29 Haziran 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

SAYFA 6 EŞİK CİNİ Mİne Söğüt OSMAN ELBEK 11 ŞUBAT 2018, PAZAR So?al?sğ?ul?ınk Tek başına koşan kadınlar Kadınların en büyük zaafı, kendilerine yakıştırılan genel ahlakın gerçekten kendilerine yakıştığına kanmalarıdır. Buna aldanan kadın, erkek egemen bir erkin tarif ettiği ve ona bahşettiği tuzaklarla dolu kimliği çok kolay benimser. Önce edepli bir kız çocuğu ol der ona erk. Sonra iffetli bir genç kız. Ardından sadık bir eş. Fedakâr bir anne. Mazbut bir ev ya da iş kadını... Bu arada şişmanlayabilir, yaşlandıkça daha az süslenmelidir, bir yaştan sonra saçlarını kesinlikle kısacık kestirmelidir. Tüm kadınlığı etekleri belli bir boyda, yakası belli bir açıklıkta elbiselerin içine kilitlenir. Sonrası torunlara bakarak ve yaşlı ve aksi kocayla ha bire patlıcan kızartılarak geçirilir. Kendisine yakıştırılan bu kimliğin rüküşlüğüyle hiç yüzleşmeyen, ayna olarak yalancı ve korkak toplumu belleyen ve gerçek bir aynanın karşısına geçip kendisine bakmaya bir türlü cesaret edemeyen kadınlar sabitlendikleri yerde hayatlarını sönerek geçirirler. Aksi gibi bunu da bir erdem bellerler. İnsanın özündeki esrik ateş Tüm yasaklara karşın aynaya bakmaya cesareti olan ve kendisinde gördüklerinden yola çıkarak kendi tercihlerini kendileri yapan kadınlarsa farklı olmayı göze alırlar ve tek başlarına koşarlar. Hem de kendilerine gösterilen yöne değil, istedikleri yöne. Dünyanın onlara anlatıldığından çok daha büyük, zamanın onlara tanınandan çok daha geniş olduğunu keşfedebilecekleri bu koşuda varacakları yer onlar için değil ama toplum düzeni için tehlikelidir. Bu tehlike topraklara sınırlar çizen, üretim ve tüketim dengeleri üzerine sistemler kuran, savaşlar çıkarıp barışlar yapan, orduları yöneten, şirketleri yücelten, evlerin içini tasından tarağına kadar bir örnek düzenleyen o büyük ve kolektif iradenin hiç işine gelmez. ‘Türk’ ve ‘Türkiye’ tanımları, hangi ülkede görev yaptığınızı belirler ‘Yerli ve Milli’ hekimlik? Yalan yok: Büyük, albenili ve dayanıklı çikita muz karşısında tadına doyulmaz yerli Anamur muzundan yana saf tutarım hem zaten meyveye adını veren Chiquita şirketini de hiç sevmem.. Kokusuyla, lezzetiyle, görüntüsüyle yeri geldiğinde ete bile tercih ederim yerli domatesi. Ama birkaç ay önce bir hastam sayesinde yeni tanıştığım ve bu topraklara oldukça yabancı olan “pomelo”ya da bayılırım. Hasılı kelam; gıdanın “yerli” ya da “yabancı” olması değil, damak tadım belirler ne yiyeceğimi. Çünkü bilirim ki, toprak ananın ürünleri, yerli ya da yabancı değildir yetiştiği doğaya. Ve yine bilirim ki, insanın çizdiği sınırların toprak ana karşısında zerrece hükmü yoktur. Çünkü o kesintisiz bütün bir yeryüzüdür ve birgün aşkın yüzü olacaktır. Mahkemeler millet adına hüküm verirler. Çünkü yargılama yetkisinin gücü ve meşruiyeti, yasama ve yürütme kuvvetlerinde olduğu gibi halktan gelir. Bu nedenle milli bir öze dayanır. İşte bu nedenle Türkiye Cumhuriyeti sınırları dahilinde mahkemeler “Türk milleti” adına karar verirler keşke Türkiye halkı milleti adına karar verselerdi. Hekimliğin milliyeti, inancı olmaz Öte yandan hüküm, eğer demokratik bir ülkede veriliyorsa, mahkemenin vereceği bu milli hükmün, ulusal olmasının ötesinde, aynı zamanda evrensel insan haklarına da uygun olması beklenir. Çünkü dünya ağır aksak da olsa kimi insanlık değerlerini, milli sınırların ötesinde ele almayı ve bu değerleri tüm insanlık için kavramsallaştırmayı becerebilmiştir. Tıpkı hekimlikte olduğu gibi... Uzun söze gerek yok: hekimliğin yerlisi ve millisi olmaz. Hekimlerin milliyeti olur, etnik kökeni olur, inancı olur, partisi olur ama hekimliğin milliyeti, etnik kökeni, inancı, partisi olmaz. Hekimliğin bir meslek olarak yasası olur, ulusal çerçevesi olur, milli koşul ve şartları olur ama hekimliğin yerlisi ve millisi olmaz. Zaten bu nedenle hekimler varoluşlarını mahkemelerin aksine “milli” bir güce değil, “insanlığın hizmetine” adarlar. Çünkü hekimlik, binlerce yıllık bir geleneğin sonucu olarak insana ve insanlığa adanmıştır. Daha önemlisi evrensel bir varoluş olduğu için, sadece “yerli ve milli” olanların değil, herkesin sağlığına ve esenliğine öncelik vermiştir. Hekimler, ettikleri yeminin zorunlu bir gereği olarak yaş, hastalık, engellilik, inanç, etnik köken, cinsiyet, milliyet, politik düşünce, ırk, cinsel yönelim, toplumsal konum ya da başka bir özelliğin hekimliğin uhdesine sızmasına izin vermezler, veremezler. Çünkü hekimlik, evrensel düşünülüp yerellerde sergilenen bir varoluştur. Pekiyi ama o halde hekim meslek birliklerinin önünde yer alan milli sıfat neye karşılık gelir? Doğrudan söyleyelim: Meslek birliklerinin isimlerinin önlerinde yer alan “British”, “American” ya da “Türk” gibi tanımlar, o meslek birliğinin hangi ülkede görev yaptığını belirler sadece. Hiçbirisinin tek başına hekimlik mesleğinin varoluş ilkelerini belirlemeye gücü yoktur. Çünkü hekimlikte evrensel etik ilkeler, yerli ve milli yasalardan önce gelir. Çünkü hekimlikte evrensel etik ilkelerle yerli ve milli yasalar çeliştiğinde her hekim, düşüncesi ne olursa olsun mesleğinin zorunlu bir sonucu olarak evrensel etik ilkelerden yana tutum almaya mecburdur. Çünkü hekimlik, gücünü ve meşruiyetini yeryüzünün insanlık değerlerinden alır. O Huneyn bin İshak’tır ki!.. Zor zamanlardan geçiyoruz. Tarihte pek çok kez olduğu gibi zamanın egemenleri, hekimlikten kendi varoluşunu reddetmesini, “yerli ve milli” davranmasını ve bunun sonucu olarak da ölümlere onay vermesini talep ediyor. Oysa bu mesleğin tarihini muktedirler yazmadı: Hipokrat, Galen, İbni Sina, Huneyn bin İshak’lar yazdı bu mesleğin sırrını. O Huneyn bin İshak’tır ki; düşmanını yapacağı bir ilaçla zehirlemesini isteyen Abbâsî halifesi MütevekkilAlellah’a karşı çıkmış, özel doktoru olmasına rağmen halifenin istediği zehri hazırlamamış, bu nedenle hapse atılmış ama yine de tıp ilminin kurallarının insanlara zarar vermesine izin vermeyeceğini beyan etmiştir. Üçüncü bin yılda tarih biz hekimleri bir kere daha sınıyor: insanların zarar görmesini onaylayacak mıyız? Ne mutlu ki bu sınavdan Türk Tabipleri Birliği sayesinde onurla geçiyoruz. Ve dahası biliyoruz ki; egemenler, muktedirler, halifeler gelir geçer. Hekimlik baki kalır! Çünkü kadının sabitlendiği yerde durmaması ve tek başına koşmaya kalkması... Doğurgan genlerinde hâlâ muhafaza edilen ve insanın özünü işaret eden esrik ateşin yeniden parlama ihtimalini ortaya çıkartır. Ve o ateş kadını da erkeği de yoldan çıkarır. O yüzden sistem kadını durmaya ve hep korkmaya ikna eder; onu ahlaki bir hapse doğru iter. Bu esarete isyan etmeyen, düşünce tembelliğine tav olmuş kalabalıklar edepsiz bir kız çocuğuna, iffetsiz bir genç kıza, hoppa bir sevgiliye, doğurmak istemeyen bir kadına, kendi bildiğini okuyan bir iş kadını ya da ev kadınına tahammül edemezler. O kadınlar toplumu derinden sarsacak bir felaketin cadısı olarak kodlanırlar. Cadılar da her çağda ve her coğrafyada bir şekilde yakılırlar. Erkeklerle sevişmenin, kavga etmenin, onlardan şüphelenmenin, korkmanın, nefret etmenin, medet ummanın, onlara güvenmenin, sığınmanın, âşık olmanın, yenilmenin dışında bir tercih yapan... Tek başına koşan kadın dünyayı yakar Gerçekten kendisine ait bir hayat yaşayan... İsterse erkeklerle isterse tek başına koşan... Asla kendisine gösterilen yerde durmayan kadınlardan korkmayanlar; Hatta onlara hayran olan azınlıklarsa... Başka bir hata yaparlar ve onlar için korkarlar. Başlarına bir şey gelmesinden, toplumdan dışlanmalarından, yalnız kalmalarından, ahlaksızlıkla yargılanmalarından korkarlar. Ve kalkar, o başına buyruk koşan kadınların isyan bayrağı açtığı tüm değerleri yeniden bir endişe paketine doldurup onların önüne atarlar. Ve bunu da onların iyiliği için yaptıklarını savunurlar. ^¡^ Eğer etrafınızda farklı olmayı göze alan ve tek başına korkusuzca koşan bir kadın varsa... Sakın onun için endişelenmeyin. Çok istiyorsanız düzen için endişelenin. Bu dünyayı yakarsa tek başına koşan kadınlar yakar. Çünkü sistemin sonsuz bir erk bahşederek hastalandırdığı erkeğin aksine... Her kadının içinde illa, koştuğu anda parlayacak sönmemiş bir ateş var. Barbaros Şansal Çalıntı zaman Renklerle dans Alacalı bulacalı İnadına rengârenk bugün coşkum. Hem de düşman çatlatırcasına. Gökkuşağının sarısından başlamıştım ya hani ilk yazımda, yanına sırayla turuncuyu, kırmızıyla pembeyi, mor ile maviyi ve yeşili de koydum karınca kararınca. Çektim bayrağı göndere, bir de kendime renkli bir kupa bulup güneşin tayfına nazire, sütlü kahveme koyuldum. Çeşit çeşit boyalar kullandım bu kez harfler yerine, ara renklerin derecelerini ve tonlarını hesaplamak benim neyime? Birazı benek, birazı leke. Siz de bir kalem alın elinize, vişneçürüğünü de nokta yaparsanız ancak o zaman kimse değemeyecek keyfimize!.. ^¡^ Vapur dumanı (bejgri) sisi de yok isi de bugün bacamda, burnumda tütüyor henüz solumadığım renklerin mutlu gamı eşsiz bir melodi gibi kafamda. Biraz lila çaldım zamandan biraz da lavanta, hadi, durmayın ekleyin erguvanla menekşeyi, yakutlar ve siklamenler de gelsin hep olalım yan yana. Sarayın renklerine gelince: Şişedibi yeşiline biraz nilyeşili karışmış, camgöbeği kıskanıp hemen yanlarına yanaşmış. Türbe yeşili turkuvaza dünden mahkum, meğerse zümrüt yeşilinin kabaşon olanı, gerçek değerde tesettür yakasında bir kıymetli mücevher taşıymış. ^¡^ Topazın sarısının beti benzi olur mu solgun? Katırtırnağından bir demetle mi ey zalim sanki aşka vurgundun? Madem altın bir kalbin vardı da neden mimozaya sormadan tüm hükmünü kırmızı kan rengiyle boğdun? Oysa, hercai gönlümde rengarenk menekşeler açar... Mor salkımlar içimdeki coşkuyla bahçe duvarlarından aşar, bir de narçiçeği karışır arasına yemyeşil yapraklardan sonra en güzel bahçelerin renkleri düş gücünden bile ileri fırlar... Rengârenk dergiler, bilboardlar, hatta din kitapları ve kataloglar. Tıpkı eski sokakların arasındaki gibi dizi dizi çekilmiş makaralı çamaşır iplerinde artık mandallı tutsaklar. Monokrom şarkı sözü yazılı gazelci kâğıtlarını özledim mahalle aralarındaki; çünkü bunların hepsi görüntü ama ses ver dediğinde hiç ortada yoklar. Televizyonlar, sinemalar ve bilgisayarlar, hatta cep telefonları çarnaçar size renkli hayaller satarlar. “Venedik Taciri”ni tanımadıysanız, aldığınız bozuk ve özürlü mallar ile hepinizi akla karayı seçemeden kapkara bir karanlığa boğarlar... Gördüğün ve duyduğuna kanma hepsi görsel işitsel, size ait gerçek tadın, kokunun ve ısının renklerini pek bilemezler. Çalın şimdi istediğiniz rengi hayatınızın tuvaline, kuruboya, suluboya, mumboya, yağlıboya fark etmez, iyi karıştırın ki bizim mutluluk formülü olmasın beş para etmez!.. Ünsal Hoca aramızda... “Bugün, ruhumuzun hapishaneye dönüşüşü, kozmetik, moda ve güzellik anlayışıyla kabul ettiriliyor. O ruhun oluşturduğu hapishanenin etrafına bir de biz adamakıllı sur çekiyoruz. Üstelik biz yemekten haz duyan bir toplumuz. Bir Antakya’ya gidin, dünyanız değişir, o kadar güzel yemekler var ki. Karadeniz pidesi varken insanın kilosunu düşünecek hali mi kalıyor? Bugünkü güzellik, çok yapay ve endüstriyel bir güzellik. Seda Sayan, hafifçe yaşlanıyor olsa da hâlâ güzel olmaya çalışıyor. Bunun ciddi maliyetleri var: estetik ameliyatlar, özel bakım, kalori hesapları... İzleyicilerinin çoğu tombul. Henüz Sayan kadar kendi ne özen göstermeyen tombul kadınlar, kendi tombulluklarından vazgeçemeseler bile, Sayan gibi olmak istiyorlar. Ben hayatım boyunca, çok kilolu olmamakla birlikte, kilolu bir insandım. Herkesin iyi görünmeyi istediği bir kültürel ortamda ben bu durumdan üzüntü duymaz mıyım? Üzüldüm. Telafi mekanizmaları geliştirdim. Fiziksel görünümümün yarattığı dezavantajı, gevezeliğimle kapattım. Ben ne kadar güzel kadınla ilişki kurabildiysem, herhalde boyumla posumla değil, gevezeliğimle kurdum. Herkese de öneririm.” (Ünsal Oskay, “Peki Konuşalım!: Popüler Kültür Üzerine”, [Melis Çelebi ile], 2004, s. 154155) Nepal C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle