Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
8 Times Nehri’nin kıyısında London Eye ve Parlamento Binası... Soho’ya, Covent Garden’a mutlaka gidin. Edebiyatın izlerini göreceksiniz Londra tüyoları 1 MART 2020 Gittiğinizde mutlaka yolunuz düşmüştür, gidip de uğramadıysanız Londra’ya gitmiş saymayın kendinizi. Şimdi, tabii ki görüntü olarak kelimenin ifade ettiği anlamı taşımıyor ama Londra’nın kalbi Soho tam bir batakhanedir. Hiçbir anlamı olmayan, Fransızcadan devşirme şu “Soho” sözcüğü, eski zaman aristokratlarının avlanırken attıkları çığlıktır aslında. “So hooo, sooo hooo” diye bağırırlarmış, nedense. Ancak, “haz endüstrisinin” (iyi bir tanımdır bu, fuhuş merkezi demek zorunda kalmıyor insan) kalbi olan Soho’nun tarihinden birazcık haberdar olunsa, nasıl edebi bir zenginlik taşıdığı ya da sakladığı görülmüş olacak. İngiliz yoksulunun öyküsünü eserlerinde en iyi yansıtan romancı olduğu konusunda kimsenin şüphe duymadığı Charles Dickens’ın, “A Tale of Two Cities” adlı öyküsünde, öykü kahramanı Dr. Mannette’nin aklına soktuğu ev olan, günümüzde düşkünlerle, evsizler için hostel olarak kullanılan St. Barnabas Evi de yine Soho’dadır. Ünlü İngiliz edebiyat adamı Dr. Johnson’ın kurduğu ilk edebiyat kulübü üyeleri 1700’lü yıllarda, her pazartesi saat 7’de bir araya gelirlerdi. Toplandıkları yer de, şimdi yerinde yerler esen bir pub idi. Adı, “Türk Kafası”. MAVI PLAKALARIN IZINDE Özellikle ilk geldiğim yıllarda, düşünce dünyamın mimarlarının izlerini çok aradım ben bu Soho’da. Her sokağında, her bulvarında, her irili ufaklı meydanımsı alanında, bir edebi ya da politik figüre ait ize rastlamamak olanaksız neredeyse. O günlerden kalma bir “mavi plaka” okuma tutkum da vardır. Bu plakalarda, asılı bulunduğu binada ya da evde, hangi edebiyatçı ya da politikacı, felsefeci, hangi tarihlerde yaşamış, yazılıdır hep. Başka Avrupa ülkelerinde oldu Dean Street ğu gibi tabii. Tek tek notlar aldığım da olurdu. Sonradan çok yararını gördüm bunun. Dean Street üzerinde bulunan Quo Vadis adlı İtalyan lokantası benim için adeta kutsal bir yerdir. Lokantanın üzerindeki iki odalı dairede büyük Karl Marx, 1851’den 1856 yılına kadar yaşadı, karısı, üç çocuğu ile. Evinden çıkar, pek uzak sayılmayan British Museum’a giderdi, Das Kapital üzerinde çalışmak için. Dean Street ile Old Compton Street arasında, French House adlı bir bina vardır. Bu, Soho’nun en tanınmış birahanesidir. Bu birahanenin sahibi olan Gaston Berlemont’a hepimizin bir teşekkür borcu var. Büyük, gerçekten büyük ama, İngiliz şair Thomas Dylan’ın, oturduğu yerde unutup gittiği “Under Milk Wood” adlı eserinin müsveddelerini bulmuş, yok olmaktan ya da tahrip edilmekten kurtarmıştır. Nasıl teşekkür edilmez? Bir ya da iki kere gidip, bira içmişliğim vardır French House’ta. SOKAK SANATI L ondra’nın en turistik alanlarından biri olan Covent Garden da Soho’yla bitişik gibidir. Her türlü “sokak sanatı”nın icra edildiği bir yer olarak, elbette ilginçtir. Sokak sanatı, endüstriyel sanata bir tepki tabii ki. Arada, “aracı” olmadan “güzel sanat”ın muhataplarıyla buluşması çok güzel. Covent Garden bu anlamda da gerçekten bir “merkez”. Aslında bu bölge, Londra’nın ünlü dini yapılarından Westminister Abbey’e bağlı bir bahçeydi. Adı oradan geliyor. Abbey, manastır demek, malum. Covent de aynı anlamı taşıyor. On altıncı yüzyıldan başlayarak rahipler bu bahçeyi bir bağ olarak kullanmışlar, kendilerine aldıktan sonra artan ürünleri de satmışlar. DICKENS’IN PARASIZ DÖNEMLERI Covent Garden, Londra’nın belki de “en edebi” sokaklarından biri olan Russell Street’i de barındırıyor. Her şeyden önce burada, Londra’nın en eski tiyatrosu olan Theatre Royal Drury Lane vardır. 1663’ten beri buradadır. Ünlü, büyük günlükçü Samuel Pepys, o tarihte sıklıkla buraya gelip, oyunların ilk temsillerini mutlaka izlermiş. İçi de muhteşemdir. Eskiden daha sık giderdim ama son zamanlarda yılda bir ya da iki kez gider olduğum bir sanat mabedidir. Benim bu tiyatroya sempatim, sahipliğini bir ara İrlanda asıllı İngiliz politikacı (dramatistliği de vardır) Richard Sheridan’dan gelir. Hazırcevaplılığına, orta halli bir aileden (babası bir tiyatrocuydu) gelmiş olmasına rağmen dönemin aristokratlarıyla mücadelesine, elbette ki onu dünyanın en büyük “humourist”leri arasına sokan nüktedanlığına pek bir hayranımdır. Covent Garden Piazza adlı semt 1665’ten 1974’e kadar sebze, meyve pazarıydı. Charles Dickens’in, parasız olduğu o çok yoksul dönemlerinde, burada satılan ananaslara nasıl özlemle baktığını yazar kimi kaynaklar. Londra’ya giderseniz bu yazdıklarım aklınızda olsun. İşinize yarayacaktır. MUSTAFA K. ERDEMOL Londra’nın kalbi Soho tam bir batakhanedir. Hiçbir anlamı olmayan, Fransızcadan devşirme şu “Soho” sözcüğü, eski zaman aristokratlarının avlanırken attıkları çığlıktır aslında. “So hooo, sooo hooo” diye bağırırlarmış, nedense. ENVER AYSEVER KURŞUNKALEM “Hacimli bir roman yazmak isterdim” diyor Oktay Akbal. Her yazarın böyle düşü vardır sanırım. Bu çağda, kimseler bir şey okumazken ya da okuyanın da çer çöp içinde boğulduğu zamanlarda, genişçe roman yazmanın anlamı var mıdır? Akbal’ın daktilosu ve mücadelesi 1 Son günlerde herkes “çok öfkelisin” diyerek uyarıyor beni. İlkin öfkenin şehvetinden midir nedir, pek ciddiye almadım bunu. Sonra içe dö nüp yokladım kendimi, doğru mu saptama ları diye. Çoğunluk her zaman haklı değil dir kuşkusuz, ancak beni sevenler böyle di yorsa düşünmek gerek. Öfkeli olmak suç mu ayrıca? Öfkenin yaratıcı akla, eyleme katkısı oldu ğu zamanlar vardır; hepten öfkeye teslim olur san, elinde avucunda ne varsa yitirirsin. Öfke güçlü, baskın duygudur, yaşamı olumsuz et kiler. Öfkeyle başa çıkmanın yolu nedir? İlkin neden öfkelendiğini bulacaksın örneğin. Dü şünüyorum da, bugünün Türkiyesi’nde, hadi bir adım daha atayım dünyasında öfkelenme mek mümkün mü? Hatta öfkesi olmayan kim seler daha sinir bozucu! Öfke, dozu iyi ayarlanmak koşuluyla fay dalı sanırım. HUYSUZLUK, HUZURSUZLUK 2 Geniş kalabalıklar kendisine benzemeyenlere kuşkuyla bakar. Yığın içinde kaybolma kolaycılığına kapılmayınca sormaya başlar kişi. Bir de “burnunun ucuyla kavga ediyorsun” diye itham edilmek var. Sahiden böyle midir durum acaba? “Uzlaşı” denen, fena halde tehlikeli sözcük hakkındaki fikirlerimi defalarca söyledim. Aydın olma kavgası “huysuzluk” verir kişiye, “huzursuzluk” yaratır toplumda. Yanına “yalnızlık” sorunu eklenir. Yalnızlık kutsanması gereken bir durum değildir belki, lakin, kimi zaman mecbur kalır insan buna. Artık aynı dilden konuşmadığın birileriyle salt âdet yerini bulsun, diye yan yana olmanın anlamı nedir ki? Üstelik kolayca herkesle uzlaşan, her duruma uyum sağlayan kişilerden kuşku duyarım. Ya çıkarcıdır ya gamsız, ikisi de tehlikeli dir. Üstelik duyarsız, giderek eblehçe konuşan biriyle söyleşmenin lezzeti nedir? Kitaplara sığınmam bundan. YAZAR OLMA SEVDASI 3 Oktay Akbal’ın “Anı Değil Yaşam”ını okudum geçen hafta. Bu kaçıncı Oktay Akbal okuyuşum. Düşündüm de, kim bana bu kitaptaki anıdenemeler kadar tat katabilir şu günlerde? İlk gençlikten itibaren yazar olma sevdasına tutkun genç adamın serüveni bu. Demek yazarlık heveslileri hep aynı yoldan yürüyor. Dergi çıkarma telaşını, bir iki sayı çıkardıktan sonra gelen acıklı sonu okudum. Kendi deneyimimi ansıdım. Kaç yaşına gelse yazar kişi, hep bir heves dergi yapmak ister mesela. Şimdilerde benim bildiğim türden dergiler yok. Kapaklarında eski Türk filmi yıldızları başta olmak üzere, içeriğini gözden düşürerek ünlü ve de eski yazarları pazarlayan boyalı dergiler var. İsimleri de, cisim leri de birbirine benziyor üstelik. Belki ayıp olacak, ama geçmişin Tan gazetesi gibi suçlu buluyorum o dergileri. Oktay Akbal bugünleri görmediği için talihli. Ya ben? ANI YAZARLIĞI 4 Oktay Ağabeyi Ataköy’deki evinde ziyaret etmiştik Öner Ciravoğlu ile. Nasıl neşeyle anlatmıştı türlü öyküleri. Odasında, kâğıtlar kalemler arasında, bir de kim bilir hangi daktilo zamanıydı, söyleşmiştik. Hangi daktilo diyorum, bir hayli eskitmiş Oktay Akbal. Anı yazarlığı üstüne söz ederken, haklı olarak, belleğe dayanarak yazmanın, yani anımsayarak kalem oynatmanın riskinden söz ediyor. İnsan kolayca yanılabilir ya da geçmişi değiştirebilir. Bunu bilerek isteyerek de yapmaz çoğu zaman. Geçen hafta Ayla Akbal’ın daveti üzerine ziyarete gittim yine. Oktay Ağabey’in son daktilosu bana emanet edildi. Gözüm gibi bakıyorum. Tuşlarda gezinen parmaklarını düşünüyorum. Son nefesini verene dek sürdürdüğü yazma mücadelesini... Bana biri sorarsa, yanıtım açık işte: Oktay Akbal silinmek isteniyorsa yeryüzünden, kimseler onun ne koşullarda yazdığını merak etmiyorsa öfkelenirim ben! YALNIZLIK KEDERE DÖNÜYOR 5 Oktay Ağabey edebiyata gönül vermiş biri olarak çıkar karşımıza ilkin. Sonra ne kadar öykücü, romancı olarak ünlense de Babıâli’ye düşer yolu. O vakitler basının asgari etik ölçüleri, dahası düşünsel seviyesi vardır. Kim bilir, belki de “geçmiş özlemi” de saçmadır. Dün, bugünden neden daha güzel olsun ki? Sanırım bildiğimiz, tanıdığımız dünya yitince, büyük yalnızlık kedere dönüyor. Elde değil, kişi kendini inşa ettiği yılları da özlü yor, ustaların geçtiği yolları da! Elbet böyle bir özlem duymak için, onların yaşadığından haberdar olmak gerek. Salah Birsel’den sıkça söz ediyor örneğin Akbal. Bugün kaç kişi okuyor Birsel’i? Kitap fuarları panayır yerine dönmüş vaziyette! ÖNCE EKMEKLER BOZULDU 6 Cumhuriyet Pazar’ın yeniden doğumunun birinci yılındayız. Sığındım buraya. Adlı adınca sığınak, evet. Edebiyattan rahatça söz açtığım, dili lezzetli kullanmaya çabaladığım denemeler yazıyorum. Kaç kişi ilgilidir bu işlerle, bilemem. Cumhuriyet her dönem edebiyat lezzetini koruyan insanlarla yol aldı, almalı. Elbet Oktay Akbal’ı sevinçle andım. Kitaplığımdaki yapıtlarını önüme koydum, her birine yeniden göz gezdirdim. Anılarda “Önce Ekmekler Bozuldu”nun da öyküsü var. Sanırım edebiyatımızın en güzel kitap adları Oktay Akbal’a aittir. KIBIRDEN UZAK DURMALI 7 “H acimli bir roman yazmak isterdim” diyor Oktay Akbal. Her yazarın böyle düşü vardır sanırım. Bu çağda, kimseler bir şey okumazken ya da okuyanın da çer çöp içinde boğulduğu zamanlarda, genişçe roman yazmanın anlamı var mıdır? Her yazar, eğer iyi yazarsa elbette kibirden uzak durmalı, ustaları yaşatmalıdır. Melih Cevdet için bu gayreti verdim, vereceğim. Oktay Ağabey için de hep birlikte mücadele vermek gerek. Hem gerici iktidardan şikâyet edip hem de onun yarattığı kültür ortamına teslim olanlarla kavga ediyorum, mecburum buna. İnsan yazarken bile tuşlara sert vurduğunu fark ediyor. Diyor ya Akbal “İnsan Bir Ormandır”, üstelik “Suçumuz İnsan Olmak.”