02 Haziran 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

SAYFA 2 atar damar Melİs Alphan Yerel ile güncel düşman değiller Prof. Dr. Hüsamettin Koçan, 2000 yılında Bayburt’ta doğduğu köyde yüksek bir tepe üstünde bir müze kurmak için çalışmalara başladığında pek çokları bu girişime şüpheyle veya hayretle bakıyordu. Kültürel hayatın giderek daha fazla merkeze yığıldığı bir zamanda “Baksı Müzesi”, 2010’da açılmasını takiben, merkez dışında da kültürel bir imkân olduğunu ele güne ispatladı. Kadını, çocuğu, insanı odağına alan, gönüllülük ruhunu baştan tanımlayan sanat ve tutkunun yapısı Baksı, geleneksel sanat ile çağdaş sanatı aynı çatı altında bir araya getiriyor. Prof. Dr. Hüsamettin Koçan öncülüğünde kurulan Baksı Müzesi (Bayburt), 2010’da açıldı. Bir dağ başına böylesine bir müze kurmak başlı başına “devrimci” bir hareket iken, geçtiğimiz günlerde müzenin üzerine oturduğu tepenin yamacına bir de amfiteatr inşa edildi. Ve bu amfiteatrdaki ilk konser gerçekleştirildi. Bülent Ortaçgil, Erkan Oğur ve İsmail Hakkı Demircioğlu’nun sahne aldığı konsere gelen yerel halk, amfiteatrı doldurmakla kalmadı, çeperlerinden taştı. Bayburtlular ve İstanbul’dan gelenler hep birlikte hem Ortaçgil’in şarkılarına hem de yöresel ezgilere eşlik etti. Müzenin sanatta geleneksel ile çağdaşı yan yana getiren tutumu müziğe de yansıyor. “Periferinin kültürel konseptiyle merkezinki farklı. Birisinde çok yüksek enerji var, ötekisinde ise taşıyıcılık endişesi. Müzik kitleleri yakınlaştırıyor. O nedenle biz müziğe ihtiyaç duyuyoruz” diyor Koçan… ‘Sanatın meselesi, anlama çabasıdır’ Bu konserin kendi açısından önemini ise şöyle anlatıyor: “Biz bu işe başladığımızda siyaset kurumu ve bürokrasi örtük bir biçimde bizi çok engelledi. Ama son yıllarda o engel desteğe dönüştü. Başta bize inanmayanlar ya da burada gizli bir amacımız olduğunu düşünenler yıllar içinde gördüler ki, bizim bu bölgede insani bir iş yapmanın dışında hiçbir talebimiz yok. Burada bizim tarafsız ve insandan yana bir tutumumuz var. Bizim cevabını aradığımız soru şu: Acaba biz güncel siyasetten önce insana ulaşabilir miyiz?” Yıllar içinde herkes gördü ki, Baksı Müzesi ve destekçileri insanı insan olduğu için değerli ve saygıdeğer buluyorlar. “Modernistler yer yer bizim tavrımızı biraz ‘tavizcilik’ gibi görüp eleştiriyorlar” diyor Koçan, “Ama ben oldum olası böyle bir adam oldum. Herhangi bir yerde insanların değerlerini yok sayarak, onları değersiz sayarak adım atılamaz. Sanatın ve yaratıcılığın bütün meselesi anlama çabasıdır zira.” yGoellceunleukkten geleceğe Koçan’ın önümüzdeki yıldan itibaren bu amfiteatrda film gösterimleri gerçekleştirmek gibi bir hayali de var. Aslında iki yıl önce, Baksı’da sinemayla ilgili bir etkinlik yapma düşüncesi vardı. Özellikle de, Anadolu’dan göçün, kültürel kırılma ve yabancılaşmanın en keskin şekilde başladığı dönem olan 60’lı yılların sinemasına dokunmaktı niyet. Film afişleriyle bezeli kamyonlar dağ köylerinde dolaşacak, halkı film gösterimlerine çağıracaklardı. Henüz bu proje gerçekleşemedi ama şimdi amfiteatr sayesinde bu sinematoplum buluşması hayali en azından mekânına kavuştu. Baksı Müzesi’nde, yerel ile günceli buluşturan yuvarlak masa sohbetleri de gerçekleştiriliyor. ‘Geleneğe YolculukGeleceğe Yolculuk’ adlı bu sohbetler, bozkırda bir uca oturtulmuş yuvarlak bir masada yapılıyor. Gelenek ve gelecek, Türkiye’de tam da kavganın çıktığı, uzlaşmanın bir türlü bulunamadığı ve siyasetin iyice çarpıttığı yer. Geçmişten bugüne süren bu kavga malumunuz bugünlerde iyice keskinleşti. Bir grup “Tamamen bu geleneğe dönelim”, diğer grup ise “Geleneği reddedelim” diyor. “Geleneğe dönelim” diyen günceli düşman, günceli kucaklayanlar da geleneği düşman zannediyor. Baksı Müzesi ise “Bu bir yolculuk” diye bakarak ikisini de reddetmiyor, kucaklıyor. En doğrusu da bu galiba… 9 EYLÜL 2018, PAZAR Her şey Mİrgün Cabas ‘Dün gece Lady Gaga’yı gördüm!’ Tweet canavarı Trump ABD yönetimini uzaktan izlemek bir “rollercoaster” trenini izlemek kadar zevkli. Trump yönetiminin icraatı arada bir dönüp bizi vurmasa, izlemek daha da zevkli olacak tabii. Ama bu durum bile resmin eğlencesini ortadan kaldırmıyor. Beyaz Saray takımını rollercoaster trenine benzetmem boşuna değil… Tren raylarda her hızlandığında, her yavaşladığında, her tırmandığında ve başaşağı indiğinde trendekilerden zevk, korku, hayret, dehşet çığlıkları ve küfürler yükseliyor. Lunaparklardaki gibi… Eğer o trende değilseniz, çekirdek çitleyerek izlenecek bir seyirlik. Amerikan yönetim ve medya geleneği, bu hafta da yeni cilveleriyle meraklısını epey meşgul etti. Olay yine, birbirlerinin yeminli düşmanları New York Times (NYT) ve Trump arasında cereyan etti. Bir Beyaz Saray çalışanı NYT’ye yazdığı yazıda, ofiste Trump’ın ülkeye zarar vermesini engellemeye çalışan bir grup bürokratın olduğunu açıkladı. Yani Beyaz Saray’da bir avuç gerilla ya da direnişçi varmış! Gazetenin kimliğini gizlediği yazara göre bu grubun amacı Trump’ın ahlakdışı politikalarını ve eğilimlerini durdurmakmış. Amerikan haber televizyonlarının yayınlarını keserek duyurduğu bu makaleyi, Trump ve ekibi öfkeyle karşıladı. Tesadüf bu ya, Trump olayı Beyaz Saray’daki sheriff’ler toplantısı sırasında basına değerlendirdi, meçhul yazarı kimliğini açıklamadığı için korkaklıkla suçladı. New York Times’a da geleneksel bindirmelerini yaptı. Bu olay tam da, zamanında Watergate skandalını patlatmış olan gazeteci Bob Woodward’ın Trump yönetimininin iç kavgalarını anlattığı “Korku: Beyaz Saray’daki Trump” kitabının yayımlandığı günlere denk geldi. Hükümettekilerin Trump’la kavgalarının, küfürleşmelerinin, politikalardaki kopukluğun anlatıldığı kitapta, Beyaz Saray çalışanlarının Trump’ın delice politikalarını engellemek için yaptıklarından örnekler de veriliyor. Örneğin bir ofis çalışanının Güney Kore’ye yaptırımları engellemek için Trump’ın masasındaki belgeleri ortadan kaldırdığı gibi iddialar… Trump bu hafta yayımlanan kitabı da uzun uzun tweet’lerle yerden yere vurdu. Woodward hakkında demediğini bırakmadı. Trump nasıl düşünür? Rollercoaster’ın iniş çıkışlarını izlemek için kampanya döneminden bu yana Trump’ın tweetlerini izlemek yeterli. Başkan kendine özgü Twitter kullanımıyla yeni bir hükümet etme ve kamuoyu oluşturma yöntemi geliştirdi. Hamasetin, çarpıtmanın en alasına aşina olan bizler için bildik yöntemler gerçi ama Trump bu metodları geliştirmede kendine göre başarılar kaydetti. “How Trump Thinks” (Trump Nasıl Düşünür) Amerikan Başkanının “tweetlerini ve yeni bir siyasi dilin doğumunu” inceleyen bir kitap. Yazarları Peter Oborne ve Tom Roberts, Trump’ın Twitter hesabında ilk günden bugüne yazdıklarını inceliyor ve siyasi dilindeki “gelişimi” tespit ediyor. Trump’ın saldırgan, gerçekleri sallamayan, dan dun tweet’lerini nasıl sistemli kullandığını ve böylece seçim kazandığını anlatıyorlar. Trump’ın çok sayıda seçme tweet’lerine de yer veren yazarlara göre “Trump bu yeni medyanın gücünü içgüdüsel olarak anladı. Karmaşık fikirleri basitleştirmek, nüansları ve altmetinleri ortadan kaldırmak, her şeyden önce gerçeklerle iddiaların arasındaki sınırları silmek için kullandı. Donald Trump olay ları kendi bakış açısıyla tanımlamak ve su sızdırmaz bir inanç dünyasını hayata geçirmek için sosyal medyanın tüm potansiyelini kavrayan ilk siyasetçi oldu.” Trump bunun için kim olduğuna bakmadığı başka kullanıcıların (örneğin eski Nazilerin), gerçekliğini sorgulamadığı tweet’lerini de kullandı, özellikle televizyon canlı yayınlarına eşlik eden yorumlarıyla bu yayınların algılanışını yönlendirdi. Oturduğu yerden yaptığı yorumlarla hem “entertainer” (şovmen) hem de eleştirmen haline geldi. Buna karşılık rakibi Hillary Clinton’ın ekibi ise bir tweet için dokuz saat düşündüğünden tüm reaksiyon ları gazozun gazı kaçtıktan sonra geliyordu. Trump’ın Twitter macerasını bu gözle izlemek çok öğretici. Öyle başka siyasetçilerin de tekrarlayarak sonuç alabilecekleri bir yöntem değil çünkü doğal bir yetenek ve ısrarcılık gerektiriyor. Tıpkı doğal hitabet yeteneği gibi… Bu maceranın en güzel kısmı ise Trump’ın başkanlık yarışından çok önce Twitter hesabını ilk açtığı günlerde yaşanmış. Kendine bir sosyal medya personası yaratmaya çalıştığı ilk tweet’lerinde televizyondaki Apprentice Show’unu duyuruyor, doğumgününü kutlayanlara teşekkür ediyor, bir gece önce yaptığı şeyleri anlatıyor. “Dün gece Lady Gaga’yı gördüm, şahane görünüyordu” da bunlardan biri. Ki o zamanlarda bile sevimsiz ve egolu… Sonra… Sonrası malum. Twitter bir canavar yarattı. Hesabına en son baktığımda “Ben bataklığı kurutmaya çalışıyorum, bataklık benimle savaşıyor. Merak etmeyin, Kazanacağız!” diyordu. Ver Türk’ü al Afgan’ı Geçen yılın göç istatistikleri açıklanmış. Türkiye’den gidenlerin oranı 2017’de yüzde 42.5 artmış. 253 bin Türk vatandaşı ülkeyi terk etmiş. Veriler, TÜİK’ten geliyor, adrese dayalı nüfus sistemiyle toplanıyor ve TC vatandaşlarını kapsıyor. Gidenlerin çoğu 1525 yaş grubundan. Yani okul ve üniversite çağındakilerle yeni mezunlar. Haberde akademisyenlere ve meslek gruplarına dair detaylar yoktu ama hepimiz çevremizden bu konudaki detayları biliyoruz. Geçenlerde, gurur duyduğumuz bir yerli elektronik üreticisinin mühendis kadrolarının boşaldığı, tümünün kapağı Almanya’ya attığı anlatılıyordu ilgili/bilgili çevrelerde. Buna karşılık Türkiye’ye gelenler de var. Birinci sırada Iraklılar, sonra Afganlar. Kaçıp canlarını kurtarmaya çalışanlar, kendi ülkelerinde tutunamayanlar… Onlarda da birinci sırayı gençler almış. Muhtemelen onlar da kendi ülkelerinin gelecek için umut duyduğu insanlardır. Kendi gençlerimizi gönderip başka göçmenlerle zenginleşiyoruz. Bileşik kaplar gibi. Zor durumdakiler kendilerini daha iyi, daha güvenli, daha özgür hissedecekleri bir yere kapağı atıyor, onların yerine daha zor durumdakiler geliyor. Ama meşhur kaide burada da işliyor, gelenler gidenleri aratıyor. Avrupa’da artan ırkçılık ve her tür ayrımcılığa karşı 65 bin yürek bir araya geldi Güncel Chemnitz’in çığlığı: ‘Biz daha çokuz!’ Teknolojisine ve ürünlerine hayran da olsak, genelde batılıları, özelde de Almanlar’ı “domuz gâvur” diye nitelemeyi severiz. Hatta son dönem dış siyasette, ortaokul seviyesindeki tarih bilgimizle “Nazi” suçlamasını bile kullanır olduk. Oysa Almanlar’ın Nazizm’den dolayı her fırsatta defalarca özür dilediklerini ve bu kavramı bir “hakaret” olarak gördüklerini bilmeyiz. Berlin’in simgesi Brandenburg Kapısı’nın önüne Hanukiya dikebilen bir toplumdan söz ediyoruz ki muhtemelen Adolf Hitler mezarında bir değil, birkaç takla atmıştır! Şöyle düşünelim; Boğaziçi Köprüsü’ne örneğin, 1915 Ermeni olaylarıyla ilgili bir taziye pankartı asılsa ülkemizde?.. Düşünemediniz değil mi? İşte Almanlar’ın yaptığı tam olarak budur ve hafta başı Chemnitz kentindeki konserde bir araya gelip ırkçılığı lanetleyen 65 bin kişi yüzü suyu hürmetine dünya, hâlâ yaşanası bir yerdir! Punkçı, zenci, travesti! Siyah, sarı, beyaz, her renkteydi tenleri ama renk ayrımı yoktu! Erkek, kadın, gay, lezbiyen, transseksüeldiler ya da herhangi bir cinsel tercihleri bulunmuyordu; zaten bu da kimseyi ilgilendirmiyordu! Bir dertleri vardı. Irkçılığa ve her türlü ayrımcılığa karşıydılar. Bunu da en barışçıl yol olan müzikle anlattılar! Punk müziğin antifaşist efsanesi Die Toten Hosen sahneye çıktığında bir kez daha lanetlendi Nazizm… Hatta şarkılarla alay konusu oldu. Hem de bir Alman grup tarafından, Almanya’nın ortasında! Sahi; Ahmet Kaya, Yılmaz Güney ve Nâzım Hikmet nerede vefat etmişti acaba? Chemnitz’deki 65 bin kişilik kalabalık, slogan olarak “Wir sind mehr! – Biz daha çokuz” demeyi seçmişti. Zira aynı günlerde, Almanya’nın üçün cü partisi olmayı başaran göçmen karşıtı Alternative für Deutschland’ın (AfD) fanatikleri de sokaktaydılar. Bir Alman öldürülmüştü çünkü… Öldürenin “göçmen” olduğu söyleniyordu ve bu da milliyetçi tepkiyi yükseltmeye yetmişti. AfD’nin yanı sıra PEGİDA’nın (Batı’nın İslamlaşmasına Karşı Yurtsever Avrupalılar) desteklediği protestolardaki kitle kalabalıktı. Ama Chemnitz’deki 65 bin kişinin cevabı net olacaktı: “Biz daha çokuz!” Çuvaldızın milliyeti olmaz! Avrupa’da ırkçı eğilimin yükseldiği istatistiksel bir gerçek... Altın Şafak’ın Yunanistan’da yüzde 7 oy alması, Hollanda’da Geert Wilders’in popülaritesine ek olarak son Almanya seçimlerinde AfD’nin yüzde 13’lere ulaşması ilk akla gelen örnekler… Ama bu, Chemnitz’deki kitlenin de gösterdiği gibi, milyonlarca Avrupalı’nın ırkçılığa karşı olduğu gerçeğini değiştirmiyor! Çuvaldızı hallettiysek, gelelim iğneye!.. “Avrupa’da ırkçılık yükseliyor”, “Nazizm geri dönüyor” diye kaygılanırken, bizdeki “dinbaz”, milliyetçi, ultramilliyetçi partilerin toplamda yüzde 60 civarı oy almasını nasıl açıklayacağız? Bu partilerden birine karşı bir konser tertip eden biri kaç dakika içinde kodese atılır ve iddianamesi kaç ayda hazırlanır? En son “Onur Yürüyüşü”ne ne zaman izin verildi İstanbul’da? “Cumartesi Anneleri” 703. haftada (!) nerede olacaklar? Efendim?! Avrupa ve Nazizm mi demiştik?.. Mikrofaşizm her yerde “Domuz gâvur”a dönersek… “Ne iyi ettin de geldin, iyi ki tanıştık! Buraya yerleşmeyi düşünmez misin” gibi dostane cümleleri çok sayıda Al Yahudiler’in dokuz kollu şamdanı Hanukiya, Berlin’de, Brandenburg Kapısı’nın önünde… man, Avusturyalı, Yunan arkadaştan duydum. Garp cephesi seyahatlerimde “Siz Türkiye’de kiler…” diye başlayan, ırkçılık ve küçümseme kokan imalar ise ilginçtir, bir zamanlar aynı güçsüz pasaportu taşıdığımız, sonra hasbelkader oranın tabiiyetine geçmiş vatandaşlarımdan geldi. Yani ırkçılık ve ayrımcılıkla nerede karşılaşacağımızı bilmek mümkün değil! Tıpkı taciz vakalarına “yabancı” bir ortamdan ziyade tanıdık ve “güvenilir” yerde, ailede, iş yerinde rastlanması gibi… O yüzden yanında tek gözün açık uyuduğun bir “hemşerin” mi daha iyidir; yoksa elini güvenle sıktığın bir Bulgar, bir İzlandalı, bir Japon, bir Ugandalı mı diye hep kendime sorarım! Konu insanlıksa… MEMETCAN DEMİRAY C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle