Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
4 12 TEMMUZ 2020 O günler gelecek Sarılma Ecem Doğru H içbirimiz hiçbir nedenle birbirimizden ne daha değerliyiz ne de daha değersiz oysa. Tanrı olmadığımız için bugün ötekileştirdiğimiz belki de yalnızca biziz. Aynı bütünlüğün iki parçası, aynı örtünün iki ucu. Şu an, sadece bir bakış açısı. Kişiye ve özellikle de kimliğine ilişkin bir beklenti. Ne sabit ne vazgeçilmez. Yok artık! Abartmış olmalıyım. Unutun bu son yazdıklarımı ve kusuruma bakmayın lütfen. “Duygu insanların nasibidir.” Yaşamında incelikleri olan insanlar yine bir araya gelecekler. Birbirlerini bulup sarılacaklar yeniden. Gelişmek için daha çok okumayı, daha çok çalışmayı; çalışmak için daha çok düşünmeyi tercih edecekler. Alışkın oldukları açık, samimi, sıcak, zor zamanlarda omuz başında biten ilişkileri örecekler yeniden. Haklı ve doğruyu bir çocukmuşçasına hemen kabul eden insanları büyütecekler. Dayatılanın, öğretilenin aksine ve olasılıkların eleştirisini yaparak yalnız kalmamayı seçecekler. Aynı dünya görüşünü paylaşmayanın, aynı giyinmeyenin de yaşam hakkını korumayı, hakikati görüp ortaklaşmayı isteyecekler. Merhamet ve onur duygusuna sahip olmayı üstün tutacak ve savunacaklar. Bu duygulara sahip olmaktan asla ümitlerini kaybetmeyecekler. Barbar dünyaya inat bağlar kuran, dayanışan, paylaşan ve hatta halay çeken günleri hayal edecekler. Yıkımın, yıkıcılığın ve sömürünün, düşmanlığın müsebbibi olanların bunu tercih etmekten vazgeçtikleri günü hayal edecekler. Çünkü onlar değil çoğunluk! Ne yaşadıkları bir çoğunluk, ne de kendileri… Bunun için de belki bazı şeylerden vazgeçmek, bazı şeyleri reddetmek gerekecek. Reddetmek. Reddetmek ve umut Başka önceliklerini vicdanına tercih edenleri, aşk sanılan sahtelikleri, umut sanılan mış gibileri ve en önemlisi bütün bunların ortağı olmayı reddedecekler. Yabancılaşmayı ve gerilemeyi reddedecekler. Üsttenci, faydacı ve menfi bakış açısını reddedecekler. Kim olduklarını söylemekten çekinmeyecekler. Yasaklanan samimiyeti okuyarak ve yaşayarak yeniden kazanacaklar. Sevgiye inanacaklar. Sevmeye ve kollamaya... Queen’in “Bohemian Rhapsody”sini derin çığlıklarla haykıracaklar. Ve o haykırışların içinden, 19. yüzyılda yine bir salgın döneminde, gözleri gönlüne akan Veysel Baba’ya ulaşacaklar. “Beni hor görme gardaşım Sen altınsın ben tunç muyum? Aynı vardan var olmuşuz Sen gümüşsün ben saç mıyım? Ne var ise sende bende Aynı varlık her bedende Yarın mezara girende Sen toksun da ben aç mıyım?” Âşık Veysel’in 20. yüzyılda yazdığı bu mısralar, dünyayı yerle yeksan eden bir salgın döneminde, 21. yüzyılda, kulaklarda yankılanmaya devam ediyor. Kitaptan bazı konu başlıkları: u Ergenlerde disiplin u Yeme bozuklukları u Teknoloji bağımlığı u Akran zorbalığı u Okul fobisi u Boşanma ve çocuk u Ailede iletişim hilal köse Figen Atalay, Darüşşafaka’da orta ve lise eğitimini tamamladı. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi mezunu. Üniversite üçte başladığı gazetecilik mesleğinde yaklaşık 35 yılı devirdi. Bir çocuk annesi. Babıâli geleneğinden geliyor, onu sosyal medyada çok aktif göremezsiniz, yazdığı kitabı edinin, zira başucu kitabı olacak nitelikte... Figen Atalay’ın ilk kitabında tam 100 soruna çözüm önerileri var Asıl sorumlu her zaman Figen Atalay, eğitim denince ilk akla gelen gazetecilerden. Eğitim, malum ülkemizde giderek içi boşaltılan bir kavram. Kaç sistem değişti bizim kuşak mezun olalı saymak da imkânsız. Doğal olarak anne baba yolculuğunuz da doğumdan itibaren kaygılarla başlıyor. Nasıl bir eğitim? Hangi okul? Özellikle bu iki soru ensenizde Demokles’in kılıcı gibi. Atalay’ın kalemi, takip edenler bilir çocuk odaklı bakış açısıyla her zaman yol gösteriyor. İlk kitabı “100 Soruda Anne Babalık RehberiKahvaltıda Dondurma” Cumhuriyet Kitapları’ndan çıktı. Kitapta konunun gerçek uzmanları bütün can alıcı meselelere açıklık getiriyor. İlk çocuğunu doğuranın uzmanım diye ahkâm kesmeye başladığı sosyal medya çağında ilaç gibi. Kitabın bir diğer önemli işlevi de çocukla kurulacak ilişkide aydınlatıcı olması. Okuduğumdan anladığım, özetle, çocuğunuzla küçük yaşta sağlıklı ilişki kurabilirseniz, eğitim hayatını da o derece başarılı yönetebiliyorsunuz. Gerisini kendisinden dinleyelim... anne! u Kitap fikri nasıl doğdu? Anne babalara rehber olabilecek bir kitap hazırlamamı Işık Ağabey (Kansu) istedi benden. O zamana kadar hiç düşünmediğim için önce biraz tereddüt ettim ama inanılmaz destek verdi, cesaretlendirdi. Onun sayesinde bu kitap çıktı ortaya. HERKES TABLETTEN ŞİKÂYETÇİ Figen Atalay u Annelik, babalık çok genel bir başlık bir anlamda. Mesela hangi anne ve babalar özellikle okumalı bu kitabı sence? Doğrusu çevresinde çocuk olan herkesin okumasını isterim, çünkü büyük bir bilgi kirliliği var her konuda. Bir sorunla karşılaştığımızda, doğru mu yapıyoruz yoksa yanlış mı bilemediğimizde, anında doğru bilgiye ulaşma şansımız yok. İnternette herkes başka telden çalıyor, kafamız karışıyor. Bu kitapla kafa karışıklığını gidermeyi, küçük çocukların, ergenlerin bulunduğu hemen her evde yaşanan ortak sorunlar ve durumlarla ilgili hem bilimsel bilgiler hem de somut öneriler vererek anne babaların hayatını kolaylaştırmayı istedim, benzer çok sorun yaşadığım için. u Gerçekten de ihtiyaç duyduğumuz bütün başlıkları çok güzel ele almışsın. Nasıl bir elekten geçirdin sorunları sıralarken? Kitapta yer alan konu başlıklarını, değerli akademisyen Prof. Dr. Bahar Gökler ile birlikte oluşturduk, sonra da konulara göre alanlarındaki çok yetkin bilim insanlarına ulaştım. Bu kitapta yer almayı kabul ettikleri için hepsine bir kez daha teşekkür etmek isterim. Senin de dediğin gibi “bilimsel temel” çok önem liydi ama bir yandan da kolay okunabilir olması, yaşanan sorunlara somut öneriler içermesi gerekliydi. 10 soru10 yanıt formatıyla da bunu gerçekleştirmek istedim. Sorular, Zeynep’i büyütürken yaşadıklarım, çevremde gözlemlediklerim ve kitapta yer alan akademisyenlerin sık karşılaştıkları sorunlardan yola çıkarak oluştu. u Eğitim alanında uzun zamandır çalışan bir gazeteci olarak pek çok anne babayla da iletişimdesin. En çok hangi konu da desteğe ihtiyaçları var son dönemde? Son zamanlarda en çok duyduğum yakınma tablet ve cep telefonu bağımlılığı. Bununla başa çıkamıyor anne babalar. Çocuklar için her şey; kitap okuma, ödev yapma, ders çalışma, yemek yeme... Hepsi tablete, telefona kavuşmak için yapılan mecburi görev gibi! “Biz yaz tatilinde sokaktan eve girmezdik, çizgi romanlar okurduk, saklambaç oynardık” cümlesi onlar için bir şey ifade etmiyor. Bütün dünyanın sorunu bu ve sınırlamak dışında bir çözüm mümkün değil gibi. Odaklanamamak, tatminsizlik, mutsuzluk da annebabalardan duyduğum şikâyetlerden. u Sence annelerin yaptıkları en önemli hatalar ya da hata nedir? “O kadar yazdık, değiştiremedik” dediğin yanlış tutumlar neler? Annelik normal bir durum değil! Bir yerde “gerçek aşk annebebek” arasındadır diye bir söz okumuştum. Birine bu kadar büyük sevgi duyunca hata yapmamak imkânsız gibi. Kıyamıyoruz çocuklarımıza, hiç üzülmesinler istiyoruz. O zaman da yanlış yaptıklarında doğruyu göstermiyoruz. “Aman özgüvenleri zedelenmesin” diye sürekli pohpohluyoruz, yerli yersiz övüyoruz, bunun “kof” bir özgüven olduğunun farkında bile olmadan. u Ben de sorgulayacağım kendimi! Öyle olmamak lazım... Bir de belki en önemlisi çocukların kapasitelerini, potansiyellerini doğru değerlendirmiyoruz, hepsi üstün yetenekli, hepsi çok zeki. “Geleceğin Fazıl Say’ı” diye yıllarca özel dersten resitale koşturduğumuz çocukların büyük çoğunluğunun aslında müzik aleti çalmaya ne yeteneği ne de ilgisi olduğunu kabul etmiyoruz. Bunlar hep annelerin marifetleri. Babalar daha tarafsız gözle görebiliyor ve anneler gibi “hırslı” değiller. u Babaların hiç kusuru yok mu yani? (Gülüyor.) Babalar, istisnalar dışında des tek görevinde! Asıl sorumluluk her zaman annede. Çocuk ne yiyecek? Sütü var mı? Öğretmeniyle mi görüşülecek? Hastalanınca evde kim kalacak? Hangi okula gitsin? Hafta sonu ne yapılacak? Bunlar ve benzeri tüm organizasyonları anne yapar, babalar destek verir! Babaçocuk ilişkisine gelince, doğru kurulan bir iletişimin, çocuk gelişimi açısından önemini söylemeye gerek yok elbette. KEŞKE İKİ YILI KIZIMLA GEÇİRSEYDİM u Sen de bir kız çocuk büyüttün, o şimdi üniversitede. Yeniden bebek sahibi olsaydın neleri yapardın ya da yapmazdın? Hamilelikte önemli bir sorun yaşamadım, çok da istiyordum anne olmayı ve kızımı heyecanla bekledim. Doğum sonrası 2 gün de kolay geçti, tam “anneler bu işi çok mu abartıyor” derken gaz sancıları, nedensiz ağlamalar, katılmalar, uyku sorunu vb. derken zor günler ve geceler başladı. Bir yandan da çalışıyordum elbette ve ilk yıllar zor geçti. İkinci bebeğin daha rahat büyüdüğü söyleniyor hep. Şimdi olsa ne yapardım ya da ne yapmazdım bilemiyorum, muhtemelen daha az kaygılanırdım “başım ağrıyor” dediğinde “ya çocuğun beyninde bi şey varsa” diye hayatı kâbusa çevirmezdim sanırım. En azından ilk iki yıl kızımla daha çok birlikte olmayı da isterdim. u Anne baba ilişkisi sence çocuğu nasıl birine dönüştürüyor? Bu soru en zoru! Her çocuğun psikolojik yapısı farklı, her evin ortamı da ama genel olarak anne baba arasında uyumlu, sevgi ve saygı dolu bir iletişim varsa çocuğa da yansıyor. Gerginlik ve çatışma ortamı da çocuğu mutsuz ediyor, huysuzlaştırıyor. Genellemeler, damgalamalar, suçlu aramalar doğru değil. Mutsuzluk da mutluluk da bulaşıcı. Çocuklar mutsuz değil mutlu evleri tercih eder bazen tek ebeveyn olsa da... Katliamcı askerler öldürürken müzik dinliyor, dans ediyorlardı Soykırımı çağıran müzik Bİ DÜNYA İNSAN yan o oldu” diye anlatıyor. Öldürmeyenler, yağmacı olmuşlardır. Komşunun komşuya bu vahşetini “Tanıdık Soykırımı” diye çevirmeyi uygun gördüm, “genocide of proximity” deniyor. Yıllar boyunca birbiriyle selamı sabahı olan insanlar birbirinin katili olabiliyor yani. 2 0 . yüzyılın sonlarına doğru yaşanmış Ruanda soykırımının suçlularından Felicien Kabuga, 16 Mayıs’ta Fransa’da yakalandığında çok sevinmiştim. Soykırımdaki rolü gayet iyi bilinen bu uğursuz yıllarca saklanmayı başarabilmişti. Yakalandığında 84 yaşındaydı.1997’de, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin (UNSC) soykırım sorumlularını yargılamak üzere kurduğu Ruanda İçin Uluslararası Ceza Mahkemesi (RUCM), Kabuga’yı “insanlığa karşı suç işlemekle” yargılayacak. 1994’te, yüz gün sürmüş saldırılarda çoğu Tutsi, çok azı da ılımlı Hutu olan 800 bine yakın insan katledilmişti. Başkent Kigali’den kırsal bölgelere kaçmak isterlerken yollarda ya da sığınmak istedikleri kiliselerin merdivenlerinde kurşunlanarak ya da kafaları kesilerek öldürülen insanların görüntüsü hâlâ aklımdadır. HER ŞEY RADYOYLA BAŞLADI Kabuga adlı katil Ruanda’nın en zenginlerindendi. Soykırımdan bir yıl önce kurduğu bir radyo vardı; Radio Television Libre des Mille Collines (RTLM) adında. Ruandalılar bu radyonun kuruluşunu bir dönüm noktası sayarlar. Çünkü bu radyodan önce, devlet denetiminde çok az özel radyo istasyonu vardır ülkede, kısa dalga yayın yapan. Nefret ya Felicien Kabuga yınlarıyla, soykırımcıları yönlendirmesiyle binlerce insanın canının alınmasında payı vardır RTLM’nin. Bu amaçla kurulmuştur zaten. Örneğin, Tutsilerden “hamamböceği” diye söz eden radyo, soykırım başladığında öldürüleceklerin isimlerini, nerede bulunabileceklerini düzenli olarak yayımlıyordu. Katil askerlere yol gösteren bir radyo olmuştu. Ruandalı Tutsiler kendilerini “şeytanlaştıran” şarkılarını hâlâ anımsıyorlar bu radyonun. Çaldığı şarkılarda açık açık Tutsilerin imhası istenmektedir. Soykırımların, katliamların, yok etmelerin birdenbire geldiğini düşünen varsa yanılır. Aniden patla yan soykırım, katliam yoktur. Bunların hazırlığı önceden yapılır. 1994 Ruanda soykırımından çok önce, aralarında MUSTAFA K. ERDEMOL RUANDA ŞİMDİ ÖRNEK İşte bu Kabuga denen adamın radyosu devlet başkanı Juvenal Habyarimana’nın hiçbir dini, etnik fark bulunmayan (hâlâ öldürüldüğü haberini intikam çığlıklarıyla neyi paylaşamadıkları bilinmeyen) Tutsiler ile Hutular arasında suni farklılıklar yaratılmıştır öncelikle. İş duyurdu. Hutu olan başkana suikastı Tutsi bir örgüt olan Rwandan Patriotic Front (Ruanda bulmaktan seyahate kadar her alanda özgürlükleri kısıtlanan Tutsiler ülkenin istenmeyenlerine çevrilmiş Yurtsever Cephesi) gerçekleştirmişti. Tutsilere saldırı için bundan daha iyi gerekçe olamazdı. Radyo tir. İki grup arasında silah ticareti yapan başta Fransa “hamamböceklerine ölüm” diyerek soykırımı başolmak üzere emperyal güçlerin de bu “farklılıkları” lattı. Soykırım boyunca sürekli müzik yayını yaptı. derinleştiren tutumları soykırıma giden yolu hazırla Hutu askerlerle sivil milislerinin, Tutsileri öldürür mıştı. Hazırlığı uzun, uygulaması çok hızlı olmuş bir ken yanlarında taşıdıkları radyolarından müzik din soykırımdır Ruanda’da yaşanan. lediklerini, dans ettiklerini söylüyor görgü tanıkları. İnsanoğlunun/kızının güzelliklerinden biri olan mü BEKLEMEDİĞİNDEN GELEN ÖLÜM Tanıkların anlatımında, daha sonra Bosna Savaşı’nda da gördüğümüz kimi olaylar vardır ki, çok benzerler birbirine. Birbirlerinin evinde haftanın en az iki günü kahvaltıda buluşan Boşnak ile Sırp komşular nasıl daha sonra birbirlerinin katili oldularsa, Ruanda soykırımında da aynısı olmuştu. Herkesi aynileştiren dediğim bu. Soykırımdan kurtulan bir Ruandalı, “Hutu komşumuz saldırıların başladığı sabah evimize gelip ‘sizi öldürmek istemiyorum, gidin’ dedi bize ama evimizi ilk yağmala ziğin bir vahşet aracı olması ne kadar acı. Ruanda, soykırımdan sonra çok bambaşka bir ül ke oldu. Dine ilgi azaldı, kiliseye, az sayıdaki camiye giden neredeyse yok. Çünkü katliamda yardıma gelmeyen Tanrı’ya da, insanlar arasında ayrım yaratan dinlere de uzaklar. Tutsilerle Hutular arasında yeniden, eskisinden daha yakın ilişkiler kuruldu. Ruanda mucizesinden söz ediyorlar. Bölgesinin yükselen yıldızı bir ülke deniyor. Şimdi sadece mutluluk şarkıları duyuyorlar radyolarından. Umarım böyle gider.