Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
18 MART 2018, PAZAR SAYFA 7 Diyalog ÇAĞNUR ÖZTÜRK Gonca Vuslateri sinemada, dizide, tiyatroda doludizgin... Kendi işimde Fazıl Say olmayı hayal ediyorum! Gonca Vuslateri, dramdan komediye her rolün altından başarıyla kalkan; yazmak ve şarkı söylemek gibi yetenekleriyle de hayatına, hayatlara lezzetli soslar katan bir kadın. Şu anda; iki eski sevgilinin aynı düğün salonunda evlendiği BKM imzalı komedi filmi “Düğüm Salonu”nda izleyici karşısında ve aldatılan kadının ne kadar tehlikeli olabileceğini anlatacağı yeni dizisi “Tehlikeli Karım” ise yakında Show TV ekranında olacak. Ayrıca bir Çehov klasiği Martı’nın modern uyarlaması ile de tiyatro sahnesinde. Haliyle, Vuslateri ile ‘antioksidan’ etkili uzunca bir sohbet gerçekleştirdik. Bu hafta vizyona giren, Şahin Irmak’ın hem senarist, hem de oyuncu olarak katkıda bulunduğu ‘Düğüm Salonu’nda Gonca Vuslateri, Irmak’la başrolü paylaşıyor. ? Düğüm Salonu’nda siz de gelinlerden birisi niz... Nasıl bir karakter Buse? Aslında Buse karakterini şöyle tanımlıyorum, çok da hoşuma gidiyor bu tanım. Bazı düğünlerde ge linler, kocalarıyla değil de düğünün kendisiyle ev lenirler. O kadar düğün telaşesi, düğün hırsı, her şe yin mükemmel olma mücadelesini verir ki, bu film de göreceğimiz gibi karşısındaki adamın bir mazisi ve kafasının başka bir yerde olduğunu göremez ve günün sonunda bununla yüzleştiğinde içinden çok farklı duygular çıkabilir. Buna tabii çok komik bir biçimde tanık olacağız. Yan yana düğün salonların da evlenen iki eski sevgilinin karşılaşma hikâyesi... Şahin Irmak ve İrem Sak. Ben de Şahin’in evlendiği gelin adayı. Emre Karayel de İrem’in evlendiği adam. Bunlar arasında ve tabii ki konuya dahil olan ailelerle birlikte çok ciddi bir çatışma gecesinden bahsediyor. Enerjisi çok yüksek, seyirciyi yormayan, hatta muazzam bir komedi yolculuğuna çıkaran bir iş çıktı diyebilirim. biraz Merve Girgin ile Fatih Aksoy’un benim gözlerimde bunu görüp, daha önce böyle işlerde oynamamama rağmen; bunu bu kadın yapabilir, anneyi Gonca oynasın demelerinin şaşkınlığı inanın hâlâ gitmiyor. Anne dizisi, özellikle kariyerim için şu açıdan da önemli. Yurt dışına pazarlanan dizilerimiz söz konusu, Türkiye bu alanda kendini ispatladı. Anne de 70 küsur ülkeye satıldı. Her dilden tebrik almak, ? Şahin Irmak’ı oyuncu olarak tanıyor seviyoruz ama yazarlığısenaristliği nasıl? Siz neler demek istersiniz? Şahin bu genç yaşta o kadar güzel bir şey yaptı ki... Üretken, çalışkan, metin yazan biri. BKM’nin de birçok doğaçlama işlerinde de onu gördük, yıllar evvel ilk karşılaştığımız zaman. İnsan olarak Türkiye’de son yıllarda kadınerkek ilişkisi üzerine o Gonca Vuslateri, Yalan Dünya’da ‘Vasfiye’ (üstte), Anne’de ‘Şule’ (altta) ve yeni dizisi Tehlikeli Karım’da Derin rolünde (sağda). herhalde bir oyuncunun inanılmaz keyif alacağı ve onurlanacağı bir gerçek. Dolayısıyla Şule’ye de, Vasfiye’ye de, hayatımdan geçen bütün rollere de bu anlamda şükran borçluyum. kadar vahşi şeyler okuyoruz ki. Kadınla erkekle ilgili algımız artık, onların ne kadar birbiriyle ayrı uçlarda olduğu gerçeği. Bu ülkeye Şahin’den ne kadar çok lazım dediğim çok özel de bir karakter. Çok güzel bir hikâye yazmış, benim bildiğim kadarıyla aslında dinlediği bir hikâyeden yola çıkıp yorumladığı ve kendi dünyasını yarattığı bir senaryo. ? Hayatınızda, kariyerinizde dönüm noktanız ne oldu? Hayatımda ve kariyerimde dönüm noktam Gülse Birsel ve Fatih Aksoy’dur. ? Onlarla karşılaşmadan öncesi ve sonrasına geldiğiniz süreçte, kendinizde nasıl değişimler, gelişimler gözlemlediniz? İşim konusunda daha biraz keskinleştim galiba. Artık gerçekten kompozitör gibi çalışabiliyo ‘Bütün rollerime şükran borçluyum’ rum. Çünkü diğer enstrümanlarımın gücünü gördüm. Komedide, dramda gidebildiğim yerleri gördüm. Coşkun dalgalarımı gördüm, durgun sularımı ? Anne dizisinde Şule karakteriyle, ben sanki gerçek Gonca Vuslateri oyunculuğunu gördüm, ve sizi bir dramda izlemekten inanılmaz keyif aldım. Anne dizisi kariyeriniz için nasıl bir yerde? Benim için Yalan Dünya ve Anne’nin peşpeşeliği, o ikisi kadar hayatımda ciddi bir geçiş süreci olmadı. Bu kadar komik bir süreçten bu kadar drama gördüm. Bana kendimle ilgili aynanın beri tarafını gösterdi. Karanlık tarafını da gösterdi, aydınlık tarafını da gösterdi. Dolayısıyla artık bu soru şöyle bir soru benim için; kendi işimde Fazıl Say olmayı hayal etmek gibi. Bunu ne kadar becerebilirsem, kendi içimdeki, oyunculuğumdaki Fazıl Say’la ne kadar karşılaşabilirsem o kadar muhteşem hissedeceğim. tik bir sürece atlamak çok enteresandı gerçekten. O ? Bir yandan tiyatroya da devam ediyorsunuz. Çehov ve Martı’nın sizin için önemi ne? Nasıl bir modern uyarlama oldu? Serdar Biliş, çok hayran olduğum bir yönetmen, uzun yıllardır kendisiyle çalışmayı hayal ediyordum. Ne muhteşem ki bir sabah, Tilbe Saran’ın telefonuyla uyandım. Martı’da Maşa rolünde beni düşündüklerini söyledi. Sonra hep beraber bir araya geldik. Konservatuar’da Shakespeare, Lorca, Anton Çehov, Sofokles gibi bazı mihenk taşları vardır, oyuncu buralara ne kadar yaklaşabilir, buraları ne kadar anlayabilirse, temel anlamda hayata, felsefeye, tiyatronun kendisine o kadar yaklaşabilir. Çehov bu anlamda muazzam bir yazar. Artık bu hayatta yeniyi anlamak zorundayız, eskiye bağlı yaşamamalıyız. Eskinin değerini bilmeliyiz ama ona bağımlı yaşamamalıyız, bu bizi fosilleştirir diye bir cümlesi vardır Çehov’un. 1800’lerde yeniyi çağıran bir oyunun, 2018’de hâlâ oynanması ve hâlâ yeniyi çağırmaya devam etmesi çok önemli bir mesaj. Bir çocuğun hayali, bütün dünyayı değiştirebilir ? Bizim izlediğimiz iyi oynayan, bütün rollerinin hakkını veren Gonca dışında yazan ve şarkı söyleyen her şeye yetenekli bir Gonca var; bunlar oyunculuk dışında hayatınızın neresindeler? Bunlar da oyunculukla alakalı şeyler aslında. Konservatuar’a ilk girdiğiniz zaman 38 tane dersiniz olur. Bu 38 dersin içinde TaiChiChuan da alırsınız, eskrim de alırsınız. Solfej de, şan da psikoloji dersi, sosyoloji dersi de alırsınız. Bu anlamda Müjdat Gezen Sanat Merkezi beni çok iyi besledi. Biz Liza Minnelli’nin Kabare filmiyle büyüdük. Dolayısıyla hep hayatımda hayal ettiğim şeyler vardı. Bir oyuncunun hem aksiyonu içerisinde yaratması, yazması, şarkı söylemesi, dans etmesi, her şeyi yapması... bu aslında enstrümanlarıyla alakalı bir durum. Enstrümanlar geliştikçe, artık tek başına solo bir şeyler yapmaya başladığında, öyle bir aktive olurlar ki artık onu durduramazsınız. Bir albüm düşüncem var bu yaz ama bu yaz için aynı zamanda bir senaryo ön çalışması da yaptım. Önümüzdeki sezon izleyebileceğimiz bir çocuk oyunu da yazdım. Bu da en hayal ettiğim şeylerden biriydi. Bu arada da oyunculuk, yazarlık, gazetede köşe yazarlığı gibi küçük tatlı yolculuklarım devam ediyor. ‘Sevgi karşısında kelimeler kifayetsizdir’ ? 47. Siyad Ödül Töreni’nde Attila Özdemiroğlu’na onur ödülünü siz vermiştiniz duygusal bir konuşmayla... Biliyorum ki hayatınızda çok özeldi. Neler söylemek istersiniz? Gerçekten çok zor bir akşamdı benim için. Çünkü Attila, aktif kemoterapi gördüğü çok zorlu bir süreçteydi. Yani kemoterapi sonrası bir süreç değildi. Aktif tedavi gördüğü, hastaneye gidip gelinen bir süreçti. Hastanede de birlikteydik, dışında da birlikteydik. Eşi sevgili Hepgül Özdemiroğlu, hatta o da beni çok sever. Son vefatına yakın bir sürede 10 gün birlikte aynı evin içinde yaşadık. Benim annem de vardı. Her zaman aileydik. Atilla Dorsay aradı, Sezen Aksu olacaktı diye biliyordum fakat sevgili Sezen Aksu bir sakatlık geçirmişti hatırladığım kadarıyla ve Attila (Özdemiroğlu) da Sezen gelemiyorsa Gonca’nın vermesini çok isterim demişti. Ve elim ayağım titredi, böyle bir şey yaptığım için. SİYAD Ödül Töreni’nde ödül almayı hayal eden, gıptayla bakan bir oyuncu olarak koltuklarda izlediğim zamanlardan sonra şimdi kalkıp bir onur ödülü verecektim. Şöyle bir sorumluluk hissettim kalbimde, en önemli şeyi söylemeliyim dedim, en uç noktada olmalı cümlelerim, en muhteşemi olmalı Attila’ya o ödülü verirken dedim. Bir konuşma hazırladım fakat sahneye çıkarken bir şey oldu, dedim ki Attila’yla beraber yaşadığımız bu dostluk sürecinde bana çok güzel bir şey öğretti; ünlü bir söz vardır bilirsiniz; “Hayat siz planlar yaparken başınıza gelenlerdir” diye, dolayısıyla elimdeki kağıdı buruşturup kalbime dayanarak, kalbimin gücüne, ona olan sevgime dayanarak bir şeyler söylemek istedim. O kadar mutluyum ki kelimelerin birbirine girmesine, benim iki laf edemeyip ağlamama... Çünkü o ödül törenini ödül töreninden çıkarıp bir an için, bir insanı çok sevmenin karşısında kelimelerin kifayetsiz olma gücünü gösterdi. Benim için de tatlı bir utangaçlık ve şeker bir anı olarak kaldı. O ödül töreninden kısa bir süre sonra vefat etti. ? Mutlaka bundan sonra yapmak istediğiniz neler var? Oyunculuk ve dışında? Çocuklar için bir şey yapmak istiyorum. Uzun zamandır felsefe, politika, aşk ve bilumum birçok konuda kitap okuyorum. Özellikle psikoloji okumayı çok seviyorum fakat çocuk oyunu yazma girişiminde bulunduğumda önümde dinozorlar, gezegenlerle ilgili kitaplar vardı. Kendimi kaybettim, bizim çocukluğumuzda o kadar geniş kitaplar yoktu. Oturdum iki hafta boyunca okudum. Sonra dedim ki şu anda dünyanın her yerindeki bütün çocukları havalara uçuracak derecede güzel kitaplarımız, eğitim olanaklarımız var. Bu olanaklara bir çocuk oyunuyla katkıda bulunmanın ötesine geçebilir miyim diye düşünüyorum, ileriki zamanlar için hayallerim var. Yani bir köy okuluna gidip de bir süre geçirmek de istiyorum. Bugün bir çocuğun hayali, yarın bütün bir dünyayı değiştirebilir. ? Hayat mottonuz ne? Özellikle kadınlara nasıl mesajlar vermek istersiniz? Bulutsuzluk Özlemi’nin bir şarkısı var: “Ne olursa olsun yaşamaya mecbursun.” diye. Benim çok dinlediğim bir şarkıydı. Fakat fark etmeden, bu hayatta bir kadın olarak da ayakta durmam gerektiği ile de ilgili resmen marşım olmuş diyebilirim. Ne olursa olsun bu dünyayı kadınlar ve kadınların üretimi değiştirecek ve geliştirecektir. Her zaman değişebilir dünya, bazen çok kötü bir yere gidebilir bazen çok iyi bir yere gidebilir ama bir kadının yarattığı her şey eşsizdir. Kadınlar kendilerini eğitsinler, çaba versinler, bu çabaları önsezileriyle birleştiği zaman ortaya şahane bir şey çıkacak. Biz onun adına gelişen dünya diyeceğiz. Bu oluyor da zaten. Kadın olmaktan onur duyuyorum. THERAPIA Ruh bedenden fazlası mı? ALPER HASANOĞLU En son ağır grip olduğunuz zamanı anımsamaya çalışın lütfen. Ateşiniz vardı, yorgan döşek yatıyordunuz, eklemleriniz bile sızlıyordu. Üstüne üstlük kafanızı da pek toparlayamıyordunuz. Ne Netflix’ten bir dizi izleyebiliyordunuz ne de zamanınız olmadığı için elinize alamadığınız Ahmet Ümit’in son romanını okuyabilecek haldeydiniz. Böyle bir durumda ruhunuzu bedeninizden ayrı değerlendirebilmek aklınıza bile gelmezdi sanırım – grip ruhunuzu da, bedeninizi olduğu kadar etkiliyordu çünkü. Sinirbilim ruhsal yaşantımızın her halinin bedensel deneyimlerimizle bağlantılı olduğuna vurgu yapmak için, ‘embodied cognition’ (mücessem düşünce) kavramını ortaya atmıştır. Bu yeni bir şey değil elbette. Hipokrat’tan beri, beden sıvılarının dengesizliğinin ruhsal hastalıklara neden olduğu, yüzyıllar boyunca genel kabul gördü. Bu kabul 17. yüzyılda kesintiye uğradı ve Descartes ruh ve bedenin ayrı olduğu görüşünü ileri sürdü – galiba Descartes hiç grip olmamıştı. Psikolojinin felsefeden kopuşu ve kendi başına bir bilim olarak varlığını kanıtlama sürecinde de bu Kartezyen düalizm görüşü egemendi. 19. yüzyıl sonu, 20. yüzyıl başından itibaren psikologlar kişilik ve duyguları tekrar bedenle bağlantılı düşünmeye başladılar. Hatta William James oldukça ileri gitti ve “Üzgün ve mutsuz olduğumuz için ağlamayız, ağladığımız için kendimizi üzgün ve mutsuz hissederiz,” bile dedi. Yapılan birçok deneysel çalışma, bedensel algılarımızda yanılabileceğimizi gösterdi. Bir çalışmada denekler, bilgisayar ekranında herhangi bir insan suratının yanağına bir tüyle dokunulduğunu izlerken, aynı anda kendi yanaklarına da bir tüyle dokunulduğunda, ekrandaki insan suratını kendileri olarak algıladılar. Bu ‘embodiment illusion’, bedenle ilgili bu algı yanılsaması, bize ruhun bedenle ilgili algısının nasıl etkilenebileceği ve bu anlamda çevremizdeki dünyayı deneyimlerken nasıl da yanılabileceğimizi ve yanıltılabileceğimizi çok net gösterir. Ruh evininin yolunu bulamayabiliyor bazen, çok açık görülüyor ki. Kalp ağrısı, baş ağrısı Ayrıca, son yılların en ilginç filmlerinden biri, ‘Her’de olanlar yıllardır çeşitli çalışmalarda da gösterilmektedir. Kişiler bir bilgisayar programıyla dertleşip onunla sohbet etmeye, ondan tavsiyeler almaya başlayabiliyorlar zamanla. Bu anlamda bir ruh, bedeni olmayan bir başka ruha da itimat edebiliyor. Sinirbilimsel çalışmaların ön kabulü, beyin belli bir karmaşıklığa ulaştığında ruhun ya da ruhsal işlevlerin ortaya çıktığı yönündedir. Başlangıçtaki sorumuza dönelim: Ruh bedenden fazlası mıdır? Şimdiki sinirbilimsel bilgilerimiz ışığında, beynin ruhun fiziksel temelini oluşturduğunu söyle yebiliriz sanırım. Oysa günlük dilimizde hâlâ var olan deyim ve söylemler başka bir kabulü yansıtıyor. Sinirbilimcilerin bile ‘kalbi kırılıyor’ kötü bir muamele gördüklerinde, ‘karınlarında kelebekler uçuşuyor’ âşık olduklarında, Eros okunu hep ‘kalbe saplıyor’. Beyin sadece akıl ve ilgili konularda ön plana çıkıyor. Aşk acısında ‘kalbimiz ağrırken’, iş yerinde bir sorunu çözemeyip kafamıza taktığımızda ‘başımız ağrıyor’. Bu arada, ruh ve beden ayrılığına yalnızca filozoflar inanıyor değil. Örneğin, yaptığı nörofizyolojik çalışmalar nedeniyle 1963 yılında tıp Nobel ödülünü alan Sir John Eccles de ruh ve bedenin kesinlikle ayrı olduğuna inanıyordu. Tersini iddia eden bilim insanlarının “tutamayacakları sözler” verdiklerini söylüyordu Eccles. Pek de haksız sayılmaz aslında. Bugün için sinirbilim, beyin hakkında henüz kanıtlayamadığı iddialarda bulunuyor – ruh konseptinden vazgeçip yalnızca beyni konuşmamız gerektiğini iddia edebilmek için henüz çok erken gerçekten de. Ya da belki, doğru da değil. Evet, henüz net hiçbir şey söylemediğimin farkındayım. Ama heyecan verici olan da aslında yanıtlardan daha çok, gittikçe çoğalan sorular değil mi? C MY B