Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
26 OCAK 2014 / SAYI 1453 7 S Kent paryaları marjinalleştiriliyor osyolog Loïc Wacquant, karşılaştırmalı kentsel eşitsizlikler, etnikırksal tahakküm, cezalandırıcı devlet, beden, toplumsal teori ve rasyonalitenin siyaseti gibi alanlarda çalışmalar yürütüyor. Bourdieu’nun en bilindik öğrencilerinden. Kaliforniya ÜniversitesiBerkeley Sosyoloji Bölümü’nde öğretim üyesi ve Paris’te bulunan Avrupa Sosyoloji Merkezi’nde araştırmacı. Düşünümsel Bir Antropoloji İçin Cevaplar, Kent Paryaları: İleri Marjinalliğin Karşılaştırmalı Sosyolojisi, Ruh ve Beden: Acemi Bir Boksörün Defterleri ve The Two Faces of the Ghetto çalışmaları sonucunda ortaya çıkan kitaplardan birkaçı. Yedi senedir Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü, Sosyoloji Bölümü ve Tarih Bölümü ev sahipliğinde düzenlenen Hrant Dink İnsan Hakları ve İfade Özgürlüğü Konferansı’nın bu seneki konuğuydu Wacquant. Konferans anısına sunulan plaketi Hrant Dink’in eşi Rakel Dink’in elinden aldı. Biz de onunla kentsel eşitsizliker, son yılların popüler kelimesi marjinallik üzerine konuştuk. Kentsel eşitsizlik, etnikırksal tahakküm ve cezalandırıcı devlet, şeklinde toplanabilir çalışma alanınız. Neden çalışmak için bu konuları seçtiniz? Bu bir kaza sonucu oluştu (gülüyor). Chicago’ya 1985’te, tam da 25 yaşımı kutladığım gün sosyoloji doktoramı yapmaya gittim. Tarihsel olarak Chicago çok önemli, sosyoloji biliminin köklerinin atıldığı yer. Oraya gittiğimde Amerika’nın siyah gettosunun kalıntılarını gördüm, şehirde aynı zamanda müthiş bir korku vardı, bunları görmek beni müthiş şoke etti. Avrupa düzeyinde ayırt edemeyeceğiniz bir ayrımcılıkla karşılaştım. Hatta pek çok insan o dönemki Chicago’yu iç savaş yaşayan Beyrut’a benzetiyordu. Düşünün, ilk kampüse gittiğimde sekreter bir harita çıkardı ve kampüsün kuzeyine, güneyine ve batısına asla gitmeyin, dedi. Doğuda da zaten Michigan Gölü vardır. Yani kampüsümüz gettoyla çevriliydi. Biz Fransızların genel bir özelliği vardır, otorite yapmayın derse, dediğinin tersini yaparız (gülüyor). Üstelik bana kimsenin yaşamak istemediği, kampüsün bitip gettonun başladığı yerden bir ev verdiler. Anneme “Kuzey penceremden baktığımda eğitimli, beyaz, zengin insanların yaşadığı kampüsü görüyorum. Güney penceremden bir bakıyorum, bambaşka bir gezegen; siyah, yoksul, korku dolu bir şehir” diye yazıyordum. Bir şehrin içinde “yasak şehir” nasıl oluşabiliyordu? Bu benim için bir bilmece haline geldi ve çözmek istedim. Normalde araştırma yapmak, bir şeyi anlamak için en çok faydalanan kesimlerden biri. Mesela dünyanın her yerine gidip ders verebiliyorum. Akademisyenlerin bir kısmı bu ekonomik ve politik iktidarın işbiriliğiyle uzlaşmış durumda. İkinci bir ESRA grup da var, uzlaşmayıp AÇIKGÖZ kamuoyunu hiç sermayeye sahip olmayanlar konusunda uyarmak, uyandırmak isteyenler. Kendimi bu ikinci grupta konumlandırıyorum, dünya bizden ibaret değil. Marjinallik, daha çok iktidar tarafından, özellikle de Başbakan tarafından sık kullanılan bir kelime Türkiye’de. Güvenlikçi bir dille, hak arayanları, muhalefeti “terörist” konumuna sokmak için kullanıyor. Sizin marjinalliğinizse daha çok sistemin dışlayıcılığını tanımlıyor. Sistem, kimi, nasıl marjinal yapıyor? Başbakanınızın bu kelimeyi küfür gibi kullandığının farkındayım. Ben analitik anlamıyla kullanıyorum. Kent Paryaları kitabımda bunu tanımlıyorum; Kapitalist ekonomilerin eşit olmayan gelişimi ile refah devletlerin küçülmesi sonucu oluşan kent modellerinde toplumsal ve mekansal olarak dışarı itilen kesimler, marjinaller. Kent marjinalliğini şekillendiren güçler sosyal adalet kaygılarından uzak, bunun sonucunda da ayrımcılık derinleşiyor ve toplumsal adalet zayıflıyor. Ayrıca suç kavramı fakirlik ya da kentte öteki olma durumuyla özdeşleştiriliyor. İnsanların toplumdan dışlanmalarının iki boyutu var bence. Bu iki boyutu da sosyolog Max Weber’e atıfta bulunarak kullanıyorum. O “Bir sınıf, bir de statü vardır” der. Sınıf, maddi yoksulluk; Statü ise haysiyet eksikliğidir ona göre. Eşitsizliğin iki boyutunu da nitelemek adına parya kelimesini kullandım. Çünkü parya Hindistan’ın geleneksel kast sistemine göndermede bulunuyor. Yani insanlar iki boyutlu bir yoksulluk yaşıyor. Onur yani haysiyet, dört biçimde elde edilebiliyor toplumlarda; Milli, bölgesel, dini ve ırksal. Fransa’da mesela etnisite yok deniyor, çünkü merkezi bir iktidar var ve bütün merkez dışı kalan bölgeler daha değersiz görülüyor ve inkar ediliyor. Türkiye ile Fransa arasında birçok paralellik var bu konuda. Maddi yoksulluk, haysiyetin yitirilmesiyle sembolik bir boyut kazanıyor ve genelde bu sembolik boyut sosyal bilimlerle ilgili çalışanlar tarafından yeterince önemsenmiyor. Sadece maddi yoksunluk göz önünde bulunduruluyor. Oysa ikinci boyutu da çok önemli. l Fotoğraf: GARBİS ÖZATAY Sosyolog Loic Wacquant, geçen hafta Boğaziçi Üniversitesi’nin konuğuydu. Kentsel eşitsizliklerden Gezi Direnişi’ne, marjinallikten kültürel ve ekonomik sermaye arasındaki ilişkiye kadar pek çok konuda konuştu. Bizim sorularımızı da yanıtlamayı ihmal etmedi. öğrenciler kütüphaneye gider, makale okur, verileri karşılaştırır. Ama ben birinci elden konuyu anlayabilmek için bu gettonun boks salonuna gittim. Gerçekten de tehlikeli, zor bir yerdi, tek beyaz bendim. Boksa kaydoldum. Bu gettonun gerçekliğini anlamak için orayı bir gözlem merkezi gibi kullanmak istedim. Bu gözlemlerden de 2004’te yayımlanan “Ruh ve Beden / Acemi Bir Boksörün Defterleri” kitabınız ortaya çıktı... Bu deneyim sizi nasıl dönüştürdü? Evet, aslında boks salonuna girdiğimde amacım gözlem yapmaktı. Ancak orada bir köşede oturup gözlem yapamıyorsunuz. Ben de bir şekilde kendimi kaptırdım ve üç yıl boks öğrendim. Hatta bir ara ciddi ciddi profesyonel olarak boks yapmaya başladım. Bu dünyanın manyetizmi öyle güçlüydü ki, vücudu çok boksa uygun olmayan, işinde başarılı olduğundan başka bir şeye ihtiyacı olmayan benim gibi birini bile içine çekebildi. Bütün bu tecrübemden ortaya iki kitap çıktı aslında. Birincisi, Kentin Paryaları; getto hayatını, Chicago’daki ayrımcılığı, yoksulluğu anlatıyor. İkincisi de “Ruh ve Beden/ Acemi bir Boksörün Defterleri”. Sorunuza gelince, bunlar beni tabi ki dönüştürdü. Foucault’un bir lafı vardır, Tecrübe içine girdiğiniz ve çıktığınız andaki kişilerin ikisini de farklı kılan bir şeydir. Bu anlamda benim için gerçek bir tecrübe oldu. Hrant Dink İnsan Hakları ve İfade Özgürlüğü kapsamında Boğaziçi Üniversitesi’nde yapacağınız seminerin başlığı; “Kentte Eşitsizlik, Marjinallik ve Sosyal Adalet”. Türkiye’de son yıllarda çok tartışılan konular bunlar, özellikle Gezi Direnişi’nden sonra daha da geniş bir kesim tarafından tartışılır oldu... Gezi, çok boyutlu ve bir yönü de biraz belirsiz bir hareket bence. Kendi yaşamını dikte etmek, insanların toplumsal hayatını dizayn etmek, dinin toplumdaki yerini değiştirmek isteyen bir iktidara karşı demokratik kökenli bir muhalefet hareketi. Daha belirsiz olan yanıysa, şehrin belli görünümünü savunan, bir “yeni kültürel burjuvazi” hareketiydi. Sonuçta gezi hareketini yapanlar paryalar değildi, bu anlamda bir “halk”, alt sınıfların öncü olduğu bir hareket değildi. Çok evrensel bir söylemi olsa da birçok kesimi de dışarda bıraktı. Ben de yeni burjuvazi dediğim şeyin içindeyim, bir entelektüelim, eğitimliyim. Gezi’yi tabi ki destekliyorum, ama bu tarafını da görmeli ve ona göre çaba harcamalıyız. Ekonomik iktidarla, politik iktidar, neoliberalizmle birlikte birçok ülkede işbirliği yapmaya başladı. Kültürel sermayeye sahip kişiler de politik iktidara diyorlar ki, sen ekonomik iktidarla işbirliği yapma, benim görüşlerimi savun. Aslında entelektüeller ekonomiyle, politik iktidarın işbirliğinden Yönetmen Batu Akyol’un caz tutkusuyla çektiği belgeseli “Türkiye’de Caz” ıskalanmaması gereken bir yapım. Akyol’un çalışması bu topraklarda caz müziğine duyulan önyargıyı kırıyor. İzleyiciyi, popüler klişelerden arınmış, titizlikle hazırlanmış samimi bir zaman yolculuğu bekliyor. Joe Mardin Önder Focan Okay Temiz Caz müziğini tanısanız çok seversiniz! ALİ DENİZ USLU önetmen Batu Akyol uzun soluklu bir çalışmadan sonra “Türkiye’de Caz”ı tamamlamış. Cazın ne olup olmadığı ile ilgili harika bir referans çalışma çıkmış ortaya. Ayrıca belgeselde kimler yok ki; Cüneyt Sermet, Emin Fındıkoğlu, Muvaffak Falay, Selçuk Sun, Bozkurt İlham Gencer, Okay Temiz, Hülya Tunçağ, Kerem Görsev, Herbie Hancock, Terence Blanchard, Joe Mardin ve daha niceleri. Akyol “Caz yapma” diyen bir milletin evladı olarak aslında neresine dokunsanız binbir hikâye dinleyebileceğiniz bir müzik caz” diyor, “Mesela 5060’larda caz, Türkiye’de uzunca bir süre alt kültür müziği olarak algılanmış. Pavyonlarda ana programdan sonra ‘mekân kapanıyor hadi gidin artık’ müziğiymiş. Bu kötü repütasyonu sebebiyle konservatuvarlarda caz çalan insanlara dayak bile atıldığı olurmuş!” Caz kolay bir müzik değil, bilgi ve emek istiyor. Sizdeki karşılığı nedir öncelikle bu müziğin? Charles Mingus’un bir lafı var; “Basit olanı karmaşıklaştırmak çok kolaydır, esas yaratıcılık, karmaşık olanı basitleştirebilmektir.” Çok sofistike, snob ve mesafeli bir repütasyonu olan bu müziği anlamak için önce önyargılarınızı yıkmalısınız. Ben öyle yapmıştım. Sonrası çok zevkli. Belki de Mingus hayranı olduğum içindir mi Y bilemiyorum. Türkiye’de ne zaman bir haber yapılsa ya da televizyon programında caza yer verilecek olsa “özgürlüğün müziği caz, Afrika’daki pamuk tarlalarında çalışan köleler vs. vs.” gibi artık kullanılmayan klişelerin içerisinden bakıldığını görmek çok can sıkıcı. Pamuk tarlalarının üzerinden çok hikâyeler geçti. Bugün caz, disiplinleri birleştiren, deneyen, ara ara saçmalasa da bir şeyler inşa edebilen kocaman bir şemsiye. Caz müziğin Türkiye’deki yolculuğu da sancılı ve fırtınalarla dolu. Nasıl ve nereden başlamaya nasıl karar verdiniz? “Caz yapma” diyen bir milletin evladı olarak aslında neresine dokunsanız binbir hikâye dinleyebileceğiniz bir müzik türünden bahsediyoruz. Yakın tarihe baktığınızda mesela 5060’larda caz, Türkiye’de uzunca bir süre alt kültür müziği olarak algılanmış. Pavyonlarda ana programdan sonra “mekân kapanıyor hadi gidin artık” müziğiymiş. Bu kötü repütasyonu sebebiyle konservatuvarlarda caz çalan insanlara dayak bile atıldığı olurmuş. Tabii bunları belgesel için yaptığımız röportajlardan öğrenerek anlatıyorum. Aslında benim daha çok ilgimi çeken yanı sosyolojik yansımaları. Toplumun bir kısmının, bir yanda alaturka hayatın içerisinde yaşarken, Batılılaşma evriminin içerisinde bu müziğe önce özenmesi sonra da bilfiil içerisinde yer almaya çalışması ilginç bir süreç. Türk pop müziğinin temellerini atan birçok önemli müzisyenin aslında caz disiplininde müzisyenler olarak müzik hayatlarına başladıklarını düşünecek olursak cazın Türkiye’deki etkisi herkesin bildiğinin aksine çok daha fazla yere dokunuyor. Bu kadar farklı noktada karşımıza çıkan bu müzik türüyle ilgili olarak toparlayıcı nitelikte bir belgeselin hazırlanmamış olması tabii ki ilk çıkış noktam oldu. Bu caz yolculuğunda sizi en şaşırtan neydi? Prodüksiyon anlamında en şaşırtanı Kültür Bakanlığı’nın böyle bir projeye destek vermeyi uygun görmemesi oldu. Şaşırdık ama durmadık tabii, neyse. Bir Batu Akyol diğer şaşırdığımız nokta ise Türkiye’de yaşayan azınlıkların kültür hayatımıza bu kadar çok katkısı olduğuna şahit olmaktı. Örneğin Ermeni asıllı vatandaşlarımızın saray müziğinden bu yana olan katkıları (Tatyos Efendi’ler vb.) ve üreticilikleri inanılmaz. Hrant Lusigyan isimli müzisyenin Türkiye’deki cazın gelişimine katkılarını dinlemek ayrı bir keyif. Bu söylediklerim pozitif olanları. Negatifler ise Türkiye’nin müzikle ilgili olarak ulusal anlamda bir arşiv sistemini bu yaşına gelmesine rağmen hâlâ geliştirmemiş olması. Bu zamana kadar TRT’nin barındırdığı kayıtlar olduğunu hayal ediyorsunuz fakat içine baktığınızda caza dair çok kısıtlı kayda ulaşabiliyorsunuz. Birçoğu zamanında kaset yetersizliğinden üzerine yeni şeyler kaydedilerek yok olmuş. Bu tür detaylar araştırmacılar, koleksiyonerler ya da benim gibi belgeselciler için çok acı verici malesef. Belgeselde çok önemli isimler var. İlk aklımda kalanlar; Cüneyt Sermet, Emin Fındıkoğlu, Muvaffak Falay, Selçuk Sun, Bozkurt İlham Gencer, Okay Temiz, Hülya Tunçağ, Kerem Görsev, Herbie Hancock, Terence Blanchard ve Joe Mardin. İki sene içerisinde dünyanın farklı yerlerinden yaklaşık 50 kişi ile röportajlar gerçekleştirdik. Binlerce km. yol yaptık. New York ve Boston’da röportajlar gerçekleştirdik. Cazın devleri sayılabilecek isimler projemize destek verdi. Örneğin bir gece yarısı evimi telefonla arayarak röportaj veren Quincy Jones’un katkısı ölçülemez! Biraz önce sana “caz”ın artık yeni dünya düzenindeki tanımından bahsetmiştim, örneğin filmin açılış sahnesinde bunu itinalı bir şekilde anlatan Wayne Shorter yaşayan bir caz efsanesidir. Filmimi onunla açmış olmak benim için ayrıca bir gurur kaynağı. Diğer yandan şu an hâlâ hayatta olan ayaklı tarihlerimiz var. Bunların içerisinde beni en çok etkileyen isim Cüneyt Sermet’tir. Didim’de onlarca kediyle birlikte “yaşayan bir ansiklopedi”dir kendisi. Emin Fındıkoğlu, Türkiye’de ilk caz festivali olarak sayılabilecek “Bilsak Caz Festivali”nin ilk müzik direktörüdür. Süreç içerisinde röportaj yapmayı planladığımız ama vefatları sebebiyle gerçekleştiremediğimiz üç kişi içimde ukte kalmıştır; Ayten Alpman, İlhan Mimaroğlu ve Dave Brubeck. Bu çalışma klişe ifadeyle “Türkiye’de ilk” ama son olmaz değil mi? Türkiye’deki “en büyük”,”ilk” gibi şeylere verilen primin farkındayım ama benim bu yaklaşıma biraz alerjim var. Dediğin gibi son olmamasını dilemeyi tercih ederim. Umarım ileride bu tür kültürel belgesellere daha çok fonlar sağlanır. Şu anda belgeselin hazırlıklarında yaptığım tüm röportajların tam versiyonlarının bulunduğu bir kitap çalışmasının son düzlüğüne geldik. Bu aşamada da sponsor ihtiyacımız ve arayışımız devam ediyor. Bu kitabın içerisine belgeselin DVD’sini de ekleyerek tam bir set oluşturmak istiyoruz. Yayıncı görüşmelerimiz ilkbaharda başlayacak. Gelişmeler www.turkiyedecaz. com adresinden takip edilebilir. l C M Y B