28 Aralık 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Cumhuriyet Ankara 320/20 AĞUSTOS 2010 ANKARA ANKARA Talât HALMAN AKKARA Hâşâ Sümela Hâşâ A nne ve baba tarafından ecdadının yüzlerce yıldır süregelen memleketinin olağanüstü bir kültür anıtı, Sümela Manastırı... 1990’lı yıllarda, içler acısı bir restorasyon çalışması yapıldı orada. Hâlâ düşündükçe yüreğim burkuluyor. Yeryüzünün en ilginç kültür binalarından birini bizim vicdansız kalfalarımızdan birkaç tanesi, göz göre göre mahvetmişti. Şimdi, Kültür ve Turizm Bakanlığı, alkışlanacak bir karar alarak, 15 Ağustos 2010’da Sümela Manastırı’nda bir Hristiyan Ortodoks âyininin yapılmasına izin verdi. Komşu ülkelerden dindar ortodokslar TrabzonMaçka’nın o harika yapısına akın etti. İçeriye 500 kişi alındı. Giremeyenlere dışarıdaki ekranlarda yayın yapıldı. Kültür ve Turizm Bakanımız Ertuğrul Günay ile Fener Rum Patriği Bartholomeos çok güzel barış konuşmaları yaptılar. Bir hoşgörü ülkesi olarak imaj yaratmaya çalışan Türkiyemiz için kutlu bir olay. Dünyanın gelmiş geçmiş en güçlü aydınlarından biri olan Voltaire, Türklere hiç de hayranlık beslemiyordu. Başka uygarlıkların mirasını iyi korumadığımızdan, Müslümanların kadınlara haksızlık ettiğinden yakınmıştı ama, son derecede ilginç bir gözlemini de dile getirmişti: “Osmanlı ülkesinin dört bucağında kiliseler var. Fransa Kralı, kendi ülkesinde hiçbir cami inşa edilmesine izin veriyor mu?” Bizim atalarımız olan Osmanlıların 14. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar, İslamiyet’in “zimmî” anlayışıyla “ehli kitab”a, yani Musevilere ve Hıristiyanlara, kiliselerde ve sinagoglarda âyinlerini serbestçe icra edip dinsel ve kültürel benliklerini sürdürmek üzere, özgürlük içinde, kendi inançlarının gereklerini yerine getirmelerine izin ve imkân sağlaması, benzeri az görülmüş bir hoşgörü mucizesidir. O mucizeyi günümüz Türkiyesi, sürdürmekle kalmamalı, iftiharla geliştirmelidir. Sümela’da sadece yılda bir gün değil, sık sık âyin yapılabilmeli, Ortodokslar da, başka Hıristiyanlar da oradaki törenleri izleyebilmelidir. İsviçre, bir cami yapılmasını halk oylamasıyla reddetti. ABD’de New York’ta “İslam Kültür Merkezi” ve Cami yaratılmasına – Cumhurbaşkanı Obama ve Belediye Başkanı Bloomberg çok güzel konuşmalarıyla destek verdikleri halde– büyük bir halk kitlesi karşı koymaktadır. Amerika’nın kuruluşundaki en güçlü ülkünün “dinsel özgürlük ve hoşgörü” olduğu söylenegelmiştir. Oysa ABD’nin ilk dönemlerinde, “dinsel özgürlük” Hıristiyan çoğunluğun Musevilere ve başka din topluluklarına hak ve olanak tanımamak özgürlüğü gibi olmuştu. Osmanlı, 18. ve 19. yüzyılda da, önceki yüzyıllarda da çok daha hoşgörülü davranmıştı. Bugün, başka dinî ibadet ve yaşantılara izin vermek bakımından, yine dünyanın en anlayışlı ve ileri bir ülkesi konumuna gelmeliyiz, öteki uluslara örnek olmalıyız. YERLİ MALI “Türk Malı” başlıklı TV dizisinin başı, Türkçemizin bazı sözlerini ya da telaffuzlarını bozduğu için derde girdi. Bunların kimisi komik, kimisi trajik... Aslında güzel Türkçemizin günümüzde kullanılışı, okunuşu trajik – medyada ve meydanlarda, küçük dost meclislerinde ve Büyük Millet Meclisi’nde, ailelerde ve okullarda... Ben diyeyim çoğu yerde, siz deyin her yerde... Türkçeyi bozuyoruz, bozuyorsunuz, bozuyorlar. Referandum konuşmalarında ara sıra ağızlar bozuk, parlamentoda, pazarlarda, hatta radyo ve televizyonlarda telaffuz sık sık bozuk. “Demokrasi”yi doğru dürüst söyleyemeyen pek çok milletvekilimiz var. Futbol maçlarını anlatan profesyonellerin kimisi, “saha”yı doğru telaffuz edemiyor. Spikerlerimizden bazıları “meşale” kelimesinin canına okuyor. Arapça “fayda”dan kurtulmak için yarattığımız “yarar” sözcüğü, tümden Türkçe olmasına rağmen, uzun ünlülerden nefret eden bazı gençlerin ağzından nedense “yarârına” gibi çıkıyor. Bir dil keşmekeşi (bugünkü tercihimizle “kargaşası”) içindeyiz ki demeyin gitsin. Ne var ki, ne derseniz deyin gitmiyor da, kulaklarımızı tırmalamayı sürdürüyor. Günümüzün derdi mi bu? Eskiden sanki her Allahın kulu Türkçeyi mükemmel mi konuşurdu? Ne gezer? Millet Meclisi’nde yarım yamalak eğitim görmüş bazı vekiller, kürsüde konuşurken, Türkçenin kafasını gözünü yararlardı. Bazı edebiyat hocaları, yerel şiveleri yüzünden alay konusu olurdu. Her ülkede, sevgili okurlar, her zaman her dili olağanüstü güzel konuşan bir avuç örnek insan da olmuştur, berbat eden kitleler de. Ve her yerde taşra şiveleri, azınlıkların ve yabancıların yanlış kullanımları fıkralarla tiyatro oyunlarının malzemesi olagelmiştir. Karagöz geleneğimizi unutmayalım. Önceki dönemlerden günümüze gelen ve bugün bile canlı tutulan gölge oyunlarında, en belirgin mizah ögesi, dil sürçmeleri, yanlış telaffuz, deyimleri ve kavramları kasten ya da cahillik yüzünden dili bozmak değil midir? Dolayısıyla “Türk Malı” dizisi, TV’de yasaklanırsa “Karagöz”e de yasak koymak gerekecektir. 1927’de ülkemizde radyo başladığından 1969’da TV ve ardından yüzlerce özel radyo yayına girinceye kadar, İstanbul Türkçesinin en güzelini, en doğrusunu işitirdi kulaklarımız. Sonra medyada dil tragedyası egemen oldu. Eski radyo spikerleri, hiçbir hata yapmazdı. Türkiyemizde kırk yıl, telaffuz yanlışı yapmayan kırk spiker vardı belki. Şimdi ise radyo ve televizyonlarımızda hatasız konuşamayan binlerce spikerimiz ve konuk konuşmacımız var. Günümüzün teknolojisi, dile özen göstermeyen yarı aydınların kurbanı... 6570 yıl önce halkımızı “yerli malı” almaya özendirmek için bir kampanya açılmıştı. “Yerli malı / kullanmalı” diye bir teranesi vardı. Şimdi “Türk Malı” onun yerini aldı. Yazık oluyor dilimize. Türkçeyi el birliğiyle, cahil birliğiyle katlediyoruz. Kurtarmamıza izin verilir mi acaba? Televizyon, dili doğru dürüst öğretmek ya da berbat etmek bakımından en etkili araçtır. Ben bu yazıyı kaleme alırken, birkaç kanalda gezinti yaptım, yarım saat içinde, beş ayrı spiker ve sunucu, “ayıp” denecek kadar kötü okuma hatası yaptı. Biri “resmigeçit” yerine “resmî geçit”, bir başkası “halim selim” yerine “hâlim selim” demez mi? Telaffuz hatalarını nasıl giderebileceğimizi 1520 yıldır yazılarımda, konferanslarımda, mülâkatlarımda anlatıp duruyorum. Radyo ve televizyonlarımız için oldukça kolay usullerin fazla bir yatırım ya da harcama gerekmeksizin uygulanabileceğini söylüyorum boyuna. Bunları dinleyenler, okuyanlar arasında bakanlar, genel müdürler, rektörler, dil uzmanları, prefesörler, iletişimciler de vardı. Ama hiç kimse aldırış etmedi, etmiyor. İşte bunun pek ilginç bir nedeni vardır: Karar konumunda bulunan yetkililer, kendilerinin düşünmedikleri, başkalarının önerdiği en makul, en pratik, en yararlı tasarıları kabul etmezler, uygulamazlar. Eski deyimle bu, “izzeti nefis”lerini incitir. “Fikir babası” başkasıdır diye korkarlar. Atatürk’ün çok büyük bir lider olmasında, kimden gelirse gelsin, her değerli öneriyi dinlemesinin, akıllı ve yararlı düşünceleri benimseyip uygulamasının önemli bir payı vardı. Sonraki yöneticilerimizin pek azı, Atatürk’ün bu dâhi davranışından ders aldı. O yüzden, çok kolay çözülebilecek nice sorunumuz yüzüstü kalır. Dinleyip öğrenmesi gereken devlet adamlarımız, konuşmaktan dinlemeye ve sorun çözmeye vakit ayıramıyor ki! 19
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle