02 Haziran 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

8 7 TEMMUZ 2019 Namık Kemal’in izinde Midilli Sessiz, sakin, huzurlu... Midili’nin Tsamakia sahilinde oturup, bulutların dağılmasını beklermiş, anakarayı görüp içindeki vatan hasretini dindirmek için. Kimi zaman hasret boşanırmış gözlerinden, ki mayın. Midilli çok büyük bir ada, şöyle ki bizim Gökçeada’nın en az 34 misli ama merkezlerden uzaklaştığınız anda sizi zeytin ve incir ağaçları karşılayacak. Turuncu kiremit çatılı evlerin belirleyici olduğu köyler, köylerdeki kafe ve butik otelle mi zaman masaya gelen acı kahve soğur buz ke ri saymazsanız, kendinizi doğanın ortasın sermiş cigarasını arka arkaya tüttürürken. da bulacaksınız. Evet Midilli, vatan şairimiz Namık Kemal’in evidir; kâh üzüldüğü, kâh sevindiği, kâh kah Arif Kızılyalın NE JUMBOSU, MEGA KARİDES! rolduğu topraklar... Düşünün, önce sürgün için geliyorsunuz, Kent merkezine ve restoranlara dönersek; önce Namık Kemal’in, eserlerini kaleme al sonra o sokakları, o köhnemiş konağı yuvanız belliyorsunuz; üstelik yeni Türk edebiyatının kırılma eseri Celaleddin Harzemşah’ı orada bitiriyor, üzerine de Vatan mersiyesini yazıp, Mustafa MİDİLLİ dığı evi merak ediyoruz. Kulaksızzadeler’in evi ama yerinde yeller esiyor. Ege adalarının en Vakit de kemale erdiyse gönlünü büyüklerinden. Aslında ze göre bir taverna arıyorsunuz. Ha bizim kıyılara 810 km uzakta. ni şöyle az da Yunan müziği yap Kemal Atatürk’ün içindeki özgürlük Antikçağlardaki adını kral sa, deniz ürünleri çok çeşitli ol ateşini tutuşturuyorsunuz: Lesbus’tan almış, Lesbos diye anılmış. sa derseniz çok dolaşmanız la “Kendimizden niçün olduk bu Sonrasında Mytilâne denmiş, Mitilini zım, çünkü taverna bizdeki mey kadar biz me’yus / Gidelim dadına olmuş ve Türkçeye Midilli olarak geçmiş. hanelerin ikiz kardeşi. O mekan, Allah içün ehli namus..” (Biz kendimizden niçin bu kadar ümitsiz ol Tarih boyunca ada, sırasıyla Antik Yunan, Pers, Roma, Bizans, Ceneviz, bu mekân derken Yorgo’nun yerini kestirip kendinizi içeri atı duk; ey namuslu insanlar, Allah için onun adaletine gidelim) Osmanlı ve modern Yunanistan egemenliğinde yönetilmiş. yorsunuz. Bizim sahil bandındaki restoranlar gibi, “Rezervasyo BİRAZ GREK BİRAZ TRUVA İşte bu duygularla yolunuz Midilli’ye dü 1534’ten 1912’ye kadar Osmanlı toprağı kalmış. nunuz var mı” diyen yok. İçeri geçip rahatça oturuyorsunuz. Sonra ikram likörü geliyor; ada bitkileri ve tar şüyorsa, sizi derin bir Osmanlı tarihiyle, ses çın karışımlı hafif de votkalı bir içecek. sizlik ve huzur bekliyor demektir. Sonra, soğuk meze dolabındaki karides Gerçekten de öyle; adı şu sıralar Kuzey Ege’nin gözde tatil merkezine çıksa da Midilli, Edremit, Akçay, Ayvalık sahilinde tatil yapa yım derken yorulanlar için soluklanabilecekle ri hoş, çokça da bomboş bir kara parçası. Oraya giderken, aslında tatil değil, huzur satın alıyorsunuz... Biraz Osmanlı rüzgârı, biraz Namık Kemal, biraz Truva, azıcık da İoanya, kitap ve deniz... Eğer özel tekneniz yoksa Midilli’ye en rahat ulaşabileceğiniz yer Ayvalık Limanı. Yaz ay larında her sabah ve akşam feribot seferi var. Gidiş dönüş 30 Avro para ödüyorsunuz kişi başı; gerçi adaya geçtikten sonra biraz merak lıysanız, Molivos ya da Mitilini merkezden aynı biletin (MidilliAvyalıkMidilli) 10 