18 Haziran 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

İnsan kendi sonunu getiriyor Söyleşi: ESRA AÇIKGÖZ Fotoğraflar: VEDAT ARIK Her şey “harcanabilir” artık bu sistemde. İnsan canı, ağaçlar, akarsular... Üstelik bunlar olurken baskılarla suskunluğa itiliyor insanlar. Komet de “Mesele Mühim” sergisinde dikkatleri bu iki önemli konuya çekiyor; kentsel dönüşüm ve sansüre. akınındaki çiçeğin köklerinden dallarına kadar dolanıp sardıkça sarıyor. O büyüyor, çiçek ölüyor. Bir süre sonra yeni bir av peşine düşüyor. Yeni bir çiçek için uzanıyor dalları. Olur da bulamazsa, bu onun için de son demek. Küsküt otu, ölümü göze alarak dolandığı çiçeği öldürene kadar tüketmeye devam ediyor. Tıpkı insan gibi, kendi sonunu getireceğini bile bile aynı yolda ilerliyor. Beni küsküt otuyla tanıştıran Komet oluyor. “Mesele Mühim” sergisindeki birkaç dakikalık küsküt videosuyla, hayatı, tüketimi, hırsı, ölümü anlatıyor bize. Kentsel dönüşüm ve sansürü baz alan bir sergiye “cuk” diye oturmuş bu iş. Tabii ki sadece o değil, sergideki her iş, insanlığın toprağı, suyu rant alanı olarak görüp, yaşamı hiçe sayarak; tüketim ve iktidar hırsıyla kendi sonunu nasıl getirdiğini gösteriyor. Pilot Galeri’deki sergiyi, 13 Aralık’a kadar gezebilirsiniz. Ama gelin önce Komet’e kulak verelim... Önce sergi adıyla başlayalım; “Mesele Mühim” çünkü?.. Çünkü dünyanın ve memleketin durumu kötü. Aslında her zaman durumlar vahimdi. Acı çok, hayat öyle bir şey ve insan bu acıyı hafifletecek bir yaratık. Ancak şimdi her şey çok yakınımızda oluyor. O yüzden de bizi daha çok etkiliyor. Kobani komşumuz. Türkiye ve Türkiye’nin etrafındaki karışık, acı durum bizi yaralıyor. Her gün işçiler ölüyor, kadınlar öldürülüyor, ormanlar kesiliyor, her şey insanları üzmek için sanki... Aslında benim bir teorim var, gerçi benim hep çok teorim vardır da, bu konuyla ilgili birini söyleyeyim. Amerikalılar, uzayda koloniler yapmak istiyor ya ondan daha kolayı var; genetik bilimi çok gelişti, insanları küçültebiliriz. 20’de birimiz kadar olsak, dünya da 20 kat büyümüş olur. Bu da istediğiniz kadar toprak, petrol, enerji, gıda demek... Y Barok opera yapacağım demişti, biz de bir barok bahçesi yaptık, ama sergideki bu Barok süsler ağlıyorlarmış gibi. Kırılganlar. Aslında bunları Taksim'i kaplayan o betona gizli gizli bırakacaktık. Şimdi de Yırca köyünde altı bin zeytin ağacının sonunu getirdi o zihniyet... Validebağ’da da... Her tarafta. Bunlar aydınların gördüğü şeyler. Kim bilir neler oluyor daha, hepsini bilemiyoruz. İnsan doğayı yok ederken kendi sonunu da getiriyor. İstanbul’da bile hortumlar var artık. Harislikle; bir adım ötesini düşünmeden hemen her şeyi elde etmek istiyorlar. Doğaya yönelik tahakküm arttıkça artıyor; su, toprak yaşam değil de, rant alanı iktidar için. Bunları da kentsel dönüşüm adıyla süslüyorlar. Peki siz kentsel dönüşüm üzerine kafa yormaya ne zaman başladınız? Bilmiyorum. Herkes gibi başladım sanırım. Aslında mesele modernizmden başlıyor. Biz çocukken, Mustafa Rona ve Zekeriya Sertel’in çevirdiği iki ciltlik çocuk ansiklopedisi vardı, geçenlerde yine buldum onları. Orada bir Amerikan kafası vardı. En uzun, en büyük... “En”, “en”, “en”... Bu pragmatik Amerikan kafası sanata da bulaşıyordu. Baudelaire'in deyimiyle “meta fetişizmi”yle her şey satılabilir hale geliyor. İnsan da, doğa da. Sistem bunu yapıyor. İnsanlık parçalanıyor Sizin doğayla ilişkiniz nasıl? Bulutları seviyorduk. Ağaçları seviyorduk; bitkileri, hayvanları, arkadaşlarımızı... Ama dünyayı da yorduk (gülüyor)... Hem Paris’te, hem İstanbul’da yaşayan biri olarak gidipgelişlerinizde İstanbul’daki değişimi daha iyi gözlemleme şansınız oluyordur. Nasıl bir değişim görüyorsunuz? 1950’de Türkiye’nin nüfusu 20 milyondu. İstanbul’un nüfusu bir milyondu. Düşünün, 1960 başlarında Ümit Yaşar Oğuzcan bir şiirinde “İki buçuk milyar insanın ayağına göre değil bu toprak” diyordu. Şimdi yedi milyar oldu... İlya Ehrenburg, 1905’te Paris’e gittiğinde, atlı tramvay var. İkinci gidişindeyse insanoğlu aya çıkıyor! Her zaman bir değişim vardı, ama onun da bir hızı olur. İnsan hayatının müddeti o kadar değişmedi, ama değişim çok hızlı. Bizim kuşak allak bullak oldu (gülüyor). Televizyon, bilgisayar, cep telefonu, internet... İnsanlık parçalanıyor. Her şey hemen allak bullak ediyor bizi. Ama sonra bir zaman geliyor tınmamaya başlıyor insanlar. Ölümlere alışıyor. Daha zalim olabiliyor. Buna karşı konuşmak da giderek zorlaşıyor. İktidarın sansür uygulamaları ortada. Daha da acısı, bu otosansürü de arttırıyor. Kendinizi otosansür yaparken yakaladığınız oluyor mu? Bir şeyler söylemeye çalışıyoruz. Esprili bir yolla... Sergide otosansür üzerine iki eser var. Biri “Kimsesiz”, 2 dakika 9 saniyelik bir monokrom gösterimi. Sanat da yönlendiriliyor. Bizler yetiştiriliyoruz. Her şey öğretiliyor bize. Ama bunun farkına varmak önemli. Gazeteciler, aydınlar düşündüklerini söylemekten korkuyorlar. Biz hemen çaresi olmasa bile problemleri ortaya koyalım. Korkmayalım. Mümkün olduğu kadar mücadele edelim. Sanatçının özgür olması, baskıları yenmesi lazım ki, yaptığı iş de özgür olsun, insanlara da özgürlük taşısın. l [email protected] Gençlerin masasına ben gidiyorum Şiirde de resimde de ironi sizin için önemli bir unsur. Neden? Ya bağırırsın, yıkıp kırarsın yahut da başka yol seçersin. Kendimi böyle ifade ediyorum. İroni bir güçtür. Sergi açmayı çok sevmiyorsunuz... Yok, öyle değil de, belli yaşa geldik, acele etmeden resim yapayım, istiyorum. Seviyorum resim yapmayı. Şiir filan da öyle. Aslında hiçbir şey bir sanat eseri; Hayat da hiçbir şey o açıdan bakarsak. Öyle bir şiirim vardı: “Her şey her şeydir. / Her şey bir şeydir. / Ama bir şey, her şey değildir. / Her şey bir resimdir. / Fakat bir resim her şey değildir.” Bir şey bitip bir varlık haline gelince insan kıvanç duyuyor. Kendi başına ayakta durabilmesi, söz söyleyebilmesi, insana dokunabilmesi, mutluluk veriyor. Edip Canseverler’in, Orhan Kemaller’in masasına oturabilmek umuduyla kendinizi göstermek için masa üzerine çıkıp şiir okurmuşsunuz... Eski gruplar vardı; ressamı, şairi takılırdı bir arada. Ama o zaman hiyerarşi vardı, gidemezdiniz. Masaya çıktığımda kimisi “Oku Komet oku” der gaza getirir, kimi de “Lan yine mi sen, in aşağı” diye bağırırdı... Şimdi sizin masanıza oturmak için bekliyor gençler. Nasıl bir his bu? Yok, canım. Hâlâ ben onların masasına gidiyorum, gençlerle aram gayet iyi. Yaşıtlarımın kimisi öldü, kimi rahatsız, çekildi. Diğerleri de fazla ortalıkta görünmüyor. Ben yaşlı olarak tek başıma kalıyorum. Ne yapayım, evde otur, otur. Değil mi yani? l Gezi’deki barikatlar Kaynaklar artsa da küsküt otu gibi sonunu getireceğini bile bile insanlar tüketim, iktidar hırsıyla tahakküme devam edecektir. Edecektir, ama en azından bir yüz yıl daha kazanılır. Bu teorimi kaç defa söyledim, ama ciddiye almıyorlar. Peki demin bahsettiğiniz dünyadaki ve ülkedeki acılar bir sanatçı olarak sizi de etkiliyor... Tabii ki, her şeyden önce insan olarak etkiliyor, sanatçı ne demek? Etiketlerden öte bu. Evet, ama sanatçı olarak sizin bir şansınız var; bu acıyı kullanıp, dönüştürebilir ve harekete geçirici bir güç haline getirebilirsiniz... Evet, bakın mesela sergideki heykeller Gezi’de kurulan barikatlar aslında. Başbakan, Kom bırak z i e t ’ t e anlar İlk gençlik önemli tabii, insanın kendisini yapılandırmaya çalıştığı dönemler. Ben küçük yaşta gittim okula. Yaramazdım çok. Aileden şımartılma da var. Anneannem beni muska yazdırmaya götürmüştü hatta düzeleyim diye, hocaya saldırmıştım. Okulda kızlara kendimi göstermek için olmayan muziplikler yapardım. Demek ki o zamanlardan başlıyor kendini gösterme isteği. Sonra ortaokulda merak meselesi giriyor devreye, okumaya başlıyorsun. Yeteneğimi görünce resim hocası heveslendirdi beni resim yapmam için. Biraz da kafadan tahta eksik olduğu için romantik şekilde sanatçı olma sevdalarına kapıldım. Akademiye girdim. Okuldan atıldım. Yaş, 22. O zamanlar bir sürü kitap yasaktı. Bir gün delirdim ben, Nietzsche’nin Zerdüşt kitabını bulamadım, tüm kitabı elle yazdım! Akademiye döndüm. Marks’ın Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı kitabının önsözüyle şuurumun nasıl yapılandığını anlamaya başladım. Oradan yavaş yavaş toplumsal meselelere girdik. Anarşist bir sosyalist oldum. DevGenç yılları. Paris’e gidince de Situasyonistlerle takıldım. Bu benim için önemliydi. Situasyonizmde, günlük hayatınızı değiştirebilmek, kişisel faşizminizi yenmek meselesi önemlidir. Şehir meselesi de var tabii. Paris’te Vincennes Üniversitesi’nde eğitim aldım. Temizlik işçileri üniversitede grev yapıyor. Devrimci öğrenciler toplantılar düzenliyor, grevi desteklemek için komite kuracaklar. Maocusu konuşuyor, Troçkisti konuşuyor... 34 gün sonra bir haber geldi ki, grev bitmiş (gülüyor). Deleuze filan ders veriyordu bize. İşgaller var. Petrol krizi çıkmamış daha. Yabancılara karşı düşmanlık da yok henüz. Başka bir dünya vardı. Çok şey yaşadık. Bir gün de, devrimciler modern müzede eylem yapıyor. Polis de dışarda. Picasso’ları, Matisse’leri esir alıp öyle çıkalım dışarı, dedim (gülüyor). l C M Y B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle