01 Haziran 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

2 KASIM 2014 / SAYI 1493 5 J The Von Trapps’tan umut ve aşk dolu şarkılar önce Amerika, Avustralya, Çin ve Afrika’yı kapsayan bir turneye çıkana kadar Neşeli Günler filminin ne kadar çok insana umut verdiğini de görmemiştik. Montana dağının eteklerinde büyümüşsünüz; çok farklı bir çocukluk geçirdiğinizi tahmin edebiliyorum; peki sizce öyle bir çocukluk müzikteki tavrınızı nasıl etkiledi? Sofi: Ailemizin çiftliğinde büyüdük. Ailemiz şarkı söylemeye pek meraklı değildi dolayısıyla bizim şarkı söylememizi de kimse beklemiyordu. Bize birlikte sahne teklifi geldiğinde eğlence olsun diye kabul ettik ve ailemiz de tüm bu yolculuğumuz boyunca bizi destekledi. Bir şekilde, tüm bunlara başladık çünkü sevdik ve müzik yapmaktan keyif aldık. Sydney Opera Binası ve meşhur Carnegie Hall gibi birçok ünlü mekânda sahne aldınız; ama ilk hangi sahnede büyülenmiş hissettiniz? Melanie: Bilirsiniz, o mekânlarda sahneye çıkmak büyük bir ayrıcalık, ama yine de kişisel olarak en harika bazı deneyimlerimizin izleyicilerle iletişim kurabildiğimiz küçük ve daha samimi salonlarda olduğunu söyleyebilirim. Bununla beraber, eski ve tarihi mekânlar ayrıca harika oluyor. İstanbul’a gelmek ve tarih ve kültürle çevrelenmiş bir şehirde olmak için de sabırsızlanıyorum. Pink Martini ile olan hikâyeniz nasıl başladı? Melanie: Thomas’la 2012’de her sene binlerce kişinin bir araya geldiği ve Noel ilahileri söyledikleri ücretsiz konserlerden birinde tanışmış olduk. O zamanlar kariyerimizi yavaş yavaş sonlandırmayı düşünüyorduk ama Thomas’la karşılaşınca Pink Martini’ye âşık olduk ve birlikte bir iş yapma teklifine hiç direnmedik bile. Thomas bize şarkılar için birkaç öneri apon tangolarından, Brezilya ritimli şarkılara kadar çok farklı tarzları buluşturan The Von Trapps, albümlerine The Chieftains, Wayne Newton ve Charmian Carr gibi isimleri de konuk ediyor. Pink Martini’nin son stüdyo albümü Get Happy’de Rufus Wainwright ile “Kitty Come Home” şarkısında da karşımıza çıkan Sofi (25), Melanie (23), Amanda (22) ve August von Trapp (19) ilk solo konserleri ile Türkiye’de ilk kez 12 Kasım’da İş Sanat’ta sahne alacak. Ekiple çok farklı çocukluk yıllarını, genç yetişkinler olarak yepyeni müziklerini, son albümlerini ve İstanbul’u konuştuk. Henüz çocuk yaşlarda Avusturya folk şarkıları söylüyordunuz ve şimdi genç birer yetişkin olarak kendi müziklerinizle ortaya çıkıyorsunuz, peki yepyeni tarzını nasıl tanımlarsınız? CENK Sofi: Müziklerimizde sahnemizi bizim için de ERDEM gerçekten eğlenceli ve ilginç hale getiren iki yenilik var. Birincisi bizdeki Pink Martini etkisi… Biz de artık 10 farklı dilde şarkı söylüyoruz ve hepsi Klasik müzik ve Latin tadı da olan eski moda pop şarkıları. Diğer yenilik indie folk/pop tarzındaki kendi orijinal şarkılarımız. Sanki Beach Boys, Fleet Foxes, Rufus Wainwright gibi isimler Pink Martini’nin müzikleriyle buluşuyormuş gibi düşünebilirsiniz. Dedeniz “Neşeli Günler (The Sound Of Music) filmindeki meşhur Kurt karakteriydi ve sizlere de çocukken folk şarkılar öğretirmiş, peki o yaşlarda o efsanevi filmin sizde nasıl bir yeri vardı? Sofi: Dedemizden folk şarkılar öğrenirken, “Neşeli Günler” (The Sound Of Music) filminin tüm dünyada gördüğü büyük ilgi hakkında hiçbir fikrimiz yoktu. Filmi ilk izlediğimizde tüm şarkılarını nasıl da sevdiğimizi hatırlıyorum, ama 13 yıl Efsanevi Neşeli Günler (The Sound Of Music) filminin meşhur karakterleri Captain ve Maria Von Trapp’in büyük torunları The Von Trapps, tüm dünyada mutluluk uyandıran bir filmin ve ailenin geleneğini kendi şarkılarıyla yeni nesillere ulaştırıyor. The Von Trapps, Türkiye’deki ilk solo konserini 12 Kasım’da İstanbul’da İş Sanat’ta gerçekleştiriyor. sundu ve biz de konserlerimizde söylemeye başladık. Sonunda Thomas, “İki haftalığına Portland’a gelin ve birlikte bir albüm yapalım” deyince, biz de “Elbette” dedik. İki hafta sonra albümü bitirmiş olduk ve resmen Portland’a yerleştik. August, senin albümde üç yepyeni şarkıda imzan da var; peki sana kendi şarkılarınızda en çok neler ilham veriyor? August: İki yıl önce Ukulele çalmaya başladım, yaylı bir enstrümanı ilk kez elime almış olmak bile ilk başarım sayılabilir. Arp gibi zarif tınısının güzelliğine âşık oldum ve o özelliğini sonuna kadar gösterebilecek, bir çalma stili geliştirmek üzerine çalıştım. Eğlence olsun diye de şarkılar yazmaya başladım ve Thomas o şarkılara albümde yer vermek isteyince müthiş heyecanlandım. Albümdeki ilk şarkı “Storm”, Portland, Oregon’un havasından ilham aldığım bir şarkı. Sahnede ABBA şarkısı “Fernando” yorumunuz harika oluyor; peki günlük hayatınızda da pop şarkılar dinliyor musunuz? August: Evet! ABBA’yı çok seviyorum. İyi pop çok eğlenceli oluyor. Geleneksel İrlanda şarkılarından, Japon elektronik müziğine kadar tonlarca farklı şarkı dinliyoruz, her farklı türde hoş bir taraf bulunabiliyor. Sırada nasıl projeler var? Amanda: Dördümüz bu hafta tekrar stüdyoya koşup kendi şarkılarımızla minik bir EP kaydediyoruz. Bu çalışmayı da Portland’dan “Blind Pilot” isimli indie rock grubunun lideri Israel Nebeker ile yapıyoruz. Bu deneyim için de ayrıca çok heyecanlıyız çünkü sonunda sırf kendi şarkılarımızı kaydediyor olacağız. 12 Kasım’da İş Sanat’ta ilk konserinizi veriyor olacaksınız; repertuvarınızın hem romantik hem de biraz nostaljik hissettireceğini söyleyebilir miyiz? Amanda: Evet, müziğimiz romantik, nostaljik ve iyimser diyebiliriz. Müziğimizin ilham aldığı çok farklı türler var ve hepsini birleştirdiğimizde sahnedeyken de izleyicide mutluluk hissi ve umut uyandırabilir. Orijinal şarkılar söylüyoruz, eski moda pop şarkılar söylüyoruz ve Neşeli Günler filminden de şarkılar söylüyor olacağız. Bu konseri dört gözle bekliyoruz. l Pink Martini ile çalışmak İlk uluslararası albümünüz Pink Martini ile ortak çalışmanız, “Dream A Little Dream” oldu ve albümde çok farklı tarzları buluşturuyorsunuz; hâlâ farklı türlerde müzikler yapmaya da açık mısınız? August: Kesinlikle yeni müziklere açığız. Belki de Pink Martini ile çalışarak en çok da farklı müzikleri kendi repertuvarımıza nasıl katabileceğimizi öğrenmiş olduk. Hepimiz araştırmayı ve müziklerimizle yenilikler denemeyi seviyoruz ve bunu her zaman da yapmayı sürdürüyor olacağız. Aslında Portland Indie tarzında yepyeni bir “minialbüm” üzerinde çalışıyoruz. Daniel Colagrossi, “Alafranga Türk Sofrası” kitabıyla, Fransız ve Türk mutfağını bir araya getirmişti. Bu sergi iştahınızı açacak Notre Dame de Sion Lisesi, yıl sonuna kadar çok ilginç ve sıra dışı bir sergiye ev sahipliği yapıyor. Fransız sanatçı Daniel Colagrossi, İstanbul’un özellikle deniz mahsulleri ve balık üzerine yoğunlaşan mutfağını tarifleriyle birlikte, tuvallere taşıyarak “Çizgilerle Yemekler” isimli sergiye imza attı. Balık sofralarından izler yansıtan bu iştah açıcı serginin hikâyesini sanatçının kendisinden dinledik. DENİZ ÜLKÜTEKİN sergiye aracı olmuş. Hikâyenin geri kalanını sanatçının kendisinden dinleyelim. Neden yemeklerle alakalı bir sergi hazırladınız? Fransızca konuşan ülkelerde, her sene Lezzet Haftası kutlanır. Bu sebeple, Dame De Sion Müdürü Yann De Lansulat benimle irtibata geçti. Çünkü bir süre önce Alafranga Türk sofrası diye bir kitap çıkartmıştım. “Böyle bir sergi yapmakla ilgilenir misin” diye sordu. 2014 başında çalışmaya başladım, yedi ay boyunca kafamda yemekler ve bana çağrıştırdıkları dönüp durdu. Resimlerin üçte ikisi bu sergiye özel çalışmalar. Nasıl bir çalışma yöntemi uyguladınız? Öncelikle yemeği pişirip sonra onun yarattığı his üzerinden mi çalıştınız? Bir kızı öpmek için önce soymak mı lazım? Bazen resim yaparsınız, aklınıza bir yemek tarifi gelir, bazen tam tersi olur. Bu tam olarak sistematik bir çalışma değil. “Al sana tereyağı, ekmek de var” diyerek tereyağlı ekmek olmuyor. Ne kokusu, ne görüntüsü; bunlar karşılıklı bir biçimde birbirlerini etkiliyor. Yedi ay boyu, kafa olarak tamamen bu işin içine girdim. Bazen yemeği yapıyordum ve hiçbir şey ortaya çıkmadığı da oluyordu. Yemekleri hangi kriterlere göre seçtiniz? İstanbul’da olduğum için balık aklıma geldi. Sonrasında fikirler birbirini izledi. “Bu balığa, şu yemek” gider diye düşünerek tarifleri de ortaya çıkardım. Otomatik bir bağlantı var. İstanbul, balık U luslararası Lezzet Haftası kapsamında hazırlanan ve 30 Aralık tarihine kadar devam eden “Çizgilerle Yemekler” sergisi, Daniel Colagrossi’nin favori İstanbul yemeklerini tasvir eden eserlerden oluşuyor. Resim çizmek ve yemek yapmak arasında, sıra dışı bir bağlantı kuran çalışmalar, özellikle İstanbul’un balık üzerine kurulu sofra kültüründen izler yansıtıyor. Yemeklerin yanında, tarifleriyle birlikte resmedildiği sergi, aynı zamanda günümüzde, konserve, hazır yemeklerden oluşmaya başlayan gıda kültürünün, yemek pişirme eylemi üzerinde oluşturduğu basıya da bir cevap niteliği taşıyor. Öncesinde İstanbul ve İzmir’de açtığı fotoğraf sergileriyle ülkemizde tanınan Fransız sanatçı Colagrossi, Türk mutfağıyla da oldukça haşır neşir. Nitekim, 2011’de hazırladığı ve Türk mutfağının en sık kullanılan baharatlarıyla Fransız yemeklerinin hazırlanış tariflerinin yer aldığı Alafranga Türk Mutfağı kitabı da bu Fotoğraf: UĞUR DEMİR demek! Mesela “Brötanya” deseniz, kabuklu deniz mahsulleri derdim. Dolayısıyla, fikir bazında çok da kafa yormama gerek kalmadı. Resimler üzerindeki çalışma tekniğiniz de oldukça ilginç. Biraz bundan da bahseder misiniz? Renkli mürekkep ve çini mürekkebi kullandım. Bu ikisini bir arada kullandığınızda, zaman zaman ortaya böyle ilginç sonuçlar çıkıyor. Resimlerin üstündeki parlaklık, kimilerine pudrayı çağrıştırdı, ama sadece mürekkep kullandım. Bir balkabağı seriniz de var. Bunun hikâyesi nedir? Külkedisi hikâyesini bilirsiniz. Balkabağı, Külkedisi’nin arabasıdır. Gece yarısından sonra tekrar balkabağına dönüşür. Hayal gücü bitince ölümün geldiğini anlatan bir metafor olarak düşündüm. l C M Y B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle