Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Günler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
27 Kasım 2012 Salı 13 “Dünya ana ve bir dağ gibi düşünmek” L D ünyayı nasıl tanımlarsınız? Dünyayı bir varlık olarak görür müsünüz? Sizce bir kimliği, ruhu var mıdır? Dünya ile olan ilişkinizi nasıl anlatırsınız? 1960’lı yıllarda insanoğlu ilk defa Dünyanın bir bütün olduğunu, sınırlarını, yeşil değil aslında mavi bir gezegen olduğunu gözleriyle gördü. Yine aynı yıllarda büyüyerek, genişleyerek ve yayılarak artan çevre sorunları, yok olan ve bozulan doğa alanları fark edilmeye başlandı. Aldo Leopold’un “Bir Kum Yöresi Yıllığı”, Rachel Carson’un “Sessiz Bahar” kitapları insanoğlunun Dünya ile kurduğu ilişkinin nasıl sorunlu bir hale dönüştüğünü kitlelere anlattı. “Modern” ve “uygar” toplumların Dünya ile ilişkisi “almak ve kullanmak” fiiliyle tanımlanabilir ve onlar için Dünya parçası oldukları canlı bir bütün değil, tüketilecek bir kaynaktır, kimliksiz bir “şey”dir. “Bir dağ gibi düşünmek” gerektiğine bir kurdun ölümünü gördüğünde inanır Aldo Leopold. “Bir Kum Yöresi Yıllığı” kitabında anlatır bu anı. Bir av gezisinde nehre bakan bir kayanın üzerinde yemek yerken, nehre giren kurt sürüsü görürler. O zamanlar bir kurdu öldürme şansını kimse kaçırmak istemez. Sürüye ateş ederler. Yaşlı bir kurdu vururlar. Yaralanan bir yavru bacağını sürüyerek kaçmaya çalışır. Koşarak yaşlı kurdun yanına geldiğinde, gözlerinde yanan hiddetli yeşil ateşin yavaşça öldüğünü görür. O an, o ana kadar sadece dağ ile kurdun bildiği, kendisine yeni olan bir şeyi, kurdun gözlerinde fark eder. Daha az kurdun, daha çok geyik demek olduğunu, kurtlar olmazsa oraların geyik cenneti olacağını sanmaktadır. Oysa yaşlı kurdun gözlerindeki yeşil ışığı gördüğünde ne dağın ne de kurdun bu görüşüne katılmadığını hisseder. “Bir dağ gibi düşünmek” terimi doğal sistemlerin elementleri arasındaki derin ve karmaşık bağlantıları takdir etmek anlamında kullanılmaktadır. “Bir dağ gibi düşünürsek” Dünya da aslında birbirini tamamlayan doğal sistemlerin anlamlı bir bütünüdür. Fikret Berkes’in “Kutsal Ekoloji” kitabını okurken, insanlığın tekerleği yeniden keşfettiğini farkettim. İnsanlık yerine batı uygarlığı demek belki daha doğru olur. Kitap Kanada’da, Kuzey Amerika’da, Alaska’da yaşayan yerli toplumların, Dünyayı ve Doğayı yaşayan bir varlık olarak kabul ettiklerini ve “varlıkların topluluğu” olarak gördüklerini anlatır. Bu yerli toplumlar, Yaratıcının evreni bir bütün olarak yarattığına inanırlar. Evrenin nasıl çalıştığını anlamak için akıl, zihin ve davranışlarını disiplin etmek insanların görevidir. Doğaya saygı duyarlar. Saygıyı dört değere dayandırırlar: Doğa bütüncül bir topluluktur, herşey herşeye bağlıdır, gelecek yedi nesili düşünerek hareket edilmelidir, alçakgönüllü davranmalıdır. Bu Dünya görüşünün dayandığı temel fikir, insanoğlunun ekosistemin bir parçası olduğudur. Dünya’nın hukuksal kimliği Dünyayı canlı ve yaşayan, insanı da içine alan bir varlıklar bütünü ve sistemi olarak gören anlayış Güney Amerika’daki topluluklarca da benimsenmiştir. Hatta, bu anlayışı Bolivya ulusal boyuta taşıdı. Dünya’ya hukuki bir kimlik verip, hukuksal haklar tanıdılar. Ülkelerinin ve insanların Dünya ve Doğa ile ilişkilierini kökten değiştirecek “Dünya Ana ve İyi Yaşam İçin Bütünsel Kalkınma” yasasını kabul ettiler. Bu yasa, Dünya Ana’yı batı uygarlığının kabul ettiği gibi sınırsız tüketime açık bir nesne olarak değil, hakları olan yaşayan bir sistem olarak tanımlar. İlk taslak 2010 yılında Bolivya’daki yerel toplulukları ile küçük çiftçileri içine alan güçlü sosyal hareket tarafından hazırlandı. Aynı yıl içinde, Bolivya Devlet Başkanı Morales, taslağın kısaltılmış halini imzaladı ve “Dünya Ananın Hakları Yasası” olarak kanunlaştırdı. Bu yıl ise daha kapsamlı olan “Dünya Ana ve İyi Yaşamak İçin Bütünsel Kalkınma Çerçeve Yasası” kabul edildi. Yeni yasada “İyi Yaşamak” kavramı bireysellik yerine ortaklığı, çoğa sahip olmak yerine yeterinceye sahip olmayı değerli kılmakta. Dünya’yı mal olarak gören kapitalist ideoloji yerine sürdürülebilirliği ve Dünya Ana ile uyumlu ilişki kurmayı öne çıkarmakta. Bu bağlamda da Dünyaya zarar veren, yaralayan uygulamalara son verilmesi için çağrı yapmakta. Yasa çevre, toprak paylaşımı, işe erişim, sağlık hizmetleri ve eğitim gibi pekçok farklı alanı etkiliyor. Tarihten gelen, dünyada pekçok yerel topluluk tarafından halen yaşatılan, Bolivya’da sosyal ve kültürel boyutta yerel toplumlar tarafından benimsenen Dünya anlayışı, bu yasa ile devlet tarafından da hukuki olarak kabul edildi. Bugüne kadar devletler tarafından yok edilen, zarar gören doğal sistemlerin yine devlet sistemleri tarafından korunması gibi çelişkili bir durumu barındırsa da paradigmatik bir değişime zemin hazırlıyor. Bolivya’da yasalarla tanımlanan yeni Dünya Ana – İnsan Devlet ilişkisi zaman içinde nasıl şekillenecek? Bolivya’daki devlet yapısı ve yönetim organları yasa ile nasıl ve ne kadar değişecekler? Dünya Ana’nın hakları devlete ve şirketlere karşı bu şekilde korunabilecek mi? Bu büyük bir merak konusu. Bolivya hükümeti yerel halkların da baskısı ile Doğa’ya hukuki bir kimlik verip, gelecek nesillerin yaşam haklarını da gözetecek biçimde Doğa’yı güvenceye alırken, Türkiye hükümeti yeni bir yasa ile Doğa’yı “torbaya” sokup, satışa çıkarmaya hazırlanıyor. Torbaya girecek Doğa’nın kıyılarında 50 metreye kadar bina yapılmasına izin verilmezken, bu 10 metreye indirilecek. Bu sahillerin kalmaması demek, ne halk ne de canlılar için. Doğa’nın kıyıları toprakla doldurulabilecek ve buralara kirleten enerji tesisleri başta olmak üzere binalar inşa edilebilecek. Sahillerdeki bozulmayı ve oluşacak kirliliği hayal edebiliyor musunuz? Köylerin meraları da kentsel dönüşüm için tahsis edilebilecek ve imara açılacak. Bu yasadan sonra köylüler hayvanlarını viyadüklerin çimenliklerinde ve parklarda otlatacaklar. Doğa’ya karşı bütün bu saldırılar, “kamu yararı” için yapılacak. Sanki doğa ile insanın kaderi ayrı imiş gibi. Doğa torbaya sokularak sonun başlangıcı hazırlanıyor. Bu ünlü Kızılderili atasözünü hatırlatıyor: “Son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda, son balık öldüğünde; beyaz adam paranın yenmeyen birşey olduğunu anlayacak.” Kadim kültürlerin öyküleri, mitosları, masalları bize Dünya’yı yaşayan bir canlı gibi tanıtır, anlatır. Yerel toplumları araştıran bilim insanları dünyanın birbirinden çok uzak, farklı coğrafyalarında yaşayan yerel toplulukların Dünya’ya bakışını “varlıkların topluluğu” olarak tanımlar. Bu varlıklar ki canlı ve cansız, görülen ve görülemeyen, işitilen ve işitilemeyen her şeyi kapsar ve hepsinin ruhu vardır.