22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

SAYFA 2 21 OCAK 2018, PAZAR Her şey Mİrgün Cabas Bir tımarhane bahçesinde göreceğiniz türden huzursuz ruhlar, dikkatli bakınca her yerdeler ‘Mahallenin delisini herkes tanır, deli hiçbirini tanımaz’ Etrafımda bir sürü “dengesiz” tip var. Çoğunu çok seviyorum. Ama dengesizler işte. Hırsla boşvermişlik arasında, ajitasyonla uyuşukluk arasında, mücadele coşkusuyla kabuğuna çekilme arasında, isyanla nisyan arasında gidip gidip geliyorlar. Çoğunun dudağında acı bir gülümsemenin kıvrımı, yüzlerinde çelebi bir ifade var. Siz de bir an her şeyi dalgaya vurmalarından, sonra hemen atarlanmalarından tanırsınız onları. Bir tımarhanenin bahçesinde göreceğiniz türden, bilgelikle delilik arasında gidip gelen, huzursuz ruhlar. Biraz dikkatli bakınca, her yerdeler. Her mahallenin delisinin “zoru” farklıdır. Zoru neyse, dilinden de onu düşürmez. Ben mesela, mahalleninin delisi olsam, durmadan şöyle demek isterim: “Yalan söylüyorsun, hepimiz biliyoruz. Yalancısın işte.” Sonra misal mahallenin esnafı, beni sakinleştirmek için bir çay ısmarlayıp dükkânın önüne oturtsa, sakinleşince aklım bir nebze geri gelse, şöyle devam ederim: “Ama asıl acıklı olan, hepimizin bu zırvalara cevap yetiştirmek için kendimizi paralamamız.” Dükkân önünde çay ısmarlanarak sakinleştirilecek halden umarım epey uzağım. Ama bu his içimde sık sık köpürerek yükselmiyor mu? Yükseliyor! Gazete sayfalarını hızlı hızlı çevirmem, televizyonu açmamam, o yüzden. Tanımadıklarımla her an kaçmaya hazır nezaket mesafesinde durmam, “siz iyi bilirsiniz” diye girişilen söyleşilerden kaçmam, “bilmiyorum”un en sevdiğim söz olması, hep bu yüzden. En çok kime güveniyorum? Ama üzerimde sakinleştirici etkisi olan şeyler de var. Bilim insanlarının kesin kesin konuşmaları... Yine de kendilerini ters köşeye yatırabilecek en küçük ihtimallere bile kapıları aralık bırakmaları... Bunu yaparken kullandıkları ifadelerin inceliği... Kelimeleri seçerken kuyumcu terazisiyle tartmaları... Kavramları yerinde kullanamazlarsa kıyamet kopacakmış gibi tedirgin olmaları... İşte bunlarda hep güven veren, rahatlatıcı bir yan var. Peki, size kim güven veriyor? “Bana güvenebilirsin” diyenler mi? “O iş bende” diyenler mi? Kendisine en çok güvenenler mi? “Aynen, kesin, tabii”ciler mi?Her şeyi bilenler, dünyanın düzenini çoktan çözmüş olanlar mı? Yoksa aynaya baktığı zaman gördüğü kişiyi bile tanıdığından emin olmayanlar, kendilerine karşı bile ihtiyat payı bırakanlar mı? Ben en çok, tel maşa kararlarını, fiziğin temel yasalarını savunur gibi savunanlara güvenmiyorum mesela. “Bunun güvencesi benim” diyenlere güvenmiyorum... Afaki, müphem, şüpheli, manipülatif, ahmakça, kötü niyetli... Adına ne derseniz deyin bunlardan kaçacak bir yer lazım hepimize. Kesinliğin olduğu, yalanlara yer olmayan bir yer. Ben bunu buldum. Deliliğe karşı, kulaktan alınan bir ilaç. Her gün bir doz çok iyi geliyor. Takıyorum kulaklığı, yüzüme vuran esinti mi serinletiyor beni, yoksa ironiyle, şakayla, incelikle hurafelere meydan okuyan şüpheciler mi emin olamadan, ferahlık hissiyle tamamlıyorum sabah yürüyüşlerimi. Yerli ve milli mi, doğal ve organik mi? Mesela Yalansavar(.com) var. Bilimsel görünen hurafelere savaş açmış bir grup “şüphecinin” kurup yaşattığı bir platform. Bilim şekerine bulanarak bize yutturulan safsataları tatlı tatlı anlatıyorlar. Makalelerinde ve podcast yayınlarında UFO gördüğümüzü zannettiğimizde aslında ne görmüş olabileceğimizi, “kaya tuzu yiyin, uzun ömürlü olun” diyen doktorların sorumsuzluklarını, büyü düşüncesinin kökenlerini, homeopatinin aslında tavşanın suyunun suyu olduğunu, elektromanyetizmanın bi zi öldürüp öldürmeyeceğini, C vitamini kullanmanın bünyeyi gerçekten daha dirençli yapıp yapmadığını anlatıyorlar. Önceleri yürürken dinliyordum, şimdi dinlemek için yürüyorum. Deliliğe direnmenin başka bir alameti belki de... İnsan dinledikçe ve okudukça arınıyor. Bilimsel kavramlara “dayandırılan” modern hurafelerin, geleneksel hurafelerden daha tehlikeli ve sinsi olduğunu, bunun dev bir endüstriye dön düğünü görüyorsunuz. Şarlatan doktorların, kendi disiplinleri dışında ahkâm kesen bilim insanlarının, akademik unvanlarını kötüye kullananların marifetlerine uyanıyorsunuz. Ama bütün bunların bilgilenmekten daha iyi bir yanı var. O da kuşkulanma refleksinizi geliştirip bunu hayatınızın her alanına yerleştirmenizi sağlaması. Çünkü maalesef insan, sadece beyni var diye, düşünmeyi de kendiliğinden bilmiyor. Akıl yürütmek, öğrenilen bir şey. Tehlikeli olan da akıl yürütememek değil, onu illa ki yapıyor insan... Tehlikeli olan, o aklı yalan yanlış yerlere doğru yürütmek. Öyle olursa aklınızı yürüttüğünüz yerde sizi güzelce karşılayıp karşınıza bir televizyon açıyorlar. Biri abuk sabuk konuşuyor, konuşuyor, konuşuyor... Konuyla biraz ilgili okuma önerisi: Yalancılar ve Sahtekarlar Ansiklopedisi, Roelf Bolt, Domingo yayınevi. Çeviren Tevfik Uyar Ahmet Tulgar O zaman dank etti kafama, evet, ahiret Facebook, Twitter, Instagram’dı! Teşhis Ahiretbilim olarak sosyal medya İstanbul burjuvazisinin köklü ailelerinden birinin kızı ve bugün dünyaca tanınan bir içmimar olan Zeynep Fadıllıoğlu ile Milliyet gazetesi için 1999 yılında yaptığım söyleşinin girişinde doğum günü kutlamalarının bana aynı zamanda cenaze törenlerini anıştırdığını yazmıştım. Sahiden, insanlar doğum günü partilerine hep cenaze törenlerinde de olmasını istedikleri kişileri çağırırmış gibi gelir bana. Daha geniş katılımlı partiler, yüksek sosyetenin pek sevdiği, eskiden beri cemiyet sayfalarında bolca fotoğrafları çıkan açık hava partileri, alafranga tabiriyle garden party’ler ise benim imgelemimde ahirettir, ahiret ortamı. Cennetcehennem vizeleri henüz dağıtılmadan önceki o toplaşma, kaynaşma... Stilize irem bağlarında kısa bir bekleşme belki. Tabii bu iki sosyalleşme türünü böyle tahayyül edince insan ister istemez Claude Sautet ya da Luis Bunuel filmlerini de hatırlıyor. Bu iki büyük sinema yönetmeninin burjuvaziye olan kin duygularını böyle sosyalleşme alegorileri üzerinden anlattıkları yapıtları. ‘Mado’ (1976), ‘Burjuvazinin Gizli Çekiciliği, (Le Charme Discret De La Bourgeoisie, 1972) gibi. Belki Marco Ferreri’nin ‘Ölesiye Tıkınmak’ (Le Grande Bouffe, 1973) adlı filmini de mesela. Eskatoloji bilim mi? Yani öyle ya da böyle, bu türden sosyalleşme türleri bir yerinden ölümü, ölüm sonrası imgelerini çağrıştırıyor bence, bana. Ahiret toplumsal hayatı imgeleriyle besleyen bir kavram. Yüzleşme, hesaplaşma, cezalandırma, cezalandırıldığını görme, intikam ve hepsinden de çok ve hepsine içsel olarak karşılaşma, buluşma, yeniden bir araya gelme; bütün bunlar bir ömür sürmüş her insanın bir şekilde bir yerde gerçekleşmesini istedikleri durumlardır. Ve tabii esas, her insanın o büyük merakı, ölümünden sonra ne olacağı, kimlerin cenazesine geleceği, nasıl bir cenaze töreni düzenleneceği ve olacağı, arkasından ne konuşulacağı. Belki de işte sırf bu sıradan ama bir o kadar da trajik insani merak yüzünden bir bilim oluşmuş: Eskatoloji yani ahiretbilim. Dünyanın sonu ve bu sonun ardından olacaklara dair bilgi, dinleri hep meşgul etmişse de, bu bilgi sisteminin eskatoloji adını alması 19’uncu yüzyılda oluyor. Bilim diyorum ama 1989’da yayımlanan ilk öykü kitabım ‘Evsiz Ülke Hikâyeleri’ndeki yine ‘Evsiz Ülke’ adlı öykümde anlatıcı, 12 Eylül 1980 darbesi sırasında bir vesileyle İstanbul’da iki dönem beraber yaşadığı Alman aile ile nihai olarak vedalaştığını düşünmektedir ve ‘Evsiz Ülke’ anlatıcının şu sözleriyle sona erer: “Ben Rainer’i, Nina’yı, Oliver’ı ikinci bir kez görmeyeceğim. Almanya’ya gittiğimde de onlara uğramak yok, biliyorum. Eskatoloji ise bir bilim değil. Onları bir kez daha görmek için yeni bir darbeyi beklemek. Ülkem. Beni evime götür.” Ölmüşlük duygusu Bu öykümde olaylar 1987’de sona erer. ‘Evsiz Ülke Hikâyeleri’ yayımlandıktan 30 yıl sonra, geçen ağustos, Rainer Burkert beni Facebook’ta buldu ve birkaç hafta boyunca bazı akşamlar sohbet ettik onunla Messenger üzerinden. Fotoğraflar gönderdik birbirimize. Sonra o yoluna, ben yoluma. Epeydir haberleşmiyoruz yani. Bu arada hem ailesinin epey genişlemiş olduğunu hem de 80’li yıllarda Yeşiller Partisi militanı olan arkadaşımın artık Hristiyan Demokratlar’a oy verdiğini öğrendim. Bana ‘Evsiz Ülke’de de giderken güvende olup olmadığımı soruyordu Rainer, bu defa da sordu. Rainer ile Facebook’ta karşılaşıp bir süre sohbet ettikten sonra ölüm duygusu yerleşti içime. Ölmüşlük duygusu. Sanki ben de, Rainer de ölmüştük ve ahirette karşılaşmıştık. O zaman dank etti kafama, evet, esas ahiret buydu, Facebook ya da genel olarak sosyal medya. Ama daha çok Facebook. Bütün o milyonlarca var olma, kayıt olma, kaydedilme çırpınışlarıyla, şahitlik isteriyle ortaya dökülen eski ve yeni fotoğraflarla, çarpışan otomobil algoritmasıyla gerçekleşen karşılaşmalar ve buluşmalar ağlarıyla, ağzı kapatılmış bir kurbağa kapanından geliyormuş izlenimi veren mesaj vikviklemeleriyle ama en çok da bir merkezden durum tespiti isteyen boş alana yazılan ve her defasında sanki ölümden önceki son sözmüş gibi tasarlanmış o veciz sözler, yazanın kendisine dair iddiasıyla ki bu iddia aynı zamanda bir kapalılık iddiası da içerir, ‘budur’ yani, nokta. ve elbette ucu kapalı söylemin ta kendisi olan aforizmalar ile Facebook, tam da modern eskatolojidir. Belki de eskatoloji ile kez matematik olarak hesaplanan, algoritması çıkarılabilecek pozitif bir bilim oldu sosyal medya sayesinde. Edebiyatçı konuyu kapatırken aynı zamanda açarak sözünü söylüyorsa, artık bir ‘pseudo’ ya da imitasyon edebiyatçı olan Facebook kullanıcısı olur ol maz bir konuya dair söz açarken bütün mesnetsiz iddialılığıyla bu sözünü bir son söz olarak kapatır. Ondan sonrası Tufan’dır. Facebook, insanların hayatının çeşitli evrelerinden fotoğraflardan albümler oluşturmaya yol veren tasarımıyla her kullanıcının sanki hayat dökümünü içerir. Bu haliyle bütün güncelliğine rağmen kullanıcıya art zamanlı yani diyakronik bir kimlik imkânı sunar ve kullanıcı bu imkân dahilinde Facebook’un ahiret ortamında af ya da onay bekler. Kıyamet Face’de, Twitter’da koptu Facebook’ta kıyamet kopmuştur, kullanıcılar bunun bilgisine sahiptir ve görece sakinleşmişlerdir. Twitter ise eşzamanlı, yani senkroniktir. Öyle tasarlanmıştır. Kıyamet yeni kopmuştur. Herkes panik halinde hep bir ağızdan konuşmakta, gerçekleşmekte olan toplu kıyımdan kurtulmak için atılan imdat çığlıklarına benzemektedir atılan her tweet. Çılgın kalabalıkta, tufan dalgalarının üzerinde kendini kurtarmaya çalışanlar için her retweet ise tutunulacak bir dal, bir tahta parçasıdır. Küresel bir enkazdan su yüzeyinde kalanlar. Ahiret alanında ise daha panik sürmektedir. Twitter bu panik ambiyansı ile caziptir işte. Eğer devam edeceksek, Instagram bütün o selfie’leri, stilize ortam ve arka fon çabalamalarıyla, kadraj hesaplarıyla olsa olsa bir cenazeye tabuta konup ahireti beklemeye gönderilmeden önce yapılan makyajdır. Boyanan çehrenin, takılar takılan, en şık kıyafetleri giydirilen bedenin ölümden sonra estetikle söylediği son söz. Eskatolojinin estetikle ilgilenen kısmıdır Instagram. Bütün eğlendirici ve enforme edici taraflarıyla sosyal medya platformları bizi her zamankinden çok ölüm gerçeğiyle tanışık insanlar haline getiriyor. Hiç beklenmediği bir çağda, elektronik ortamda, eskatoloji uhrevilikten dünyeviliğe dönüyor. Ölümcül bir günübirlik ağlarını ördükçe örerken. C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle