şimdi ne yapacağım? “Ben Charlie değilim” mi diyeceğim? İyi ama bunu söyleyen bir sürü kişi var zaten... Öyleyse biliyorum ne olacağını, sen beni teskin edeceksin: “Merak etme, Mathieu, birkaç haftaya her şey eski haline dönecek. Satışlar düşecek, duvarlardaki afişler yok olacak, insanlar yeniden birbirlerinden nefret edecek, siyasetçiler eskiden olduğu gibi mahkemelerde bizleri süründürüp hakaretlere boğacaklar ve nihayet sen de kendini yine biricik hissedebileceksin.” Umuyorum Charlie, gerçekten umuyorum. Yoksa bu onların, yani teröristlerin kazandığı anlamına gelir. Önümüzdeki haftayı sabırsızlıkla bekliyorum. Peace. Mathieu u ANTONIO FISCHETTI ÖLMEDILER ISTE A Toplantı salonunda genellikle Tignous, Honoré ve Elsa’nın yanında otururdum. En iyi tanıdıklarım onlardı ve zaten diğerlerinden söz edecek kadar çok yerim yok. Ama öncelikle bilmelisiniz ki geçen çarşamba yanlarında değildim, çünkü Michelina Teyzemin cenazesine katılıyordum. Bir cenaze sayesinde sağ kalmak; bak işte biri, Tignous, buna katıla katıla gülerdi. dının anlamının Oksitan dilinde “küçük hırçın” olmasına karşın, Tignous gerçekten iyicil biriydi. İnsanları, tüm insanları severdi (gerçek ve tescilli hıyarlar hariç, çünkü işte o zaman yeniden hırçın oluverirdi). Onu her tür koşulda çizerken gördüğümü hatırlıyorum: çamura batmışken, güvenlikçilerden kaçarken, hatta yakayı ele vermemek için elleri cebinde bile çizerdi. Kalemi kâğıdın üzerinde kayarak dans ederken, sahnenin her bir ayrıntısını yakalamak için avını izleyen bir kedi gibi hareketsiz kalırdı. Birinin yüzünü çizeceği zaman, ille dokunaklı bir şeyler arardı, bir duyarlılık, bir saflık, bir kırılganlık, yani özetle, üç kalem darbesiyle ortaya çıkarıverdiği bir insanlık alameti. İşte buna sevecenlik denir. Çizdiği kişilere o karikatürü mutlaka gösterirdi. O zaman insanlar kahkahayı basardı, Tignous da gülerdi. Bu muhabbetten çok zevk alırdı. Tignous’la birlikte o kadar çok röportaj yaptık ki, yeni bir yüzle kar şılaştığımda, Tignous onu çizseydi nasıl bir resim olacağını kafamda canlandırabiliyorum. O zaman da o kişi gözüme daha sempatik görünüyor. Tignous, insanlara bakışımı değiştirdi. Honoré’den aklımda kalan ise bir şair ve bir masalcı. Sizi selamlamak istediğinde önünüzde hafifçe eğilerek gözünü size diker ve “iyi misin?” diye sorardı. Honoré hikâye anlatmaya bayılırdı ve her seferinde muhatabını büyülerdi. Zaten onun başına hep inanılmaz şeyler gelirdi, örneğin bir çöp konteynerinde Raymond Queneau’nun bir resmini buluşu... Hikâyeler kadar Tarihi de severdi. Ünlü resimleri, tabloları, filmleri, reklamları dönüştürmeye bayılırdı. Honoré’nin dünyasında Notre Dame kilisesinin çörtenleri gaz maskesi takarlardı, otoyoldaki işaret levhaları felsefi sorular sorarlardı, Chaplin ve yumurcağı varoş serserisi olurlardı, goriller elektrogitar çalarlardı ve edebiyat dünyasının önde gelen isimleri bulmacaya dönüşürlerdi. Grafik palet ve Google image çağında Honoré estetik direniş yapıyordu. İlham kaynağını oluşturan gazete kupürlerindeki fotoğraflarla dolu bir dizi ayakkabı kutusunun ortasında, 1950’lerden kalma bir mimar masasının üstünde hâlâ eski usulle çiziyordu. Honoré, dünyayı daha iyi anlamak için araya mesafe koymama yardımcı oluyordu. Elsa’ya gelince, onun tutkusu kelimelerdi. Onları çözümlemeye ve onlarla oynamaya bayılırdı. Ağzından çıkan kelimeleri telaffuz etmez, onları adeta doyuma ulaşmışçasına fışkırtırdı. Eğer sizinle hemfikirse, koca bir kahkaha eşliğinde sırtınıza bir şaplak atar ve “evvvvvvveeeet, çoooook haklısınnn” diye bağırırdı ve en ufak görüş ayrılığı ise, kulak zarınızı patlatacak bir “iiiiiiiiiiiğğğğğğrenç bu” nidasına yol açardı. Sözcüklerin yüzeyi ona asla yetmez, sürekli bir ikinci anlamın peşine düşerdi. Örneğin cinsellikten söz açılmışken “içine girmek” sözcüklerini telaffuz etmişseniz, hemen suratınıza “içine girmek: içteki ine girmek” lafını atıverirdi ve siz tepki verinceye kadar bunu yinelerdi. O zaman da sigarasını yakarken gözlüklerinin üstünden size bakar ve “Biraz düşünmekte yarar var” derdi. Ama Elsa’nın keyfini asıl gıcır eden şey, insanlara mutlu olma konusunda yardım etmekti. Son konuşmamız şu sözlerle sonlanmıştı: “Sen mutlu musun Antonio? Ben mutluyum. Eh, normaldir, benim mesleğim mutlu etmek. Bundan daha önemli bir şey yok. Sence de öyle değil miiii?” Ve çat, omuza bir şaplak. Parlak olduğu kadar taşkın bir kişiliği olan Elsa, benim daha akıllı olmamı sağlardı. Tignous, Honoré ve Elsa benim dünyaya bakışımı işte böyle değiştirdiler. Bir bakıma, benimle birlikte yaşamaya devam edecekler. Ama onları yine de özleyeceğim. . . . . . YÜRÜYÜS: BIRLESTI. CHARLIE DÜNYANIN EFENDISI! . . PARIS’TE 50 DEVLET BASKANI . Bu özel sayının çevirileri gönüllü olarak Ragıp Duran, Yiğit Bener, Sedef Atam, Aslı Alanat Kılıç, Dicle Buharalı, Burcu İnal Turan, Serra Yılmaz, Ayşe Yılmaz, Burçin Gerçek, Cengiz Aktar, Tuncay Akyürek ve Özgür Mumcu tarafından yapılmıştır. Kaligrafi ise gönüllü olarak Ertan Aydın tarafından yapılmıştır. C M Y B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle