22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

SAYFA 2 atar damar Melİs Alphan Bizden sonra tufan değil Bu seçimin sonucu hangi partiyi/partileri iktidara getirirse getirsin, tez elden doğanın korunmasına yönelik politikalar geliştirilmesi şart. Bizim ülkemizde hâlâ iktidar çevre kirliliği yaratan yatırımlarla övüne dursun, dünya da dördüncü kuşak hakların teslim edildiği bir zamandan geçiyoruz. Ekosistem hakkı, gelecek nesillerin hakkı ve kent hakkı, bizim gibi gelişmeyi betonla ölçen ülkeler dışındaki yerlerde, sürekli gündemde. Artık kimsenin “Benden sonra tufan” deme lüksü yok. Çevre insanlığın ortak mirası ve kimsenin onu gönlünce katletmeye hakkı yok. TEMA Vakfı, seçimler öncesinde hazırladığı EkoSiyaset 2018 belgesini tüm partilerle paylaştı. Bu seçimden kim galip çıkarsa çıksın, bu belgeyi başucuna asmalı. Belgeden yola çıkarak bir özet yapacak olursak... Tarım arazileri amaç dışı kullanım sonucu hızla azalıyor. Bir kere Türkiye, tarım arazilerini hızla kaybediyor. 1992’de 27,6 milyon hektar tarım arazisi varken, 2017’de bu rakam 23,4 milyon hektara geriledi. Ve Türkiye 25 yılda, tarım arazilerinin yüzde 15’ini kaybetti. 1920’lerde arazilerin yüzde 56’sı meraların oranı bugün yüzde 19. Mevcut meralarda da bitki örtüsü zayıf ve verimsiz. 2023’e kadar ülke nüfusunun 6 milyon artması bekleniyor. Bu demektir ki tarımsal üretim de artmalı. “Sadece 1 milyon ton tahıl için, 400 bin hektar tarım alanına daha ihtiyaç duyulacağı düşünüldüğünde, tarım alanlarımızdaki kayıpların ne kadar kritik olduğu görülmektedir” diyor TEMA. Tarım arazilerinin amaç dışı kullanımının engellenmesi için Toprak Koruma ve Arazi Kullanım Planları’nın hazırlanmasını, tarımsal potansiyeli yüksek büyük ovaların tarımsal koruma alanı ilan edilmesini, toprağın sürdürülebilir yönetimini, toprak koruma ve erozyonla mücadele tedbirlerinin acilen desteklenmesini öneriyor. Hayvancılığın geliştirilmesi, biyolojik çeşitliliğin ve toprağın korunmasına hizmet edecek şekilde ‘sürdürülebilir mera yönetimi’nin hayata geçirilmesi gerektiğinin altını çiziyor. Ormanlar ayrı sorun. “Milyarlarca ağaç diktik” falan deniyor da Türkiye’de 2/B uygulaması ile 473 bin hektar alan, orman rejiminin dışına çıkarıldı. Ormanların madencilik, ulaşım, enerji, haberleşme gibi pekçok ormancılık dışı işler için kullanılması da cabası. Bu tahribatın önüne geçmek için de 2/B uygulamasının sonlandırılması ve ülkemizdeki 7,1 milyon orman köylüsünü kalkındırmak şart. Su azlığından su fakirliğine Türkiye üç bitki biyocoğrafyasının kesiştiği ender bir ülke olduğu için biyolojik çeşitliliği yüksek bir ülke. Ama 2016 yılı istatistiklerine göre korunan alanların ülke yüzölçümüne oranı yaklaşık yüzde 9. Bu oran hem dünya hem de AB ortalamalarının altında. TEMA Vakfı, korunan alan büyüklüğünün dünya ortalaması olan yüzde 17’ye çıkarılmasını, bu alanların biyolojik çeşitliliği kapsayacak şekilde planlanmasını, yapılacak boşluk analizlerine göre de yeni koruma alanları belirlenmesini tavsiye ediyor. Gelelim suya… Hali hazırda Türkiye su azlığı yaşayan bir ülke. Nüfusun 2040’ta 100 milyonu aşacağı ve bu durumda Türkiye’nin “su fakiri” bir ülke olacağı öngörülüyor. İklim değişikliğinin su varlıkları üzerinde kendini daha fazla göstereceği de bir gerçek. Ekosistem temelli ve katılımcı arz yönetimi yaklaşımını benimseyen bir su yasasının acilen hazırlanması elzem. İklim değişikliğine karşı dirençli ve ekonomik olarak güçlü bir ülke olabilmek için de, sera gazı emisyonlarını hızla azaltacak sanayi, ulaşım, enerji ve uyum politikalarının hayata geçirilmesi gerek. Yeni termik santrallar yerine, enerji verimliliği ile enerji tasarrufuna odaklanmak, Türkiye’nin yüzde 27’lik enerji verimliliği ve tasarrufu potansiyelini kullanmak gerek. Madencilik faaliyetlerinde etkin planlamaya, geri dönülmez maliyetlerinin hesaplanmasına ihtiyaç var. Ama hepsinden önce, bir zihniyet değişikliğine ihtiyaç var. Doğanın insanlığın ortak mirası olarak korunması, iyileştirilmesi ve gelecek nesillere aktarılması gerektiğini idrak eden siyasetçilere ihtiyaç var. 24 HAZİRAN 2018, PAZAR İzlenim Burçİn Akgün Ünaldı Daimilikle geçicilik arasında imkân mı, imkânsızlık mı? Baki sanat fani moda el ele Sanatın ölümsüzlüğü ile modanın faniliği nasıl bir araya gelebiliyor? Bu iki kavramın birlikteliği, daimilikle geçicilik arasında bir imkânsızlık demek değil mi?.. Moda, sanattan beslenmeyi sürdürerek sanata, bu en büyük ilham kaynağının ruhuna ihanet mi ediyor? “Sanat nedir” sorusuna Picasso “Sanat ne değildir ki” cevabını vermiş. Çoğu zaman güzel bir elbiseyi “sanat eserinden farksız” diye tanımlıyoruz. Moda tasarımı bir sanat mı; moda, sanatın giyilebilir versiyonu mu konusu her daim konuşuladursun, modanın sanattan ilham almaya doymadığı, sanatı git gide giysi tasarımının, dahası giysilerin pazarlama ve satışına yönelik stratejilerinin içine kattığı bir gerçek. Son olarak Gucci’nin Resort 2018 defilesini Pitti Palace’da Boticelli, Raphael ve Titian gibi ressamlara ait paha biçilemez 500 sanat eseri arasında sunmasıyla; yine Gucci’nin son reklam kampanyasını ressam Ignasi Monreal’in hiperrealizm ve Rönesans sanatından referanslarla hazırlamasıyla moda ve sanatın bir aradalığı hiç olmadığı kadar “trend” olmaya başladı. Peki ya sanatın ölümsüzlüğü ile modanın faniliği nasıl bir araya gelebiliyor? Bir sanatçının “yaratım”daki en büyük motivasyonu yüzyıllar sonraya dahi uzanabilmek iken tasarımcının tasarım süreci daha çok “an”ın zevklerine uygun, bir ya da birkaç sezonu kurtarabilen mahiyette ve tüketilmeye açık. Şu halde bu iki kavramın birlikteliği daimilikle geçicilik arasında bir imkânsızlık demek değil mi? Moda, sanattan beslenmeyi sürdürerek sanata, bu en büyük ilham kaynağının ruhuna ihanet mi ediyor?.. 1937’deki ‘Istakoz Elbise’ ilk Bu karmaşık ilişkinin ilk meyvesi bizi 1937 yılına götürüyor. İspanyol sürrealist ressam Salvador Dali ve efsanevi İtalyan tasarımcı Elsa Schiaparelli bir işbirliği yapıyor ve ortaya meşhur “Istakoz Elbise” çıkıyor. Bu uzun ipek elbise, bel kısmından ayak uçlarına uzanan ve usta Dali tarafından resmedilen devasa bir ıstakoz desenini üzerinde taşıyor. Elbise İngiliz kraliyetine asi bir mesaj veren Wallis Simpson tarafından giyilip Vogue için Cecil Beaton tarafından fotoğraflanınca ünü dünyaya yayılıyor. Ressam ve tasarımcı arasında da anlaşmazlıklar getirecek olan ünlü elbise belki de ilk “modasanat” işbirliği olarak adlandırılabilir. Büyük ses getiren ve günümüzde hâlâ “ikonik” parçalar arasında kabul edilen bir diğer elbi Yves Saint Laurent, Hollandalı ressam Piet Mondrian’ın 1930’larda yaptığı tabloyu çok şık 6 kokteyl elbisesine uyarlayarak 60’lar modasına damga vurdu. se Yves Saint Laurent’nin 1965’te Hollandalı soyut ressam Piet Mondrian’ın “Composition with Red, Yellow, Blue” isimli eserinden çıkmıştı. Saint Laurent, soyut resmin öncülerinden Mondrian’ın 1930’larda yaptığı tablosunu çok şık 6 kokteyl elbisesine uyarlayarak 60’lar modasına damga vurdu. Yves Saint Laurent bu tablolardaki saflığa ve dengeye olağanüstü hayranlık duyduğunu ifade ederken, Mondrian’ı bu iki kavramın ifade ettiği felsefenin tam zıddına, yani bir “lüks tüketim ürünü”ne dönüştürmekte sakınca görmedi. Oysa bir keşişten farksız yaşamayı tercih etmiş Mondrian’ın sanatı, dengenin sadelikte olduğunu ifade etmek üzere materyalizme karşı bir duruş, varoluşa bir şükrandı. Elbette her moda ve sanat birlikteliği sanatın özünü yaralamak niyetiyle yola çıkmadı; 1966’da Paco Rabanne defilesini bir sanat sergisine dönüştürerek “12 Giyilemez Elbise” isimli bir koleksiyona imza attı. Tasarımcı burada modanın sanat DNA’sına sahip olabilmesi için giyilebilirlik sınırının ortadan kalkması gerektiğini ifade ediyor gibiydi. Sanatı moda tasarımında olağanüstülük boyutunda kullanan bir diğer tasarımcı ise 20. yüzyılın dâhilerinden kabul edilen Alexander McQueen idi. Britanyalı sa natçı Damien Hirst’in grotesk desenleri McQueen tasarımlarında motiflere dönüşmüş, bu ultra lüks kıyafetler ölümün kaçınılmazlığını ve her zaman bizi beklediğini anlatan milyonluk birer esere dönüşmüştü. Matisse, Stubbs, Klimt ve daha pek çok eşsiz eser kumaşlara basılıp belki en fazla bir sezon askılarda kendine yer buldular. Buraya kadar modanın sanattan nasıl beslendiğinden ve bu ilişkinin bir bakıma zıtların çekimi olduğundan dem vursak da son 1015 yıldır moda tasarımcılarının da sanat çevreleri tarafından daha fazla benimsendiği, moda tasarımcılarına retrospektif sergiler düzenlendiği, moda tasarımcılarının koleksiyonlarından müzeler oluşturulduğunu unutmayalım. Sanat dünyası da moda ve moda tasarımcılarını bağrına basmaya, moda tasarımını “sanat”, tasarımcıyı “sanatçı” kavramlarının içinde görmeye eskisinden çok daha sıcak gibi… Pek çok galeri ya da müze bir Rönesans ressamının olağanüstü eserlerini sergileyerek çekemeyeceği kalabalığı ya da alamayacağı basın ilgisini ünlü bir moda tasarımcısının retrospektifi ile kolayca kazanabiliyor. Yoksa bu huzursuz ve kimyası sakat aşk ilişkisi git gide bir mantık evliliğine mi dönüşüyor?! Tasarımcı gibi düşünmek Tasarım Tasarım kavramını salt bir pratik olarak tanımlarsak, insan yapımı çevrenin estetik ve fonksiyonel unsurlarla şekillenmesi diyebiliriz. Kuşkusuz buradaki en büyük yanılgı, bu algının sadece form üzerinde yoğunlaşmasıdır. Tasarım asla sadece estetik ile ilgili bir kavram olmamıştır; dikkat çeken tasarımların büyük kısmı her ne kadar çizgileri ile kitlelerin dikkatini çekiyor olsa da iyi tasarım olarak adlandırılan çalışmalar; fonksiyon, ergonomi, doğru malzeme seçimi, sürdürülebilir üretim, uygun ekonomi gibi pek çok farklı dinamiği de barındırır. Tasarım eğitimim sırasında en sevdiğim derslerden biri “Algı” (Perception) idi; Psikoloji bölümünden alırdık. İnsan uzuvlarının görme, dokunma, hissetme, işitme gibi fonksiyonlarına yoğunlaşırdık. Aldığımız eğitimin yine büyük kısmı amfilerde değil de uzun saatler geçirilen (hatta içinde göçebe hayatı bile yaşadığımız) stüdyolarda olurdu. Yapıcı kültürünü ilk buralarda öğrendik, zira fikirlerimizi ifade etmek için her zaman üretmek durumundaydık: kimi zaman çizimler, kimi zaman maketler veya gerçek malzemelerle prototipler. Karbonfiberden araba kaportası yapmayı, metal kaynağını, endüstriyel matkap kullanmayı, polyester kalıp dökmeyi işte hep bu sıra dışı eğitimimiz ile öğrendik. Problem çözen insan Bir tasarımcıyı diğer insanlara göre farklı kılan, bu çok farklı alanlarda dokunduğu eğitim çeşitliliğidir. Bu çeşitlilik özünde bizlere basit bir hayalin gerçeğe dönüşme evrelerinde ihtiyacımız olacak öngörüleri sunmuştur. Tasarımcı, problem çözen insan olarak tanımlanıyor kimi ortamlarda; oysa herkes iyi kötü problem çözücüdür. Tasarımcı, problemleri baştan iyi tanımlamasını bilen, bu çözümü sistematik süreçlerle yönetebilen kişi aslında. 2000’li yıllara kadar doruk noktasına ulaşan üretim çılgınlığı ile tasarım, rekabetin en önemli unsuru olarak gösterildi. Tasarımı ile farklılaşan ürünün pazarda daha çok şansı vardı. Bu hâlâ geçerli bir kural elbet, ancak geçirilen ekonomik krizler ile işin rengi epey değişti. Artık “tasarım” kelimesinin içi, sürdürülebilirlik, üretim ve malzeme duyarlılığı gibi özellikler ile doldurulmak durumunda. Tüketiciler ister eşya olsun ister bina, ortaya konan işin çevresi ile ilişkisine, sorumluluklarını taşıyıp taşımadığına ciddi miktarda önem veriyor; kendi tüketim alışkanlıklarını da sorguluyor, kısıtlıyorlar. Böylesi bir değişim döneminde, dünyanın en önde gelen tasarım şirketi IDEO’nun kurucusu David Kelley ve CEO’su Tim Brown, özgün tasarım eğitiminin özelliklerini öne çıkardıkları bir “paket program”ı, iş dünyasına sağladığı katkılarla öne çıkan Stanford Üniversitesi’nin bahçesindeki bir çadırda (!) sunmaya başladılar. Önceleri deneysel ola rak başlatılan derslere farklı alanlarda öğrenim gören öğrencilerden ilgi öylesine büyük oldu ki böylece “Stanford School” doğmuş oldu. Fark yaratan fikirlerin peşinde Okulun sunduğu temel eğitim, bir tasarımcı gibi düşünmek; buna “tasarım odaklı düşünme” olarak çevirebileceğimiz “design thinking” deniyor. Kelley yazdığı kitaplarda insanların ne kadar yaratıcı varlıklar olduğunun, ancak zamanla maruz kaldığımız eğitim sistemi ve sosyal baskılar sebebi ile bu yaratıcı yanımızı zaman içinde unuttuğumuzun altını çiziyor. Brown ise, bu kavramı sırf yeni bir akım yaratmak için değil; şirket olarak çok önemli vakalarda yeni fikirler sunmakta zorlandıkları için öne çıkardıklarını belirtiyor. Tasarım süreçlerinin analitik düşünme yöntemleri ile sunulduğu paket program, tasarım eğitimi almamış kişilerin de aynı tasarımcılar gibi çok yönlü düşünebilmesinin yollarını gösteriyor. Bankacılar, satın almacılar, lojistik şirketleri, gıda üreticileri, sağlık sektörü, teknoloji sektörü, perakendeciler gibi pek çok alanda gittikçe yaygınlaşan bu akım sayesinde özellikle iş dünyası yenilikçi, fark yaratan fikirlerin peşinden koşuyor. Kurumsal süreçler yeniden tasarlanıyor, servisler elden geçirilip daha verimli hale geliyor. Çalışanların inovasyon yapma olasılıkları tasarımcı gibi düşünmeyi öğrendiklerinde ciddi oranlarda artıyor. Özetle tasarımın üretimle değil, düşünce biçimi ile fark yarattığı yeni bir dönemdeyiz. Aman geri kalmayın!.. Özlem Yalım C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle