Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
6 28 ŞUBAT 2021 MUBI’de izleyiciyle buluşan ve her biri günümüz sinemasının usta isimlerine ait olan üç kısa film salonlardan uzak kaldığımız şu dönemde ev sinemasını farklı bir boyuta taşıyan izleme deneyimleri sunuyor. Sinemada kısa film, edebiyatta öykünün karşılığı mı? Sıkılıkla öykünün romana giden bir yol olduğunu sanmakla kısa filmin de uzun metraj filmlere giden yolda zaruri bir basamak olduğu yanılgısı benzer bir algının ürünü gibi gelir bana. Hatta bu sinemada çok daha yaygın bir algı, çok daha vahim bir hata bana sorarsanız. Kısa film denen türün başlı başına bir biçem olduğunu anlamadan sinemaya dair de kavrayışımız hep biraz eksik kalacak sanki. MUBI’de Yorgos Lanthimos, Peter Strickland ve Luca Guadagnino’nun kısa filmlerini izledikten sonra bunları düşündüm işte. tuhaf Üç usta sinemacının filmlerini izlerken “tuhaflık” meselesi ilk öne çıkanlardan biriydi benim için. Gerek Strickland gerekse Lanthimos zaten bugüne dek bu tuhaflık duygusunu alabildiğine uyandırmış sinemacılar, yeni değil onlar için. Tuhaf ya da acayip gibi sözcükler, onların filmlerini bir başkasına anlatmak için sıklıkla tercih ettiğimiz kavramlar. Zaten her iki sinemacıyı da bugün sinefiller gözünde bir şekilde benzersiz kılan özellikleri kendilerine ait bir dil oluşturma çabaları, kendi özgün yollarını bulabilmiş olmaları değil mi? Lanthimos’un “Nimic” adlı filmi edebiyatta ve sinemada çok örneklerini gördüğümüz bir doppelganger (ikiz hayalet desek?) hikâyesi. Bir oda orkestrasında çello çalan bir aile babası (Matt Dillon) günün birinde metroda bir kadına saati sorar ve aldığı yanıt aynı soruyu kadının ona sorması olur. Bu andan itibaren kadın adamı takip etmeye ve onu bire bir taklit etmeye başlayacak ve sonuçta onun kimliğini (benliğini, hayatını, işini, her şeyini) çalarak yerini alacaktır. Kimlik meselesi Lanthimos’un oldum olası temel izleklerinden, burada da aynı minvalde ilerlemesi şaşırtıcı değil elbette. Başlangıçtaki jenerikten (tam burada şunu belirteyim, her üç filmin de jenerikleri özel kodlar içeriyor kanımca) itibaren bu kaybolan, değişen, bozulan kimlik meselesini ele alan Lanthimos, 11 dakikalık filmi kara mizahla ve müzikle de harmanlayarak bir oya gibi işliyor. İzlerken ve izledikten sonra uzunca bir süre geçmeyen tuhaflık hissi ise cabası. deneysel Peter Strickland sinemasında ses başat unsurlardan biri. Onun 2012 tarihli filmi “Berberian Sound Studio”yu ya da 2014 yapımı “The Duke of Burgundy” adlı filmini izlemiş olanlar bu dediğimi anlayacaktır; hatta ikincisinin sonunda akan jenerikte listelediği ses kayıtlarını da anımsayanlar onun ne derece bu konuda takıntılı ve titiz olduğunu da teslim edecektir. İşte Londra Kısa Film Festivali’nin bir siparişi üzerine çektiği ve ASMR (Autonomous sensory meridian response, ya da bize tercüme edilmiş haliyle, otonom duyusal meriyen tepkisi) deneyimine dair 6 dakikalık kısa filmi “Cold Meridian”da da yine ses en ön planda yerini almış. Açıkçası ASMR hakkında bu filmi izleyene ve Cold Meridian Nimic Cumhuriyet Pazar okurları için üç kısa film izledik Kısa güzeldir The Staggering Girl EMRAH KOLUKISA Luca Guadagnino, Yorgos Lanthimos ve Peter Strickland’in filmleri kısa filmin sınırlarını zorluyor, sinemanın düşselliğini araştırıyor. DEVAMLILIK HATASI Strickland’ın filmle ilgili sunumunu okuyana dek hiçbir şey bilmiyordum. Meraklısı daha derin bir araştırma yapsın elbette, ama kısaca anlatmak gerekirse bazı seslerin (fırçanın saçı tararken çıkardığı ses, kalemin kâğıtta çıkardığı ses ya da birinin fısıltıyla konuşurken çıkardığı ses gibi) kişiyi nasıl sakinleştirdiği, huzurla dolduğu, hatta özgün terimiyle beyinsel orgazma ulaştırdığına dair bir teori bu. Sadece bunun için beste yapan müzisyenler var ve Strickland hem müziği hem sesleri hem de performans sanatını harmanlayarak siyah beyaz alabildiğine tuhaf ve son tahlilde tam anlamıyla deneysel bir film koymuş ortaya. İçinde günümüzün sosyal medya karmaşasının; distopik bir tasvirin, bireyi gözetlemeye, kontrol etmeye dair aşina olduğumuz imgelerin de yer aldığı etkileyici bir film “Cold Meridian”. düşsel 37 dakikalık süresiyle üç filmin en uzunu olan “The Staggering Girl” (Çarpıcı Kız) Luca Guadagnino’nun, Valentino’nun haute couture kreasyonlarından ilhamla çektiği ve son tahlilde uzun bir reklam filmine yaklaşan bir deneme olmuş. Julianne Moore, Kyla McLahlan, Mia Goth, Alba Rohrwacher, Marthe Keller gibi isimlerin bulunduğu güçlü oyuncu kadrosuna rağmen beni çok tatmin etmeyen, düşsel atmosferi dışında üzerimde etki bırakmayan bir film oldu açıkçası. Düşsel demişken şunu da açmak gerek; Her üç film de izleyicide düşlere özgü bir izlenim yaratıyor. Lineer bir anlatıma da sahip olsa (“Nimic”de olduğu gibi) bilinçakışı bir anlatıma da (diğer iki filmde buna yakın bir üslup var) o düşsel atmosferi sağlamakta başarılı olmuş sinemacılar. Hatta Strickland filmini siyah beyaz çekerek bu anlamda bir adım ileri gitmiş bana sorarsanız, zira düşleri aslında siyah beyaz görüyoruz, sonradan hatırladığımızda zihnimizde renkleniyorlar. Öte yandan kısa metrajlı bir filmin, hele de deneysel tonlara sahipse, düşsel olmasından daha güzel ne olabilir ki? Her seferinde farklı bir başlangıç noktası anımsadığınız, bir anda kesiliveren, tam anlamıyla anımsamadığınızda bile bir düş gördüğünüz hissini size yaşatan... Müziklere dikkat OTOBÜSTEKİLER L uca Guadagnino’nun filmi “The Staggering Girl”ün Ryuichi Sakamoto imzalı müzikleri muhtemelen filmin en güçlü unsuru. Daha önce de “Call Me By Your Name” için müzik yapan Sakamoto’nun “The Staggering Girl” için bestelediği ve filmin tuhaflığına büyük bir katkı sunan soundtrack’i dijital platformlarda bulabilirsiniz. Öte yandan tam bir ses manyağı olan Peter Strickland’ın filminde de müzik yine önemli bir yer tutuyor. Tabii ki “Cold Meridian” daha çok ses üzerine olduğu için müzikler bir anlamda geri planda kalmış gibi duruyor ama Blake Hargreaves’ın saatler süren doğaçlamalar sonucu bestelediği ve bir kısmı filmde de kullanılan 11 dakikalık müziğinin tamamını internette bulabilirsiniz. Yorgos Lanthimos’un “Nimic”inde ise baş karakter bir çello sanatçısı olduğu için klasik müzik yer kullanılmış. Şef Lizzy Ceniceros yönetimindeki Orquesta Iberoamericano’nun çaldığı müzikler Benjamin Britten ve Luc Ferrari’ye ait. İşin bir ilginç yanı da ASMR ilhamlı müzikleri sıralayan Strickland’in de adını saydığı bestecilerden birinin Luc Ferrari oluşu. 28 ŞUBAT 2021 SAYI: 1616 pazar.dergi@cumhuriyet.com.tr İmtiyaz Sahibi: CUMHURİYET VAKFI adına ALEV COŞKUN Genel Yayın Yönetmeni Aykut KüçükkayA Sorumlu Müdür OLCAY BÜYÜKTAŞ AKÇA n Yayın Koordinatörü hilal köse ÖZTÜRK n Görsel Yönetmen münevver oskay n Editör deniz ülkütekin n Sayfa Tasarım EMİNE BİLGET n Reklam Genel Müdürü Ayla Atamer Törün Reklam Yönetimi: Yenigün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık AŞ. Prof. Nurettin Mazhar Öktel Sk. No: 2 34381 Şişli/İstanbul Tel: (0212) 343 72 74 (20 hat) Faks: (0212) 251 98 68 eposta: reklam@cumhuriyet.com.tr Baskı: İleri Basım Mat. Amb. Reklam Tanıtım Yay. ve Teknik Hiz. Tic. A.Ş. Yenibosna Mah. 29 Ekim Cad. No:11A/41 Bahçelievler İstanbul Dağıtım: Turkuvaz Dağıtım Pazarlama A.Ş. Yaygın süreli yayın Sözcüklerin anlamları bulanıklaşırsa Dil ve düşünce Dil ile düşünce arasındaki ilişkiyi betimleyen çok güzel bir metafor vardır. Dil ile düşünce bir kâğıt tabakasının iki yüzü gibidir derler. Yani bir kâğıt parçasının iki yüzünü birbirinden ayıramayacağınız gibi dil ile düşünceyi de birbirinden ayıramazsınız. Bir şeyi düşünmeye başladığınız an hemen zihninde sözcüklerin belirdiğini fark etmeyeniniz yoktur. Deneyin göreceksiniz. Kendinizi bir yoklayın bakalım, dil olmasaydı, örneğin bir ağaca baktığınızda o ağaç için ne düşünürdünüz? Bodur, yaşlı, yapraksız ya da sağlıksız olduğunu düşünebilir miydiniz, bunun için sözcüklere gereksinimiz olmaz mıydı? Bu sözcükler olmasaydı ne düşünecektiniz, bilmiyoruz. Belki de hiç! O ağaç için daha başka şeyler de düşünebilirsiniz ama yine sözcüklere gereksinimiz var. Ya da o ağacı bir başka ağaçla karşılaştırmak isteseniz nasıl karşılaştırırsınız, birbirine göre birinin daha uzun ya da kısa, gövdeli ya da ince olduğunu düşünebilmeniz için elinizde “uzun”, “kısa”, “gövdeli” “ince” sözcükleri bulunmalı. HHH Öte yandan bir insanın bir konuda bir düşüncesi var mı yok mu, bunu ancak o düşünce dile dökülürse anlayabilirsiniz. Yoksa o kişi size istediği kadar, kafasında çok düşünce bulunduğunu söylesin, hiç önemi yoktur. Dile dökülemeyen düşünce düşünce değildir. George Orwell’ın 1984 adlı romanının çevirisine yazdığım önsözde “düşüncenin yayılım alanı”ndan söz etmiş, bunun ülker ince nasıl sözcüklere bağlı olduğunu örneklemiştim. Diyordum ki aynı anlam alanını paylaşan sözcükler arasındaki ayrımı bilmezseniz o ayrımlara dayalı olarak dile getireceğiniz bir düşünceniz de Kendinizi bir yoklayın yoktur. “Laf/söz”, “söylem”, “üslup” sözcüklerini örnek veriyordum. Hepsine “söylem” derseniz, üçünü tek sözbakalım, dil olmasaydı, cüğe indirgerseniz, yazarken ya da konuşurken, örneğin, “Şimdi burada bunlardan hangisini kullanmalıyım, hangisi örneğin bir ağaca baktığınızda uygun?” diye durup düşünmenize gerek yoktur. (Evet, sözcük seçerken düşünürüz ama bazen bu süre fark etmeyeceğimiz kadar kısa olduğu için düşünmediğio ağaç için ne düşünürdünüz? mizi sanırız) Sözgelimi yukarıda andığın sözcüklerin hepsi birse, hangisini kullansak olursa ne düşüneceğiz? Düşünmeyiz. HHH Dilin daraltılmasına, sözcüklerin anlamlarının bulanıklaştırılmasına itirazı olmak gerek. Soyut konuşmayayım diye size yakıcı bir örnek vereyim. “Yapmak, etmek, olmak” sözcükleri var, biliyorsunuz, sonra bir de “gerçekleştirmek” sözcüğü çıktı. Ne zaman çıktı bilemeyeceğim ama, “yapmak, etmek, olmak” sözcük lerinin kapsamının dışında bazı durumları ifade edebilmek için çıktı. Nedir o durumlar? Toplantı yapılır, görüşme yapılır, pazarlık edilir, açıklama yapılır, tövbe edilir ya da açıklamada bulunulur. HHH Pekiyi ne gerçekleştirilir? Plan program gerektiren, sonuçlandırılması uzun zaman alan ve çeşitli engellerin aşılmasına bağlı olan eylemler “gerçekleştirilir”. Bir tasarı, bir proje hayata geçirilirse, bir tasarı, tasarı olmaktan çıkarılmış, somut bir gerçeğe dönüştürülmüşse “gerçekleştirilmiş” olur. Yani “gerçekleştirmek” sözcüğünün ek anlamları vardır. Her hafta yapılan toplantı bu haftada da yapıldıysa, sözgelimi, “Ekonomi konseyi toplantısı yapıldı” denir ya da “görüşme yapıldı” denir. Ama bütün köylere bir tiyatro kazandırmak diye bir tasarı varsa, o tasarlanan şey gerçeğe dönüştürüldüyse, “Bütün köylere bir tiyatro kazandırma tasarısı gerçekleştirildi” denir. Toplumsal uzlaşımlar gereği biz bu işin uzun zaman aldığını, büyük çabalara mal olduğunu da anlarız. Söylenmemiş bir bilgi de elde ederiz yani. HHH Sıradan insanlar bu anlam farklarına dikkat etmese kıyamet kopmaz ama yazılı ve sözlü medyanın dile karşı da sorumluluğu vardır, örnek olma sorumluluğu vardır. Törpü gibi çalışmamalı, sözcüklerin anlam farklarını gözetmek yerine gözünü kırpmadan törpülememelidir. “Falan partinin grup toplantısı yapıldı”, yerine “gerçekleştirildi”, “Filan kişiyle falan kişi görüştü” demek varken “bir görüşme gerçekleştirdi” demekte ısrar ederse, bir gün, yapmak, etmek sözcükleri kullanımdan kalkar, bu da düşünce açısından alan kaybına yol açar. Dili yoksullaştırmaya çalışmak kimin işine yarar acaba? Kemal Urgenç