Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
21 OCAK 2018, PAZAR SAYFA 7 Hayal, hayattır MAHİR ÜNSAL ERİŞ Uzun, ağaçsız ve derin derin uyuyan arabalarla dolu karanlık bir sokak... Burada bir sokak Burada bir sokak var. Uzun, ağaçsız ve derin derin uyuyan arabalarla dolu karanlık bir sokak. Birazdan gün, süt mavi örtüsünü sokağın üzerine serecek, evler ağaracak. Gece, ağır kanatlarını usul usul çırparak batıya doğru süzülecek. Bir yerden kuşların telaşlı sesi çınlayacak. Sonra, dev bir kamyon, uykunun ılık bulutları içinden gürültüyle geçerek sokağa girecek. Günün en parlak turuncusunda tulumlar giymiş bıyıklı adamlar inecek kamyondan, asıldıkları demir tutamaklardan kurtularak. Henüz arabaları sadık köpekler gibi kapı önlerinde uyuklayan mahallelinin biriktirdiği çöpleri kucaklayıp kamyona atacaklar. Biri geride kalacak. Elinde çalı süpürgesiyle, sokağın izmaritini sıyırıp peynir tenekesinden küreğine doldura doldura gelecek peşlerinden. Sonra sokak bitecek, kamyon, gürültüsünü alıp köşeyi dönecek, başka kapı önlerinde duraklayacak. Bir adam görünecek sokağın başında. Yün ceketinin yakalarını yüzüne siper etmiş, elleri pantolon ceplerinde, başka dilden bir şarkı mırıldanarak yürüyecek. Hep bir adım önünden giden nefesini izleyerek işe gidecek. Biraz sessizlik olacak. On dakika. Belki on beş. Sessizliğin arkasından sırtında sazının kılıfıyla bir başka adam görünecek, öncekinin kaybolduğu köşeden sokağa girerek. O şarkı söylemeyecek. Onun şarkı söylemeye, sırtındaki sazı bir nağmecik daha tımbırdatmaya dermanı kalmamış. Kılıfın içindeki, gürgenden oyma, sarısı kararmış eski bir saz. Baba yadigârı. Onu taşıyan yorgun adamın sırtında karşıdaki apartmana girecek. Apartmanın otomatı bir yanacak, bir sönecek, bir daha yanacak. Bir daha söndüğünde adam evine girmiş olacak, bir daha yanmayacak. Sonra onun bitişiğindeki apartmandan bir adam çıkacak, arkasından genç, tombul karısı ve annesinin tıpkısı tombul kızları. Arabaya binecekler, kızın üstünde okul önlüğü olacak. Araba çalıştıktan sonra biraz bekleyecekler, kaloriferler ısınıp camları içerden buğulayacaklar. Sonra boğazını temizlemek istermiş gibi bir hırıltıyla araba, bütün gece uyuduğu kaldırımdan doğrulacak, caddeye dönen köşeye varacak. Bir bir çekilmeye başlayacak arabalar kapı önlerinden. Önlüklü çocuklar, takım elbiseli adamlar, çizmeli, eteği ütülü kadınlar, arabalara binip binip gidecekler. Sokak uyanacak. Sokağın köşesinden bir kepenk gürültüsü yayılacak evlere doğru. Bu, bakkal açıldı demek. Örtüsünü kaldıran dükkânın içinden cılız bir ampul ışığı görünecek belli belirsiz. Önüne ekmek kasaları, gazete balyaları atılmış olacak. Bakkal, onları içeri sürecek ayağıyla iterek. İşi bitince, günün yeterince aydığına karar verip ampulü söndürecek. Müşterileri gelmeye başlayacak. Sonra öbür dükkânlar açılacak. Diğer uçtaki erkek berberi, köşenin bitişiğindeki elektrikçi, onun yanındaki yorgancı. Bir çırak, elindeki kahveci askısıyla çaylar, oraletler, kakaolar taşıyacak hepsine. Bütün bunlar bu sokakta olacak. Biraz sonra başlayacak. Birazdan. Sonra bir çocuklar belirecek sokakta. Epey bir çocuklar. Hava bu kadar soğuk olmayacak ama. Belki yaz olacak, belki temmuz, belki akşamüstü. Gölgeler uzamış, kaldırımları ve asfaltı boyamış olacak. Sokağın sapalığına bin şükürle taştan kaleler kuracaklar sokağın iki ucuna çocuklar. Çok gelecek gözlerine. Kalelerden birini sokağın yarısına kadar çekecekler. Bu böyle iyi oldu, deyip top oynamaya başlayacaklar. Çünkü sokak bunun içindir. Sokak, bir uçtan bir uca oynamak, yorulunca soluklanıp yorgancının deposundaki lavabodan su içmek, dönüp yeniden araba aynalarına ve yeniden evlerin camlarına rağmen top oynamaya devam etmek içindir. Yorgancının depodaki çocukların başında belirip onları sırıtan bir yüzle kolonya sürünmeye, gelip dükkânda pervane karşısında serinlemeye çağırması için vardır sokak. Onların terli alınlarını parmakları tombul, etli elleriyle silsin, oyunu bırakıp oturacak olurlarsa onlara gazoz alsın diye vardır. Oyuna dönecek çocuklar sonra. Plastik top, kafesinden kurtulmuş bir kuş gibi savrularak sağa sola uçuşacak yine. Sokağın öbür ucuna kaçacak top. Çocuklar, “Atan alır, atan alır!” diye bağıracaklar. Atan, kollarını iki yanda bezgince sarkıtıp ayaklarını sürüye sürüye topa doğru yönelecek. Alıp geldiğinde yeniden başlayacak. Atan alacak. Atan aldıkça yeniden, yeniden attıkça yeniden. Sonra kenarda duran arabalardan birinin altına sıkışacak top. Biri koşacak peşinden. Atan, sekiz yaşında, bacakları çöp, simsiyah başı kocaman, kara gözlü, mor dudaklı bir çocuk olacak. Arabanın arkasına dolaşacak, eğilip durumun ciddiyetine bakacak, sonra yere yatacak. Çöp bacaklarından birini arabanın altına sokup topa bir tekme yapıştıracak. Yok. Kurtulmayacak top. Biraz daha kaykılacak arabanın altında. Bir tekme daha. Top arabanın altında bir yere çarpıp sekecek, çocuğun daha yakınında duracak. Elini uzatıp alacak topu oradan. Kucağında topuyla iki arabanın arasından geçip iki kale arasına çıkarken sokağın başından aceleyle koşturarak gelen bir araba altına alacak çocuğu. Çocuk bağıracak. Çocuğun bağırtısı, iğnesi aniden kaldırılmış bir pikabın sesi gibi tam ortasında susacak. Çünkü acıdan bayılmış olacak çocuk. Arabanın içindeki adam ve yanında oturan, sigara ağızlığı edepsiz dudaklarında donup kalan kadın öldü sanacaklar onu. Direksiyonda telaşa kapılacak. Gaza bastığı gibi bağırttığı arabayı bir yana savurup kenarda bekleyen arabalara sürte sürte köşeyi dönüp kaçacak. Kimse alamayacak plakasını arabanın. Ama biri, elektrikçinin kalfası, arabayı tanıyacak. Bu, diyecek, falancanın arabası değil mi yahu? Çocuğu, cankurtaran bile beklemeden, çalataban, hastaneye kaldıracaklar. Çocuk küçük, çocuk baygın, çocuğun daha süt kokan kemiklerinden çıkan sesi, çocuğun o kapkara topaççık başının asfalta vuruşundan çıkan sesi bütün sokak duydu. Öylece kalakaldı çocuğun arkadaşları. Esnaf, öylece kalakaldı bir müddet. Birileri bir arabanın arka koltuğuna yatırdı sonra, sarsmadan, örselemeden, aldılar hastaneye taşıdılar. “Allahım, gene de sen bilirsin ya, kıyma bu yavruya” dediler. Ellerinin tersiyle gözlerinin kenarlarını sildiler birbirilerine göstermeden. Hastaneden altı ay sonra dönecek çocuk sokağa. Altı ayda, yemediği narkoz, altına yatmadığı neşter, kusup sıçmadığı çarşaf, üstünden geçmediği sedye kalmayacak. Kafatası su toplayacak, şişecek şişecek, odalara, servislere, muayenehanelere sığmayacak. Yeni doğmuş kuzuların bacakları gibi o incecik, o sütücük kemiklerine platin üstüne platin, çivi üstüne çivi vuracaklar. Yine de onduramayacaklar çocuğu. Bir taksi yanaşacak evlerinin önüne. Önce bagajdan tekerlekli sandalyeyi indirecekler, ardından çocuğu kucaklayıp sokacaklar apartmana. Çocuk bir daha hiç yürüyemeyecek. Ağlamaktan yüzü yemyeşile kesmiş anası, “Ölmediğine şükür,” diye avunacak eşe dosta. Her gece uyumadan Allah’a ilenecek bir yandan. “Senin kudretin kırılsın, benim yavrumu mu buldun bunca kulun içinden?” diye. Anne hep ağlayacak, tekerlekli sandalyenin her arkasını dönüşünü fırsat sayıp. Her yeni ameliyatında çocuğun, anne yine ağlayacak, önce korkudan, sonra sevinçten, daha sonra çaresizliğini hatırladığından. “Bana bir şey olursa,” diyecek, “Allah korusun, kim bakar benim kanadı kırık yavruma?” Falancanın arabasını şikâyet edecek çocuğun babası, elektrikçinin çırağını şahit götürüp yanında. Hastane günlerinin ilk zamanlarında. “Tamam, sen çocuğunu, hanımını bir başına bırakma hastane köşelerinde,” diyecekler. “Biz sana haber veririz.” Verecekler. Şikâyetinden üçbeş gün sonra. Daha kor kararmamış öfkesiyle koşa koşa karakola gidecek baba, elektrikçinin çırağıyla. Komiserin odasına alacaklar. İçeride, komiserin karşısında oturan adam, yerinden bile kalkmayacak baba içeri girince. Ufak bir doğrulacak şöylece. Komiser adamın karşısındaki koltuğu işaret edecek babaya. “Buyurun,” diyecek. Çırak ayakta kalacak. Baba, bastırmaya çalıştığı öfkeyle bir yutkunacak. Bir yutkunacak ki ama ne yutkunmak. Sanki ciğerlerini yutacak, sanki genzinden aşağı sarıyeşil bir zehir akacak. “Sayın vekilim,” diye başlayacak söze. “Çok üzülmüşler öğrenince. İstirham ederim kendileri anlatsınlar.” Adam yine gerinecek genişlemesine. Bacaklarını iyice açıp taşaklarını devletin suni deri koltuğuna bırakacak rahat ve huzurlu bir yaslanışla. “Geçmiş olsun beyefendi kardeşim,” diyecek sayın vekil. “Çok üzüldüm hakikaten. Dünden beri bir gram uyumadım.” Baba araya girmek isteyecek bir an, “Biz günlerdir uyanıkken kan ağlıyor, uyurken kan uyuyoruz,” demek isteyecek. Diyemeden vekil devam edecek. “Ben de babayım. Ellerinden öper iki kızım bir de oğlum var. Bilirim evlat ne demek. Allah yardımcınız olsun. Bizim oğlan biraz hayta. Söz de geçiremiyoruz. Biz böyle miydik? Babamız höt dedi mi osuruğumuz kesilirdi affedersin. Bir cahillik etmiş işte...” Baba derin bir nefes alacak. Komiser anlayacak babadan yana yükselen fırtınanın gelişini, araya girecek. “Beyefendi diyor ki, oğlunun bu kabahatine karşılık, yani yerini tutmaz tabii de...” Elektrikçinin çırağı bölecek komiserin la fını. “Komiserim, yanlış anlamazsanız...” Komiser sert, komiser çırağın varlığından rahatsız, komiser vekil karşısında tedirgin, süklüm püklüm. İşin ucunda bomboz bir Anadolu kazasında emekli olmak da var. “Söyle,” diyecek çırağa. “Ben kazayı gördüm, direksiyonda vekil bey vardı. Yanında da sarışın bir bayan oturuyordu.” Komiser, bayan lafına sinirlenmiş gibi bağıracak. “Karışma sen! Çık dışarı!” Sonra odadaki polise dönecek, “Çıkarın delikanlıyı, siz de çıkın, hadi bakalım. İki baba konuşsunlar kendi aralarında.” Kim bilir ne konuşacaklar sonra. Kim neye, kim kimin hangi sözüne ikna olacak kim bilir. Baba ağlamamak için burnunun direğinde sızıyla dönecek hastaneye. Bir kuruş para almayacak ama hastane, tembihli. Çıktıktan sonra haftalarca, aylarca erzaklar gelecek eve. Sandık sandık meyve, sebze, torba torba ilaç, üst baş, bayramlarda mağaza çekleri. Çocuğun annesine iş bile verecekler. Adamın dükkânlarından birinde. Bir pastane, şehrin en afili otelinin altında, havalı bir dükkân. Öğlene kadar gidecek kadın. Poğaça, açma, simit hamuru karıp fırına verecek, son ra dönüp evine gelecek. Hem maaşı tam yatacak hem de sigortası. Gık demeyecekler, ne anne ne baba. Ama anne, geceleri Allah’a ilenmeye devam edecek. “Senin rahmetin kör olsun,” diyecek, “Bunca iblis salma gezerken dünyada, benim oğlumu mu buldun sakat edecek?” Oğlu uyanmamışsa iyi, o zaman o uyanana kadar dönmüş olacak pastaneden. Ama uyanmışsa fena. Yalnız bırakamaz annesiz elsiz ayaksız kalan çocuğunu. Hem işler de artacak pastanede gün güne, kimi zaman eve dönmeleri ikindiyi bulacak. Bir çare bulmak lazım. Bulacak. Karşıda yorgancı var. O diyecek ki bir gün, “Yenge hanım, çocukla zor oluyordur sana. Komşuyuz şunun şurası. Bırak işe giderken bana. İster dükkânda otursun arkadaşlık etsin bana, isterse de yanda depoda çekyat var, yatsın televizyon seyretsin orada.” Kadın sevinecek. Çocuğu yorgancıya indirip kuş gibi pırpır kanat çırparak gidecek işine artık. Yorgancı kucaklayıp yorganların üstüne oturtacak çocuğu önce. Baktı sıkılıyor, “Televizyon açayım mı sana, yatırayım mı içeri seni?” diye soracak. Alacak kucağına yine, götürüp çekyata yatıracak. İlk günler böyle bir oraya bir oraya taşıyıp duracak. Sonra bir gün, içeride yatmış televizyon seyrederken yanına gelecek yorgancı. Elini alnına koyup terini silecek çocuğun. “Çok sıcaklamışsın yavrum, niye demiyon amcana? Hasta olursun böyle terleyip üşütürsen! Annene ne deriz sonra?” Üstünü soyacak çocuğun. Korkacak çocuk. Ama ses edemeyecek. Adam dükkân tarafına geçip tezgâhının başına oturacak yine. Çocuğun korkusu dinecek. Sonraki günler gelir gelmez üstünü soyacak çocuğun depoda. “Ter kokmuşun,” deyip koklar gibi yaklaşıp göğsünü öpmeye başlayacak. Çocuk tepinmeye, adamı itmeye çalışacak. Ama adam vazgeçmeyecek. Alacak çocuğun kumru ayağı gibi minnacık elini, kasığının taş kesilmiş yerine bastıracak. Sonra bir, iki, derken fermuarını da açacak. “Sakın bağırmaya kalkma rezil edersin ananı da babanı da,” diyecek, “Orospu mu olsun anan sonra? Baban pezevenk mi olsun istiyorsun? Ses çıkarma!” Sonra kim bilir neler yapacak. Kim bilir neler. Aylar aylar sürecek bu. Sonra bir gün vekili bir Ankara pavyonunda vuracaklar tam on iki yerinden. Beyni kırmızı halılara akacak boza gibi. Vekilin oğlu, ablalarıyla mal dalaşına tutuşacak. Çocuğun annesini işten çıkaracaklar, gönderecekler pastaneden. Erzak paketleri, meyve sandıkları, kömür torbaları, bayramlıklar kesilecek. Anne dönünce, çocuk da eve dönecek. Bir haller olacak çocuğa ama. Bağırış çağırış uyanışlar, ha babam, “Anne, ellerimi yıkayalım mı?” demeler, durup dururken ağlamalar, ateşli havaleler. Annesi, “Korkma yavrum,” diyecek. “Bak buradayım ben, gitmiyorum hiçbir yere artık.” Aklından geçirecek. “Ya ölürsem ben,” diye diye saçları ağaracak. “Ben ölürsem kim bakar benim yavru kuzuma?” Anne ölmeyecek. Ama baba, daha oğlu ergenliğe ermeden ölüp gidecek. Anneye emekli, oğlana sakat maaşı bağlayacaklar babasından. Öyle büyüyüp gidecek çocuk. Burada bir sokak var. Uzun, ağaçsız ve derin derin uyuyan arabalarla dolu karanlık bir sokak. Birazdan gün, süt mavi örtüsünü sokağın üzerine serecek, evler ağaracak. Gün, köşeden sokağa girecek. Sahiplerini bekleyen atlar gibi sıra sıra dizili arabalar bir bir uyanacak, bir silkelenip yollara düşecek. Bugün bir cenaze kalkacak bu sokaktan. Felaketlerde birdenbire toplaşıveren esnaf, yorgancının dükkânı önünde birikecek öğlene doğru. Kimisinin sesleri seçilecek kalabalığın arasından. “Ölmüş,” diyecek sesler, “beyin herhalde, simsiyah kesilmiş adamcağızın yüzü.” Birdenbire başı dönüvermiş olacak yorgancının. Elindeki çuvaldızı bile bırakmaya aralık bulamadan yüzüstü kapaklanacak tezgâhının üstündeki türbe yeşili satenli yorganın üstüne. Elinde duran bız gibi iğne, göğsünü delip kalbine saplanacak, ciğerine girecek ucu. Esnaf, iğneyi ciğerine saplamış yüzüstü yatarken bulacak yorgancıyı mosmor yüzüyle. Sonra ambulans çağrılacak. Kapkara, fermuarlı bir poşetin içinde çıkaracaklar yorgancıyı dükkânından, ağır bir yorgan gibi çekeleyerek. Ambulansın arkasına koyup götürecekler. Ben, bütün bunları karşı pencereden izleyeceğim, tekerlekli sandalyemde. C MY B