Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
29 ARALIK 2013 / SAYI 1449 7 Nayloni 10. Yıl Marşı AYLİN ÖNEY TAN Çıktık açık alınla on yılda her sofradan, On yılda yüzlerce yazı yarattık her konudan, Başladık on yıl önce bir yeni yıl sofrasından, Çatal bıçakla dolandık anayurdu dört baştan. Tam on yıl önce bugünlerde Budapeşte’de kardeşim Sezin’in evinde alışık olmadığım bir bilgisayarın önünde boş ekran karşısında tutulup kalmıştım. Ağlamanın eşiğindeydim. Aslında bilgisayar kullanmaya bile çok aşina sayılmazdım. Laptop fikri uzak bir hayal, sanal dünya yabancı bir gezegen gibiydi. Bilgisayarda iki satır yazmadan önce illa ki kâğıda not çıkarmam gerekiyordu. Gerçi hiç yazı yazasım da yoktu. Öyle bir iddiası, tutkusu, hevesi olan biri değildim. Ama olan olmuştu, söz kesilmiş, kader çizilmişti. Gazetede yemek yazıları yazacaktım. İlk yazı nasıl bitti de gitti, hatırlamak bile istemiyorum. Bu iş bana göre değil diye bilgisayarı kapattığımı hatırlıyorum. İlk yazıdan sonra, bir daha da beni aramazlar zaten, diye kendimi avutmuştum. Ama arkası geldi. Bir yazı bir yazı daha derken içimdeki canavar açığa çıktı, anlattıkça anlatasım, yazdıkça yazasım geldi. Zaten belliydi, beni bu işe bulaştıran Cumhuriyet Dergi’nin o zamanki editörü İpek Çalışlar demişti: “Sen bu yemek konularında çok konuşuyorsun, konuşacağına otur da yaz!” Oturup yazmak sesimi kesti mi bilinmez ama yazdıkça yazdım, duramadım. Gazeteye dergiler eklendi, sağa sola oraya buraya yaz boz derken yemek yazıları hayatımı kapladı. Yemek yazmaya başladığımda Urfa’da çalıştığım bir projeden yeni ayrılmıştım. Deyim yerindeyse boşta gezer durumdaydım. Zaten mesleğimi ve tüm eğitim birikimimi yığmış olduğum şirketi bir önceki kocaya nafaka bırakmış, tutkuyla yaptığım restorasyon ve mimarlıktan vazgeçmek zorunda kalmıştım. Son işim olan Tarih Vakfı için yaptığım Darphane restorasyonundan sonra aşırı yoğun bir çalışma döneminden ev hanımı ve yeni anne konumuna yatay geçiş yapmış, çalışmıyor olmaya ve mesleksiz kalmaya alışamamıştım. Sonrasında birkaç yıl Türkiye Kültürel Miras projesinin yönetimini üstlenmiş, ama projenin DPT tırpanına uğramasıyla gene açıkta kalmıştım. Zaten projeler geçici, eninde sonunda biten işlerdi. Nitekim GAP’taki son işim umulduğundan çabuk bitmiş, kendimi gene evde oturur bulmuştum. Yemek yazıları tam zamanında bana can simidi oldu, hayatımda yeni bir pencere açtı, bana ikinci bir meslek yarattı. Geriye bakınca düşünüyorum da o pencere hep açıktı aslında... Yemek serüvenim ilkokulda başlamıştı. Annemle bir türlü paylaşamadığımız Almanca “Das Gelbe Kochbuch” ilk yemek kitabım oldu, ortaokula gelince de “Meine Familie und Ich” dergisine abone oldum. Almanca’yı yemek dergilerinden söktüm diyebilirim, aslında pek de sökemedim, Almancam utanç verici bir şekilde yemek literatürü ile sınırlı kaldı. Sonra dili öğrendikçe İngilizce kitaplara yöneldim. Üniversiteye geldiğimde hatırı sayılır bir yemek kitabı koleksiyonum vardı. Ankara’da Tarhan Kitabevi’ne harçlıklarımdan her ay ciddi bir yatırım yapıyordum. Hâlâ da o ilk kitaplar gözbebeğimdir. Sonra sıra İtalyancayı yemek üzerinden kavramaya geldi. Restorasyon okuduğum Roma ve Venedik’te yaşarken ilerideki hayatımda odak kayması yaşanacağı çok belliydi. Nitekim her partide, kutlamada, hatta lokantalarda kendimi mutfak tezgâhında buluyordum. Yemek yapmak kadar yemek hakkında okumaya da ezelden beri meraklıydım ama her hafta bir yazı yazıyor olmak beni okuma konusunda da hepten azdırdı, ilgilendiğim konuları genişletti. Yazmaya başladığımda kendime bir ilke edinmiştim. Her yazıda mutlaka benim için de yeni olan, derinine inebileceğim bir bilgi olmalı, ben de her yazıda yeniden Bu kokteyl benim çok sevdiğim Negroni’ye benziyor: az tatlı, biraz sert, hafif acılı, azıcık ekşi, epeyce buruk; biraz benim gibi... Ama inanın tadı çok güzel... Elbette tariflerimin çoğu gibi uydurma, adını da tadını da ben yakıştırdım... 2 ölçü cin 1,5 ölçü Campari 1/2 ölçü portakal likörü 1,5 ölçü mandalina suyu 1 portakal dilimi 1 mini salkım pembe biber 23 adet dövülmüş karabiber Geniş bir viski pardağına 34 buz koyun. İçkileri ekleyip karıştırın. Portakal dilimi ve pembe biberle süsleyin, karabiberi üstüne ekin... Yudum yudum keyfine varın... l Kiralık değil paylaşılan arabalar DENİZ ÜLKÜTEKİN birşeyler öğrenmeliydim. Gerçekten de her yazıda hiç üşenmeden kütüphanemdeki kitapları indirdim bindirdim, durmaksızın okudum araştırdım öğrendim. Merak etmekten hiç vazgeçmedim. Restorasyondan gelen tarih merakıyla gelenekler, farklı kültürlerde ritüeller, takvimi takip ederek kutlamalar, yiyeceklerin yemeklerin geçmişi öncelikli konularım oldu. Bir arkadaşım geçenlerde şöyle dedi: “Bu aşure meselesini milletin başına sen sardırdın!”. Bir anlamda doğru sayılır... Buğdayın her kültürde her türlü kullanılışını sayısız yazıda yazmışım, hepsinde aynı geleneğin bir başka yansımasını anlatmışım. Her alakasız günü, her geziyi yemeğe bağlamışım, Çin yeni yılını bir kez bile ihmal etmemişim, Venedikİstanbul konusuna hep dönmüşüm, İskoçya’dan viski, Burma’dan çay, Moğolistan’dan süt, Rusya’dan ekmekvotka, Sibirya’dan ruhu karanlık yazılar yazmışım. Her yazarın başına gelen kopyalanma, dirseklenme gibi ufak tefek tatsızlıklarla karşılaşsam da en müthiş dostları, gerçek ruh arkadaşlarımı da bu yazıçizi sofrasında bulmuşum. Dahası kitaplarını yazılarını adeta yastık yaptığım Harold McGee, Charles Perry, Claudia Roden gibi muhteşem yazarlarla yakın dostluklar kurmuş, Sydney Mintz, Simon Schama, Alice Waters gibi insanlarla tanışma fırsatı yakalamış, adını sayamayacağım birçok şef ile ahbaplık etme, yemeklerini yeme şansını elde etmişim. Geçmiş yazılara bakınca insan biraz da şaşırıyor, biraz da panikliyor. Ne çok konu çıkmış, ama daha ne kadar çok yazacak şey var. Gerçekten bu yazılar bana yeni bir yol açtı. Bu sayede cesaretimi toplayıp Oxford sempozyumlarına katılmaya başladım, her yıl yepyeni bir konuyla zenginleştim, hatta böbürlenme için affedin, özgün yemek tarihi araştırmalarına verilen Sophie Coe 2008 ödülünü kazandım. Annem Gönül Öney’den nasiplendiğim sanat tarihi bilgisiyle yemek merakını harmanlayınca hakikaten de haşhaş konusuna başka bir bakış getirebilmiştim. Gazete yazılarına başladığm dönemde aynı zamanda Slow Food hareketine katılıp jüri üyesi olmuştum. Bütün bunlar sayesinde dünyanın dört bir tarafından birbirinden değerli araştırmacılar tanıdım. Bana bu yolu açan bir kişiyi anmasam olmaz. Yıllar önce bana güvenip ve inanıp beni Slow Food jürisine sokan Muhtar Katırcıoğlu, bu memleketin en bilgili yemek şahsiyetlerinden biridir; gerçek bir meraklı, mükemmel bir koleksiyoncu, inatçı bir araştırmacı ruh olarak hep bilgi peşinde koşar. Muhtar Bey benim hep rol modelim, kahramanım ve yol göstericim oldu. Bir konu ise hep eksik kaldı: Gazete yazılarını kitap yapmak. Bu sonradan olma terzi çok yerde dikiş tutturmaya çalıştı, epeyini de tutturdu ama adam olup kendi söküğünü dikemedi, ama artık bu yıl Senay Haznedaroğlu ve Hülya Ekşigil’e sözü var, yoksa dayak yiyecek! Beni bu yola sokanlara müteşekkirim, teşekkürler İpek Çalışlar, teşekkürler Muhtar Bey ve en önemlisi şu anda olduğu gibi geciken yazılarımı sabırla bekleyen tüm dergi ekibi ve sabırla okuyan okurlar… Hayatımı kurtardınız! l aylinoneytan@yahoo.com M obicar, dünya çapında çok sayıda metropolde faaliyette olan araba paylaşım platformlarının İstanbul’da hayata geçirilmiş hali. Bu sistem sayesinde, benzinden, araç sayısına kadar büyük kentlerin derdi olan çok sayıda sorunun çözümüne katkı sunuluyor. Her ne kadar ticari bir platform olsa da standart araba kiralamadan çok farklı olan Mobicar uygulamasını, sistemin kurucu ortaklarından Emir Dino Günel’le konuştuk. Öncelikle Mobicar’dan ve işleyiş şeklinde bahseder misiniz? Mobicar Şubat 2013’te İstanbul’da faaliyet göstermeye başlamış yenilikçi bir araç paylaşım platformu. Araçların ihtiyaca göre, belli süreler ve belli mesafeler için kullanılması ve kullanıldığı kadar ödenmesi esasına dayanan sistemiyle, yoğun nüfuslu şehir hayatı içerisinde, pratik ve ekonomik bir ulaşım alternatifidir. Mobicar üyelik sistemi ile çalışır; şehrin birçok farklı bölgesinde park edilmiş araçlarımızı kullanmak için öncelikle internet sitemiz üzerinden üyelik başvurusu gerçekleştiriyorsunuz. Aynı zamanda Metrocity AVM’de 365 gün hizmet veren standımızı ziyaret ederek anında üye olabiliyorsunuz. Başvurunuz onaylandıktan sonra adresinize bir Mobicar üye kartı gönderiliyor. Sonrasında yine web sitemizden üye girişi yapıp dilediğiniz aracı rezerve edip, Mobicar üye kartınızla size en yakın noktadan aracı teslim alabiliyorsunuz. İster günlük, ister saatlik, isterseniz de gece gündüz kullanıyor, kullandığınız kadar ödüyorsunuz. 7 gün 24 saat hizmetimizden faydalanabiliyorsunuz, gün veya saat sınırlamamız kesinlikle yok. Bu sistemin araç kiralamadan farkı nedir? Araç paylaşımının rentacar modeline göre birçok farklılıkları bulunuyor. Araç paylaşım sistemi “selfservice”, 7/24 hizmet alabileceğiniz bir sistemdir. Konvansiyonel araç kiralama modelinin aksine, üyelerimiz araçları herhangi bir insan teması olmadan rezervasyon süresince kullanıp geri bırakabiliyorlar. Dolayısıyla, uzun süren prosedürler, imzalanacak kâğıtlar, belgeler gibi zaman alan süreçler yoktur. Araç paylaşımı, her gün bir araca ihtiyacı olmayan, ulaşım gereksinimlerini ekonomik ve pratik şekilde çözmek isteyen insanlar için ideal alternatif. Araç paylaşımı ile sadece kullandığınız süre ve mesafe için ücretlendirilirsiniz. Trafikteki araç sayısına ne gibi etkileri var? Hem şehircilik, hem de trafik kirliliğini önlemek adına son derece pratik bir sistem. Gün içerisinde paylaşılan her araç İstanbul trafiğinden 15 araç eksiltiyor. Sektörün potansiyeli oldukça fazla. Dünya bu tür “paylaşımcı ekonomi” iş modelleri yönüne doğru hızla ilerliyor. 45 sene içerisinde İstanbul toplu taşıma alanında geliştikçe ve de bizler yeteri kadar noktaya ulaştığımızda İstanbulluların hayatı, ceplerinde bir İstanbul Kart ve bir Mobicar Üyelik Kartı ile çok daha kolay hale gelecek. İstanbul şu anda bu alanda 30004000 kadar araç kaldıracak kapasiteye sahip. New York’un da bu modelde kullandığı 25.000 resmi aracı var ve bu sistemle şehirde kullanılan bu araçlardan 1,200 adet azalma olmuş. Kitle olarak kimleri hedefliyor? Hedef kitlemiz, araç sahibi olmayanlar, genç profesyoneller, öğrenciler, ikinci bir araca ihtiyaç duyan veya kendi aracını satıp maliyetlerini düşürmeyi tercih edenler ve araç filolarını daha verimli, daha düşük maliyetli bir sistem ile kullanmayı tercih eden işletmelerden oluşuyor. Üye olma şartları nedir? En az 1 yıllık ehliyet sahibi olmanız ve üyelik işlemleri sırasında TC Kimlik numaranız, ehliyet numaranız, telefon, adres ve kredi kartı bilgilerinizi girmeniz öncelikli olarak yeterli. Türkiye’de hangi şehirlerde var? Şu an sadece İstanbul’da hizmet veriyoruz. İlerleyen dönemlerde bu platformu başka şehirlere de taşıyarak, ulaşımı kolaylaştırmayı ve akla gelen ilk alternatif çözüm olmayı hedefliyoruz. l www.mobicar.com.tr Pekin’de sahne almak... Ahlaki gelişim için ne yapmalı? Çocukların ahlaki gelişimi için hem öğretmenlere, hem de annebabalara çok iş düşüyor. Öğretmenin adil ve dürüst olması, annebabaların destekleyici ve ilkeli tutumları, çocuğun ahlaklı bir yetişkin olmasının temel taşlarını oluşturuyor. PREP Derneği’nin düzenlediği 4.Uluslararası Okul Ruh Sağlığı Sempozyumu’nun bu yılki konusu “Okullarda Etik” olarak belirlendi. Sempozyumda “Okul Çağı Çocuğunda Ahlaki Gelişim” başlıklı bir konuşma yapan İstanbul Ticaret Üniversitesi Fen Edebiyat Fak. Psikoloji Bölüm Başkanı Prof. Dr. Haluk Yavuzer, aile ve okul kurumlarındaki bireylerin, çocuğun ahlaki gelişiminde temel oluşturduğunu vurguladı. Okulda lider ve rehber kişinin gelişiminde çok önemli bir öğretmen olduğunu yer tuttuğunu belirten Prof. belirten Prof. Yavuzer, Dr. Haluk Yavuzer, annebaba çocuğun ahlaki gelişimi tutumunun yaşamsal önem için bir öğretmende FİGEN taşıdığını söyledi. olması gereken ATALAY İlkeli davranmanın, nitelikleri şöyle sıraladı: annebabanın çocuğuna Öğretmenin önceliği, kazandıracağı en önemli nitelik olduğuna bilgi otoritesini kurmak olmalıdır. dikkat çeken Prof. Yavuzer, “Anne Öğretmen, demokratik olmalıdır. babanın, çocuğuyla oynayacağı dramatik Öğrencilerin bireysel ve kurallı oyunlarda, çocuğa kendi özelliklerini dikkate alarak eğitimini aralarında koydukları kurallara uymayı gerçekleştirmelidir. öğreterek, çocuğun ilerleyen zamanlarda Öğretmenin insan ilişkileri, adil ahlak kurallarına uymasının temelleri atılır. tutumu, dürüst olması ve model olması Çocuğun yetişkinlikte de diğer insanlarla önemlidir. çatışma olmadan yaşaması için toplu Aile kurumunun da çocuğun ahlaki yaşam ilkelerini benimsemesi gerekir’’ dedi. Prof. Yavuzer’e göre, çocuğun ahlaki gelişimi için annebabalarda olması gereken nitelikleri de şunlar: Çocuğa değer vermek, onu önemsemek, bireysel özellikleri ile kabul etmek. Doğru rol model olabilmek. Destekleyici, demokratik ve şeffaf olmak. Çocuğun yaşına uygun sorumluluk vermek, beklentileri basit bir dille anlatmak. Baskıcı, otoriter, koruyucu veya aşırı gevşek tutumlarda bulunmamak. l figenatalay@yahoo.com Hediyeler KORUNCUK için MEF Okulları öğrencileri, Türkiye Korunmaya Muhtaç Çocuklar Vakfı’na (KORUNCUK) dikkat çekmek ve vakıf yararına bağış sağlayabilmek amacıyla aileleriyle birlikte sanat atölyelerinde yılbaşı hediyeleri yaptılar. l Bilfen Okulları Filarmoni Orkestrası, geçtiğimiz günlerde Pekin Konser Salonu’nda Türk ezgilerinden oluşan bir konser verdi. Öncesinde büyük heyecan yaşayan ama konseri başarıyla tamamlayan 45 kişilik öğrenci orkestrasının üç elemanıyla, konser sonrası görüştük: Arda Güney (Çamlıca Bilfen 7. Sınıf Bağlama): Okulumdaki öğretmenlerimin yönlendirmesiyle 4. sınıfta bağlamaya başladım. Sahneye ilk çıktığımda heyecanlandım, konser başlayınca heyecanım geçti. Beijing Xicheng Foreing Languages School Orkestrası’ndaki öğrencilerle tanışmak da çok güzeldi. Onlarla görüşmeye devam edeceğiz. Zeynep Demirtaş (Çamlıca Bilfen 6. Sınıf Yan Flüt): Heyecanlı ve gurur vericiydi. İki senedir flüt çalıyorum. Ailem de çok gururlandı, benim gibi heyecanlandı. Öğretmenlerime bize böyle bir duygu yaşattıkları için çok teşekkür etmek istiyorum. İleride hayalim doktor olmak ama müziği de bırakmayacağım. Minel Turan (Bahçeşehir Bilfen 6. Sınıf Keman): İki yıldır keman çalıyorum. Çok heyecan vericiydi. İlk kez sahneye çıktım. Konsere hazırlık provalarımız çok keyifli geçmişti. Sahnede olmak ise çok güzeldi. İleride keman virtüözü olmak istiyorum. Ailem de çok heyecanlandı, benimle gurur duyuyorlar. l C M Y B