Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
2 17 AĞUSTOS 2014 / SAYI 1482 Kadın bedeni savaş alanı değildir! G eçen hafta gazetelere küçük bir haber olarak girdi sivil toplum kuruluşlarının Şengal’e yaptığı inceleme gezisi. Oysa heyet adına açıklama yapan Diyarbakır Barosu Başkanı Tahir Elçi insanlıktan utandıracak bir ayıbı dile getiriyordu: “Kadınlar, bu vahşi sürünün tecavüzlerine maruz kalmamak adına, kendi yaşamına son vermek için yanlarında bıçak taşıyorlar.” Çünkü herkes biliyor ki, cinsel şiddet bir savaş stratejisi. Savaşlarda bir “cephe” de kadın bedeni üzerinde açılıyor. IŞİD’in kaçırdığı 500 Ezidi kadının Araplara satıldığı söyleniyor. Uluslararası İnsan Hakları Federasyonu’nun Ürdün’deki Suriyeli kadın mültecilerle görüşerek hazırladığı rapora göre, Suriyeli kadınlar hem hükümet yanlısı hem hükümet karşıtı silahlı kuvvetlerin cinsel saldırılarına maruz kalıyor. RojavaCizre sınırından Türkiye’ye geçmeye çalışan bir kadının Katran sınır karakoluna bağlı askerlerin tecavüzüne uğradığı haberleri de hâlâ akıllarda. Geçen hafta 70’e yakın kadın kuruluşu bununla ilgili suç duyurusunda bulundu. CHP İstanbul Milletvekili Sezgin Tanrıkulu’nun tecavüzcü askerler hakkında işlem başlatılıp başlatılmadığına, “2011’den bu yana kaç sığınmacı kadının taciz veya tecavüze uğradığı”na dair Milli Savunma Bakanı İsmet Yılmaz’ın yanıtlaması istemiyle verdiği soru önergesi ise hâlâ yanıtsız. Bir savaş stratesine dönüştürülen tecavüzü, verilmek istenen mesajı, sonuçlarını Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Nükhet Sirman’la konuştuk. Gazi Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden Omca Özdemir’se hukuksal boyutu anlattı. IŞİD’in kaçırdığı Ezidi kadınlar, RojavaCizre sınırında bir kadına askerler tarafından yapılan tecavüz... Tecavüz, savaş ve çatışma ortamlarında bir silah olarak kullanılıyor. Bu nasıl bir anlayışın ürünü? Savaşta kadın bedenine yöneltilen cinsel şiddet yani taciz ve tecavüz rastgele yapılan bir şiddet biçimi değil, aksine çoğu zaman planlanmış ve belli bir politikayı takip eden “düşmanın kadınlarını alma, kullanma ve sahip olma” amacını güden bir sindirme politikası. Dünyadaki uzun süren çatışmalarda görüldüğü gibi, kadınlar evin mahremiyetini yok etmek için basılan evlerde, bilgi almak için Nükhet Sirman tehdit olarak, dağa çıkan erkekleri tuzağa düşürecek yem olarak, toplu tecavüz törenleriyle ve cinsel esaret biçiminde tecavüze uğruyor. Bu şiddet türüyle nasıl bir mesaj veriliyor? Mesajlar farklı farklı; Duruma, savaşın gidişatına, çıkma nedenine göre değişiyor. Düşmana saldırganın gücü hakkında mesaj vermek için kullanıldığı gibi, düşmanı asimile etmek, halk olma bilincini yok etmek, sömürgeleştirmek ve köleleştirmek, ırka dayalı bir hiyerarşinin altına yerleştirmek için de kullanılıyor. Andrea Smith, örneğin, beyazların Amerikan yerlilerini tecavüzle sömürge haline getirdiklerini anlatır. Her yerli kadının aslında sadece beyaz adamın çocuğunu dünyaya getirebilmesini sağlamak Smith’e göre böyle bir strateji. Kadın bedeni, erkek iktidarının hedef tahtasında. Özellikle de savaş ve çatışma gibi ortamlarda daha da sertleşiyor saldırı. Tecavüzü bir savaş stratejisi yapan da bu zihniyet. Üstelik “düşman” algısı, suçlunun cezalandırılmasını bırakın, ödüllendirilmesine neden oluyor. ESRA AÇIKGÖZ Bu cezalandırma yöntemine daha çok kadınlar maruz kalsa da mesaj sadece erkeklere de yönelik. Sizce bu kadınlar ve erkekler üzerinde nasıl bir algı yaratıyor? Sadece bir cezalandırma yöntemi değil, insanlıktan çıkarma yöntemi de. Kimin üstün olduğunun görülmesini sağlama aracı. Dünyanın birçok yerinde sömürgecilik yerli halklar üzerinde böyle bir strateji uyguladı. Sadece tecavüze uğrayan kişinin değil, tüm halkın tarihini yok etmek, kendine bakışını değiştirmek, hatta onları kimliksizleştirmek gibi sonuçları var tecavüzün. Yani algıdan çok daha büyük bu sonuçlar. Bu savaş stratejisi, toplumsal tahribat yapmaya muktedir. Kuralların erozyona uğraması, kimliklerin karışması, yani bir toplumsallığın yok edilmesi, söz konusu olan. Savaşan toplumlar ataerkil olduğu için kadın bedeni hep namus olarak görülür. O namus lekelenmişse, çocuklar annelerine nasıl bakacaklar, erkekler eşlerini hâlâ eş olarak görebilecekler mi? İşte bu sorular bir toplumun ahlaki çöküşünü ve toplum olma vasfını kaybetmesine ve köleleşmeye doğru gitmesine neden oluyor. Bu şiddetin biriktirdiği öfkenin “tecavüzü kullanan tarafın kadını”na yönelik bir şiddete dönüşme olasılığı yüksektir, herhalde. Bazen her iki taraf da yenişemez ve karşılıklı olarak kadınlar kaçırılmış ve tecavüze uğramıştır. Hindistan ile Pakistan arasındaki savaşlarda örneğin, kadınlar kaçırılıp bir ailenin parçası haline getiriliyor, hem köle hem de çocuk üreticisi olarak. Yeni ailelerinde bir hayat sürmeye çalışırken, bu kez devletler “bizim namusumuz düşman elinde kalamaz” diye kadınları bir kez daha yerlerinden edip onları istemeyen ailelerine iade ediyor. Bu sefer, bu aileler namuslarına sürülmüş bu lekeyle yaşamak istemediklerinden ya kadını intihara zorluyor ya da öldürüyor. Neden sahip çıkılmıyor bu kadınlara, toplumsal algının kadını yalnız bırakmak üzerine kurulmasının nedeni ne? Namus! HindistanPakistan örneğindeki gibi savaşanların namus algısı birbirine benziyor. Çünkü dünyada erkek egemen olmayan toplum yok. Toplumuna leke sürdüğü için, toplumun tümünün kadın üzerinden “kirlenmesini” engellemek için kadınlar yalnız bırakılıyor. Kadın cinayetlerinde de bu görülüyor. Aileler, kadınların cenazelerine sahip çıkmıyor; yine kadınlar, feministler sahip çıkıyor. Kadınlar da başlarına gelen bu şiddeti konuşmaktan çekiniyor. Travmayı uzatmamak için, utandıkları için, damgalanmaktan ve lekelenmekten korktukları için. Erkekler de kendi utançlarıyla yüzleşmek istemedikleri için konuşmayınca bu, en büyük toplumsal sır olarak kalıyor. Ya “tecavüzü silah olarak” kullanan taraf; onlarda ne gibi etkisi oluyor bu şiddetin? Ötekinin kadınına yöneltilen her şiddet, şiddeti uygulayanın toplumunda artan bir şiddetliliğe yol açıyor. Gücün, her kuralın ve ahlaki değerin üzerinde olduğu duygusu ve inancı yayılıyor. Toplumda merhamet, dayanışma gibi farklı ilişki kurma halleri yok oluıyor. İnsanın ne olduğuna dair düşünceler değişiyor, “Ben neler gördüm” ile başlayan cümleler sadece kişinin ve toplumun daha fazla şiddete dayanmasının meşruiyeti haline geliyor. Kadın bedeni, savaşın kabul edilmeyen, “barış”ta da görmezden gelinen bedellerini ödüyor. Çatışma ve savaş ortamlarında cinsel şiddeti ortadan kaldıracak bir koruma sağlamak mümkün mü peki? En önemli koruma ceza. Cezasızlık kadar hiçbir şey şiddeti teşvik etmez. Ülkemizde bunu görmemek artık mümkün değil. Günde beş kadın öldürülüyor; cinsel dahil, her türlü şiddete uğruyor ve bunu yapanlar haksız tahrik indiriminden faydalanıp cezasız kalıyorsa, Mardin’deki N. Ç. davasında da görüldüğü gibi bunu kadınları ve küçük kızları en fazla koruması gerekenler yapıp cezasız kalıyorsa, kadın bedenleri savaş aracı ve savaşın yarattığı toplumsal parçalanmanın bedeli olmaya devam eder. Ayrıca, Türkiye’de kadına yönelik şiddetin artmasının en önemli nedeninden biri savaşsa, diğeri de yoksulluk ve işsizlik politikaları. İki durumda da erkekler erkekliklerinin yara aldığını düşünüyor. Kadına yönelik şiddet bir erkeklik sorunu ve bunu yaratan etmenler üzerine düşünmeliyiz. Bu da nasıl bir erkeklik sorusunu beraberinde getiriyor... Ne yazık ki, savaşlar toplum bilimciler tarafından yeterince incelenmiş bir konu değil. Bu bilgileri ben de Barış için Kadın Girişimi’ndeki çalışmalarda öğrendim. Bence toplumsal olarak savaşın ve barışın ne olduğuna dair ciddi düşünme sürecine girmemizin ve barışın zor bir toplumsal süreç olduğunu anlamamızın zamanı geldi. Kalıcı bir barış ancak barışmanın ne anlama geldiğini bilen insanların çabasıyla mümkün. l Gidişat Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sına doğru Tecavüzle, kadın bedeni üzerinden savaşan tarafın erkekliği ve iktidarı yeniden üretiliyor. Bu iktidara dair nasıl bir yorum yapmak mümkün? Evet. Erkekliğin gücü temsil ettiği müddetçe bu böyle. Kadınların sadece zayıflığın sembolü haline gelmesine, yani cinsiyetlerin tamamen güç ilişkisi haline dönüşmesine yol açıyor savaş. İktidar da sadece gücün gösterildiği bir alan haline dönüşüyor. Yani bir toplumu yaşatmak, toplumu tüm farklılıklarıyla kucaklamak yerine insanları, toplulukları sadece güç oranına göre sınıflayan ve sadece güç için yaşayan bir makineye dönüştürüyor. Bu, Huxley’in Cesur Yeni Dünya kitabına benzer bir yere doğru gitmenin ilk adımı. Cinsel şiddetin ırksallaştırılması, etnikleştirilmesi, dinselleştirilmesi toplum üzerinde nasıl bir etki yaratıyor? Bu süreçler birbirini besliyor. Şiddetin cinsleşmesi aynı zamanda ırklaşmasını buna etnikleşmesini ve dinselleşmesini de katabiliriz, ırklaşması da cinsleşmesini besliyor. Hatta biri öteki sayesinde mümkün oluyor. Yani ırklaşması için cinsleşmesi, cinsleşmesi için de ırklaşması lazım. Çünkü bir öteki tarif edeceksiniz ki sizin kadınınız “temiz” kalsın, ötekinin kadınını kirleteceksiniz ki o sizden farklı olsun. Savaş kadınlar için sadece cinsel şiddet tehlikesi getirmiyor; en çok göç eden, yerinden yurdundan edilenler de kadınlar. Yerinden yurdundan edilme, zorla göç ettirilme, tanımadığı bir şehirde baştan bir hayat kurma çabası ve orada karşılaşılan zorluklar ve belki de en görünmeyen ama çok acı yaşanan kimlik kaybı da girer. Kimlik kaybından kasıt, kendi yöresinde belli bir toplumsal statüye sahip bir bireyin yeni geldiği yerde düşmanlaştırılmaya yarayan barbar, insanlık dışı, geri, cahil gibi terimlerle tanınması ve böylece sahip olduğu statülerin yok olması. Cinsel suçlara dikkatin yoğunlaşması savaşın bu gündelik tahribatının göz ardı edilmesine de yol açıyor. l Omca Özdemir / Gazi Üniversitesi Hukuk Fakültesi araştırma görevlisi Cezasızlık bir şiddet sarhoşluğu yaratıyor Tecavüz, kendisini gerçekleştirenin kadın ve erkeğe ilişkin anlam dünyasının yansımasını oluşturuyor. Bu bakımdan çatışma ortamlarında tecavüz, birer iktidar yapısı olarak devletlerin veya örgütlerin toplumsal cinsiyet normlarının üzerinde yükseliyor. Yahudileri ve Bolşevikleri güçsüz ve kadınsı olarak nitelendiren yani kadın olmayı bir aşağılama sıfatı olarak kullanan Nazi yönetiminin, tecavüzü bir baskı aracı olarak kullanması rastlantısal değil. Erkeklere ilişkin toplumsal cinsiyet normu ise “kadınsı” özelliklerin karşıtı olarak şiddet temelinde yükseliyor. Toplumsal cinsiyete ilişkin anlam dünyası içerisinde kadının aşağıda görülmesi, bir kadın veya erkeğin tecavüz edilerek küçük düşürülebileceğinin kabul edilmesinin düşünsel ve içsel zeminini oluşturuyor. Bunun diğer boyutu da kadınların çalınabilecek ve leke sürülebilecek mülk olarak görülmesi. Bu tür bir varsayımla tecavüz, düşmanı "kadınlaştırmanın" ve küçük düşürmenin bir aracı. Özellikle etnik ve mezhepsel nitelikteki çatışma durumlarında, kadınlara ilişkin belirlemelere siyasal anlamlarla yüklü yenileri ekleniyor. Kadınlar, bir topluluğa aidiyetleri üzerinden ve bu aidiyetler için olan varlıklar şeklinde tanınıyor. Kadının cinsel bütünlüğüne ve kimliğine yönelik saldırılar; kadının ait olduğu topluluğu aşağılayacağı, korkutacağı, topluluğun değerlerini sarsacağı ve bu yolla topluluğun sarsılacağı inancına dayanıyor. Zaten patriyarkal toplumun normu, aileyi ve topluluğu bir arada tutanın kadınlar olduğunu kabul ediyor. Kadın bedeni, ulusun bir bütün olarak temsil edildiği, kimliğin kurulduğu mekân olarak algılanıyor. Bir kültürü, topluluğu veya ulusu simgeleyen kadının bedenine tecavüz, toplum bedeninin simgesel bir tecavüzü, topluluğun veya toprağın işgalinin temsili anlamına geliyor. Topluluğun tek tek üyelerinin yok edilmesinden öte, bireysel üyeler ölseler bile süren, birleştirici bir yönü tahrip ediliyor. Çünkü bu durumda tecavüz mağduru, kendisini şiddetin muhatabı olarak işaretleyen kimliğinden feragat etmek isteyecektir. Bu yolla saldırganlar, sosyal kontrollerini sağlıyor ve etnik sınırları yeniden belirliyor. Özellikle Bosna örneğinde sistematik tecavüz sonrasında doğan çocuklar konusunda yaşanan yaygın toplumsal travma, bu tür bir anlayışın sonucudur. Tecavüz, Uluslararası Ceza Mahkemesi'ni kuran Roma Statüsü ile sanığın ulusal hukuk aracılığıyla yargılanamaması durumunda cezalandırılabilir bir suç olarak düzenleniyor. Tecavüz sanığı, Statü'nün 6. maddesi uyarınca soykırım suçu, 7. maddesi uyarıncaysa insanlığa karşı suç işlemekle yargılanıyor. Bu, ulusal hukukta da cezalandırılması gereken bir suç. Ancak savaş durumu iki nedenle tecavüzün cezalandırılmamasına neden oluyor: Çatışma ortamı sebebiyle devlet iktidarının etkililiğinin azalması ve yapısal / dönemsel cezasızlık. Çoğu ülkede olağan durumlarda bile tecavüzün ulusal hukuk aracılığıyla cezalandırılmasında zafiyet söz konusu. Çatışma durumundaysa hukuk devleti ilkesinin askıya alınması cezasızlığı perçinliyor. Genel olarak siyasal ve toplumsal ilişkilerde kaynağını bulan fiili hesap vermeme durumu, esas olarak bazı insanların düşman figürü olarak konumlandırılmalarından kaynaklanıyor. Zira savaş insanların ideolojik, siyasal gerekçelerle insan olarak algılanmadıkları, etik kaygıların değer kaybettiği ve bu vesileyle şiddetin meşrulaştırıldığı bir ortama işaret ediyor. Soykırım süreçlerinde Naziler Yahudilerden "adi sıçan" veya "bitkiler" gibi bahsederken, Ruanda'da soykırıma uğrayan Tutsiler hamamböcekleri olarak adlandırılmaktaydı. Savaş sırasında tecavüz konusuna ilk eğilenlerden Susan Brownmiller, Vietnam Savaşı’na katılmış bir ABD askerinin şu sözlerini aktarır: “Onlar insan değilmiş gibiydi… Ya pisliktiler ya da komünist ve biz haklıydık”. Bu durumda zaten bir iktidarhükmetme eylemi olan, gerçekleştirene mağdurun tümüyle kendi insafına kalmış bir kurban olduğu izlenimi veren tecavüz eylemi, savaş ortamının yarattığı cezasızlık olanağı içerisinde tam bir şiddet sarhoşluğuna yol açabiliyor. l C M Y B