Avro’ya alındığını öğrenince biraz “kerizlenmiş” gibi hissediyorsunuz ama fazla uzamayan pasaport kontrolünün ardından kendinizi attığınız sahildeki kafe, moralinizi üst seviyeye taşıyor. DOĞADA TEK BAŞINA Sahi neredeyim, kendimi nasıl Ege’nin serin sularına atarım derseniz ilk durak, liman Eğer özel tekneniz yoksa Midilli’ye en rahat ulaşabileceğiniz OSMANLICA BİLİYORSANIZ! Konu fiyatlardan açılınca Ayvalık’ın cumartesi pazarını kaçıramadığını söylüyor yaşlıca bir adalı hanımefendi. Torunu ile sabahtan gidip, akşama kadar dolaşıp alışverişlerini yapıyorlarmış. Öğle yemeğini de ara sokaktaki Boşnak kötfecide yiyorlarmış. Yemek faslı sonrası ertesi günü iple çekiyorsunuz, dar ve sessiz sokakları dolaş dan biraz uzaklaşıp burnu hafif döndükten sonraki Tsamakia’nın çakıl taşlı sahili olmalı. Yok, tamamen huzura ereyim diyorsanız yer Ayvalık Limanı. mak için. Sappho Meydanı’ndan yürüyorsunuz içerilere doğru. Karşınıza Osmanlıca yazılar çıkıyor yarı yıkık, yarı dökük ev o zaman ya bilet fiyatları 5 ile 7.5 Avro olan Yaz aylarında lerin üzerinde. Sorup soruşturduğunuzda belediye otobüslerine atlayıp biraz kuzeye, Çanakkale tarafına çıkıp kendinizi “komünist köyü” olarak da bilinen Molivos’a gideceksi her sabah ve akşam feribot Osmanlı döneminden kalan imarethane ya da külliye olduğunu söylüyorlar. Pek ilgili değiller. Sadece koruyorlar, ama restoras niz, ya da günlüğü aşağı yukarı 30 Avro olan bir araç kiralayıp özgürlüğünüzü ilan edecek seferi var. yon yok. Yine üzerinde, Osmanlıca “hayrat” yazan bir çeşme var; “Bizimkilerden siniz ki, buna değer, çünkü inanılmaz koylar kalma”. Sadece musluğu yeni. Ama o yeşi ve deniz kenarı kasabalar var. le çalan mermerin arasından 200300 yıldır Elbette büyük ada turu yaparken gerçek ya su aktığını bilmek bile heyecanlandırıyor şamın liman ve Mitilini’de olduğunu da unut sizi. Sonra adadaki Türkçe konuşan birileri ler dikkatinizi çekiyor. Jumbo desem değil, mega hiç değil. 2 tanesi adam doyurur cinsten. Bir de kalamar; yanında “ada markası” Ouzo Mini. Gerçi Plomarion da yandaki kasabadan geliyor ve o da “Made in Mitilini” ama tercih Mini’den yana; ouzo karafakilerle ikram edilior, servis sırasında içine su koyuyorsanız yan masadakiler Türkçe konuşmasanız bile Türk olduğunuzu anlıyorlar, “Ooo Türko” seslerine “ya su” diye yanıt vermek âdetten. Grek salad, caciki (tzatziki) standart siparişler. Pita geliyor, bizim bildiğiniz tırnak pide. Ardından da kalamar; Ayvalık ve Midilli’de aynı mevsimde yediğiniz iki kalamar arasında nasıl bu kadar fark var, garsona sorduk: “Siz erken tutuyorsunuz, biz büyümesini bekledikten sonra” dedi. Bir de galiba bizimkiler endüstriyel (fabrikasyon) kalamar kullanıyor olsa gerek. Meze sonrası balığa yer kalmasa da o suların efsanesi sardalyanın asma yaprağında ızgarasını yemeden kalkmıyorsunuz. Şimdi aynı masayı bizim kıyılarda, üstelik müzikli, üstelik helva, kadayifi ve limencello ikramlı yapsanız birkaç bin TL gitmişti diye düşünüp 150160 Avro’ya fitken önüze 68 Avro hesap geliyor; 65’e indirmiş; utanıp 75 Avro bırakıyorsunuz. Komünist köyünde huzur var. ne rastlayınca söz yine Namık Kemal’e geliyor; bizim coğrafya belki unuttu Vatan Şairini ama o hâlâ, adanın halkçı valisi. Çünkü zamanında 20’nin üzerinde okul açtırmış, ticareti canlandırmış, kanunsuzluğa Osmanlının gücünü kullanıp ‘dur’ demiş. Ve elbette Bektaşi emaneti Sarı Baba Tekkesi’nin kalıntılarına da uğradaman olmaz. Ertesi gün yine deniz; bu kez adanın iyice Kuzeyini tavsiye ediyorlar. Oradan aşağı inip batı sahiline geçtiğinizde ise Sigri kasabasının tepesindeki Süleyman Paşa Kalesi ve “Yunan Denizi” esprisi yapılan masmavi sular karşılıyor sizi. Biraz daha berrak galiba Doğu sahiline göre. Akşam olduğunda kent merkezindeyiz; biraz kalabalık. Ama o kadar huzur aşılanmış ki gün boyu bedeninize sokaktaki kalabalığı, hatta Türk turist yoğunluğu dikkatinizi bile çekmiyor. Önünüzdeki çiftin konuşması hariç tab i: “Lüks isteyenler bu adaya gelmese iyi olur, hatta gelmesin, bize kalsın..” Anılar, bellek, zaman ve imgeler! 1 Sabah küçük İskender’in ölüm haberiyle uyandım. Gece geç saate dek haber yapıyorsun, sonra kısacık uyku aralığında neler oluyor, zaman herkes için farklı akar. İlk gençlik yılları, Beyoğlu’na sıkça çıkar olmuşuz (Belli “Beyoğlu’na çıkmak” demeye öykünmüşüz), ben rock davulcusuyum, bir yandan tiyatro yapmak için çırpınıyorum... Haluk müzisyen, ben yazmakla meşgulüm, Burak delidolu... O vakit Beyoğlu’nun ilk rock barı açılıyor, gariptir adı “Jazz Stop.” İlk günler tenha, terk edilmiş gibi, sanki uzun zamandır varmış da, artık kimse ayak basmıyormuş gibi... Engin Yörükoğlu Türkiye’ye dönmüş. (Sahi ilk nasıl tanışmıştık?) Dillerde aynı soru Moğollar yeniden canlanacak mı? Issız bir gece, pavyon kimliğinden kurtulmaya çalışan mekânda sahnedeyiz, bir iki kişi var müşteri, belki loş localarda, ar kada bir yerde sevişiyorlar, ne çalı 2 Nyorduk acaba? e olduysa oldu, birden İstanbul keşfetti Jazz Stop’u! Anılar belleğimde parça parça... Kalabalık içinde esrik dansları anımsıyorum. Direnen Engin Abi’nin yüzü gülüyor, artık sahnede zımba gibi gruplar var. Yer bulmak imkânsız, kapıya yarma biri konmuş hemen... O günlerden birinde tanımıştık küçük İskender’i. Haluk daha iyi anımsar, nerede, hangi dilde konuşmuştuk. Etrafında birileri vardı, bir gün bir kâğıt uzatmıştı bana: “Al bunu, senin olsun” dediydi İskender. Daktilo edilmiş bir şiir, arkasında el yazısıyla yazılmış bir başkası. Sonra geri alıp, yüksek sesle okuduydu. (Bellek bazen anım küçük İskender sar; kimi zaman boşlukları doldurur, kurgular, o yüzdendir tanık birinin olması yaşadığımıza dair kanıttır) Odama çıkıp çekmeceyi karıştıracağım, sakladım biliyorum o şiiri, belki yayımlanmamış bir şiirdir, gün ışığına çıkarmak gö 3 Drevdir o halde... emek yirmili yaşların başında yüz yüze gelmişim en son şairle; uzak birinin ölümü dokunur mu insana? Sait Faik etkisindeydi İskender anımsıyorum, sever, onun gibi davranırdı; söz etmişti o kısacık tanışıklığımızda, bende kalan bunlar. Çoktan ölmüştü zaten yirmi yaşımız... Şimdi iletişim olanakları çoğaldı, değişti. Ölüm ardından hızla tepki veriyor, duygularını açığa vuruyor insanlar. Ne denli içten olduklarından emin değilim doğrusu! Kimi (Artık ölen konuşamayacağı, yanıt veremeyeceği için) öyküler, anılar uyduruyor... Bazısı zalim ayrıca... (Ölüleri kutsaya lım demem, ama yanıt hakkına saygı gerekir, ondandır anı yazmanın riski. Eğer yiğitsen insanlar yaşarken söyleyeceksin sö 4 Azünü yüzüne...) dalet Ağaoğlu ile görüşüyordum o zamanlar. (Ne severdim yapıtlarını, hakkında yazar, tanımaktan övünç duyardım. Sonra o kendine ihanet etti, gericilerle yan yana düştü, ben de evdeki tüm kitaplarını sahafa verdim.) Attilâ İlhan’ın şiirlerini oyunlaştırmış, sahneye koymuştum. Adı “Ne Kadınlar Sevdim”di. Onun öyküsü başka... Galaydı sanırım, Füsun Akatlı ve Zeynep Altıok gelmişti. Oyun sonu, alkış, sevgi ile tamamlandı. Adalet Hanım’ı yolcu ederken, Zeynep’in kulağına, Sivas’ta yakılan babası için: “Kör ölür badem gözlü olur” dediydi. Nasıl unutulur bu? (Sır mıydı bu acaba? Edebiyat tarihine kalması gerekmez mi?) 5 Anı yazarlığı kişinin yaşamını temize çekmek için kullanması değildir. Nesnel olmasını beklemek yanlıştır yazanın elbet, ama çarpıtmak başka şey. Hele de göz görerek tarihi değiştirmeye girişmek. Anı yazarlığı birilerine sövmenin aracı da olmamalı. Hele de yanıt hakkı olmayan kimseler ardından, acımasızca, kötülük bu. (İyi, güzel, doğru olmak tüm yaşamda mümkün değildir. Kimse yaşamının tamamına kefil olamaz, dahası, yanlış yapmadan ömür sürmek eksik yaşamaktır. Özellikle birinden kötü söz etmek niye? Tersi de söz konusu, özenle olmayan birini yaratmak da yersizdir, saçmadır. Belleğim beni yanıltmıyorsa Selim İleri geçmişte öfke, kin, kıskançlıkla kalbini kırdığı kimselere dair özür yazısı yayımladı. İyicil bulmuştum bunu. Bir yerde şöyle demişti dedikodu yazarlığı yaptığı günler için İleri:  “İsmail Cem’in çıkardığı Politika gazetesinde. Gerçekten anlamsız, yaralayıcı, terbiyesiz, küstah ve çirkin yazılardı... O yazıları hayatımın en büyük vicdan azaplarından birisi olarak görüyorum.” Demek o gün kapıldığı sevilme duygusunun eleştirisini yapmış içinde... Saf mıyım?) 6 Yazarken konu konuyu açar, araştırırken “Oğuz Atay Tartışması” okudum bir edebiyat sitesinde. Sefa Kaplan, “Eleştirmenin İktidarı” kavramı üzerinden Ahmet Oktay’ı eleştiriyor ve diyor ki: “Romanımıza Ne Oldu” diye soracak son kişidir o! Zamanında Oğuz Atay hakkında kalem oynatmadığından sertçe söz ediyor, bunu kusur sayıyor. (Sonuç: “Bu Marksist Körlüktür” demeye getiriyor.) Her eleştirmen aynı zamanda yazardır, doğru olan “eleştirinin eleştirisidir” kuşkusuz. Oktay: “Böyle bir iktidarım olduğunu bilmiyordum” diyor.  Kaldı ki yine onun demesiyle: “Atay hakkında yazmak zorunda olduğumu bilmiyordum” diye ekliyor. Önce içimde kızgınlık belirdi Ahmet Oktay’a yönelik “Edebi etik sorunu var” denmesinden... Sonra düşündüm de, iyice “ölçüt sorunu” yaşadığımız günlerde, böylesi tartışmaya susamışım. (Oysa kafa göz yararak nasıl da girmek niyetindeyim tartışmaya, neyse...) 7 H âlâ basılı (kâğıt) gazete okumayı ısrarla sürdürenlerdenim. (Kızımın yaşamında hiç olmadı, yazık ki. Eve düzenli gelmesine karşın Cumhuriyet, basılı halini merak edip bir kez bakmadı. Kültürel, düşünsel gereksinimini başka araçlardan karşılıyor. Dahası televizyon da yok yaşamında. Başka bir çağ var ve ben ona yabancıyım) Sabah gelen haber ardı ardına bunları düşündürdü. küçük İskender’le ilgili ne tür bir imge kalmış aklımda diye düşünürken, böyle yolculuğa çıktım. Doksanlar çoktan bitti, bunu kabullenmek gerek, şair “yanlış zamanda doğduğunu” söylemiş. Ben de diyorum ki, kimse doğru zamana doğmaz. Bazen denk gelir, çoğu zaman teğet geçer, belki hiç yakalanamaz zaman... (Zaman sorunu üstüne yazmak lazım ama çok yorgunum.)
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle