17 Haziran 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

29 ARALIK 2013 / SAYI 1449 5 Basında yeni bir dil: röportaj Basına farklı bir bakış açısı ve derinliği olan bir habercilik anlayışı getirme amacı taşıyan Röportaj Atölyesi, zorlu bir elemenin ardından kursa katılmaya hak kazanan 25 öğrencisiyle çalışmalarını sürdürüyor. Atölyedeki eğitmenlerden Esra Arsan, asıl amaçlarının, ana akım medyaya alternatif bir gazetecilik dili oluşturmak ve röportaj gazeteciliğini canlandırmak olduğunu söylüyor. DENİZ ÜLKÜTEKİN R öportaj Atölyesi, Türk basınında yok olmaya yüz tutmuş bir geleneği canlandırmak için bir araya gelmiş bir topluluk. Esra Arsan, Ragıp Duran, Yasemin İnceoğlu ve Celal Başlangıç’tan oluşan ekip, 78’liler Derneği’nin girişimiyle, medyaya girmeye hazırlanan öğrencilere ve medya çalışanlarına bir kurs hazırlamışlar. Atölyenin eğitmenlerinden Medya Akademisyeni Esra Arsan’la dersten önce atölyede birlikteydik. Kendisi aynı zamanda üniversite yıllarında Bilgi Üniversitesi’nde benim de öğretmenliğimi yapıyordu. Bir anda nostaljik bir havaya bürünmüştük. Aslında o dönemde de tartışılan bir konuydu, değişen gazetecilik kültürü. Şimdiyse mutlaka daha farklı bir boyuta gelmişti. Ancak ilk olarak öğrenmek istediğim, neden gazetecilik değil de röportaj özelinde bir atölye çalışması yaptıklarıydı. “Çünkü bu bir gazetecilik kursu değil” diyerek söze başlıyor Arsan. Gazetecilik alanında hiç gözlenemeyen bir geleneği canlandırmayı hedeflediklerini söylüyor. Bu, çokca söyleşiyle karıştırılan, aslında edebi bir gazeteciliğe referans veren bir tarz. “Yaşar Kemal’in bir zamanlar Cumhuriyet’te yazdığı gibi” diyor Arsan ve soruyor, “Neden düz yazı haber yazamıyoruz, neden edebi üslup kullanan kıdemli gazeteciler artık yok, niye düzgün gezi yazıları ve portreler yazılmıyor?” Bu soruları hakkındaki cevaplar içinse 1980 darbesi sonrası Türk medyasının geçirdiği değişimi işaret ediyor. “Aynı neoliberalizmin Türkiye’de hızlı yaşam tarzını getirmesi gibi, daha hızlı tüketilen habercilik ortaya çıktı. Fastfood habercilikle birlikte, dille ilişkisi kopmuş, çok tiyatro izlemeyen, edebiyat okumayan bir gazeteci kitlesi ortaya çıktı.” Bu söylediği, geleneksel açıdan da önemli, çünkü bir noktaya kadar Türkiye’de gazetecilik edebiyatla iç içe yürüyormuş. Pazar Dergisi muhabiri Deniz Ülkütekin de Röportaj Atölyesi’ne katılarak bir saatliğine öğrencilik günlerine geri döndü. Fotoğraflar: VEDAT ARIK Fatih Kızıltaş (Express Dergisi) Bu atölyeye katıldıktan sonra medyada örnek alınacak insan olup olmadığı hakkında düşündün mü? Celal Başlangıç ismini biliyordum zaten. Burada nasıl işler yaptığını daha detaylı görme fırsatım oldu. Gazetecilik eğitimi almadığım için, temel doğruları görmek bile benim için çok faydalı oluyor. Şu an bir söyleşi okuduğunuzda neleri fark ediyorsunuz? Şu an bazı gazeteleri bir kenara koyarsak, çok niteliksiz işler olduğunu fark edebiliyorum. l Babıâli’nin vazgeçilmezleri, düzeltmenler, editörler artık yok. “Bunları bir hatırlayalım dedik” diye açıklıyor Arsan amaçlarını ve devam ediyor. “Bir tarafta rakamlarla, olgularla uğraşan araştırmacı gazetecilik var zaten” diyor ve hemen Ahmet Şık, İsmail Saymaz gibi isimleri sayıyor. Fakat bir de haberlerin ötesinde kişiler var ve tabii ki kişilerin hikâyesini anlatması gerekenler. “Bir kısırlıkla karşı karşıyayız” diyor, “Nelson Mandela öldü, Batı basınında ölen birinin arkasında çok ciddi yazıların yazıldığını görüyoruz. Halbuki Türkiye basınında büyük bir kısırlık var. ‘Hürriyet çirkin Afrikalı demişti, bugün başka şey diyor’ gibi bir retorikle Mandela’yı anlamaya çalışıyoruz.” Buradan atölyenin hedef kitlesine geliyor konu, çünkü günlük rutin haber koşuşturması içindeki muhabirlerin bu tarz yazıları kaleme alması diğer meslektaşlarına göre daha zor. “Dergilerdeki, bir portre üzerinde, daha uzun süreye yayarak çalışabilecek bir gazeteciliğin var olabileceğini göstermek istiyoruz. Gazeteciliğin kolayına kaçıp her şeyi sorucevapla geçiştiren, gazetecilik içinde farklı bir kapı aralayabilir miyiz diye uğraşıyoruz.” Bu uğraşları içinde çok da talep almışlar. Hatta buraya gelenler bile röportajın ne olduğunu tam olarak bilmiyormuş. Bir haber için gerekli olan kaç kişiyle konuşmak gerekir, arka plan söyleşisi nasıl yapılır, gibitemel konuların yanında, haberin girişi için bile saatlerin ayrılabildiği, “acaba daha etkili cümleyi nasıl kurarım” derdinin varolduğu bir atölye ortaya çıkmış. Son yılların moda cümlesi, “geleneksel gazeteciliğin devri sona eriyor.” Bunun nedeni, öncelikle televizyon haberciliğinin gelişimi, ardından internet bazlı haber ve yorum kaynaklarının ortaya çıkması, öte yandan, gazetecilikteki haberciliğin biçim değiştirmesi de bu düşüşü hızlandırmış olabilir mi? Arsan bu soruya daha farklı bir açıdan yaklaşıyor ve aslında internet bazlı sosyal medya ve blog platformlarının, röportaj geleneğini yeniden canlandırdığını söylüyor. Kendisine, bu tip platformların editoryal denetimden uzak olduğunu söyleyerek karşı çıktığımda, “Zaten dünya genelinde, röportaj geleneğinde, röportajcının kendince yorum yapma özgürlüğü vardır” diye cevap veriyor ve ekliyor “bu da aslında gazetecilğin aslında objektif olmayan yanını, daha şeffaf bir şekilde ortaya koyuyor.” Sıradan insanların, olmakta olan olaylarla ilgili birtakım laflar edebilmesi. Arsan’a göre sosyal medyanın, röportaj geleneğine selam çakan yönlerinden biri de bu. “Çünkü yaygın medya birçok olayı günümüzde habere dönüştürmediği için, sosyal medya olayların kamusal alana girmesini sağlayan yegâne platform haline geliyor ve yaygın medyanın kısır, kurallara bağlı zihniyetini de kırıyor” diyor. Söyleşinin sonunda artık ders vakti, bitmek bilmezcesine yağan kara karşın Onur Erem (Birgün Gazetesi) Atölyeye katılmanızın sebebi nedir? Kendimi bu alanda geliştirmek isityorum. Daha iyi röportaj yapmak amacım. Çok da iyi bir fırsat. Tecrübeli gazetecilerin deneyimlerini paylaşmaları çok önemli. Daha önce bilmediğim bir sürü şey öğrendim. Röportaj bu kursta kafanızda nasıl şekillendi? Röportaj okumayı seviyorum. Daha çok yabancı basın okuyorum. Böyle işler Türkiye’de neden yok diye düşünürdüm. Gazeteye döndüğümde böyle işler yapmak istiyorum. Gazetede daha çok söyleşi yapıyorum. Başka amaçlarla gittiğim yerlerden röportaj çıkartıyorum. Biraz maliyetli de bir iş sonuçta. Röportaj ve söyleşi arasındaki temel farklar nedir? Söyleşi sorucevap üzerine kuruludur. Röportajda ise söyleşi sadece bir unsurdur. Bir tanıklığı anlatmak gerekir. l katılım yüksek. Burdaki isimler, birkaç yıl sonrasının, insan öykülerini, satır aralarında kalmış hikâyelerini manşetlere taşıyacak kişiler. Günümüzün medya algısını ne kadar değiştireceklerini de zaman gösterecek. l [email protected] Bir köy çocuğunun bakanlığa uzanan öyküsü MURAT MUMCU T ürkiye kamuoyu Seyfi Oktay adını 1983 genel seçimlerinden sonra duydu. Halkçı Parti’den Ankara Milletvekili seçildiğinde. Ancak SHPDYP koalisyon hükümetinde Adalet Bakanı olunca sürekli tartışmaların odağında ve kabinenin en tanınan ismi oldu. Aktif olarak siyasetin uzağında olsa da Başbakan Erdoğan, onu hedef alan açıklamalar yaptı. Seyfi Oktay, sanıldığının aksine 1980 sonrası politikacılarından biri değil. Poltikayla haşır neşir oluşu öğrencilik yıllarına dayanıyor. Hukukçu olan Oktay’ın çocukluğunda en büyük hayali Köy Enstitüsü’nü bitirip öğretmen olmakmış. Öğrencilik yıllarından beri siyasetin ve mücadelenin içindesiniz. Bunu sağlayan kişiliğinizin oluştuğu süreçte yaşadıklarınızdı. Nasıl bir çocukluktu? Malatya’nın Hekimhan ilçesine bağlı 16001700 metre yükseklikte o zamanki adı Mezirme olan köyde doğdum. Doğum tarihim 1936 olmasına rağmen ilçedeki nüfus idaresinde çıkan bir yangın nedeniyle daha sonra 1934 olarak kayıtlara geçti. İlkokula bu köyde başladım 1 ve 2’nci sınıfı köyde Köy Enstitüsü mezunu Abidin Öztürk okuttu. 5. sınıfta okula gelen ilkokul Müfettişi Ahmet Atılgan zeki öğrencilerin eğitime kazandırılması için çok uğraşırdı. Beni teftişlerden tanıdığı için yetkin yetenekli öğrenci olarak Akçadağ köy enstitüsüne devam etmem için yüreklendirdi, fakat oraya gittiğimizde geç kalmıştım kayıtların kapandığını söylediler. Ağlayarak geri döndüm. O dönem Köy Enstitülerinden mezun olup köylere gelen öğretmenler lacivert takım elbise kravatla hepimizi özendirmiştir. Devlet Parasız Yatılı Sınavlarına girdim; 610 kişinin girdiği bu sınavı okuldan 3 kişi kazandık. Kar kalınlığının metreyle ölçüldüğü bir kış günü Bilecik Ortaokuluna doğru yola çıktık. Burada bize şarktan geldiğimiz için eğitimsiz, görgüsüz, cahil, kültürsüz insanlar diye baktıkları net gözüküyordu. Üstelik de Alevi olduğumu öğrendiler ve sınıfa gelip bakıyorlardı “Ya bu Alevi, kızılbaş nasıl bir şeymiş” diye. Yani çocuksunuz, öyle nazarlar karşısında eziliyorsunuz, müthiş huzursuz oluyorsunuz. Bilecikten sonra bizi Haydarpaşa Lisesine verdiler. Oraya lise demek doğru mudur bilmem. Başka biçimde zenginleştirilmiş bir öğretim okuluydu. Öğretmenlerimizin lakapları vardı. İsimlerini bilmezdik. Çoğu derse başlamadan 35 dakika siyaset konuşurlardı. Demokrat Parti dönemini yere vururlardı. Bir kimya öğretmenimiz vardı lakabı “Uskumru”ydu, asıl adıysa Necati. Bakanlığın önerdiği ders kitabını kullanmaz, dersi kendi anlatır, biz de not tutardık. Kitabın yazarı Mehmet Aydoğan isminde Bakanlık müfettişi de olan bir adam. Bir gün Mehmet Aydoğan Bakanlık müfettişi olarak okula geldi, “derse gireceğim” diyor ama Uskumru kabul etmiyor “derse almam” diyor. Bu durum öyle bir şey ki ne demek müfettişi derse almam. Müdür yardımcımız Niyazi Bey’i kimse kırmak istemezdi, o devreye girdi. Niyazi Bey müfettişi aldı sınıfa getirdi, takdim etti ve gitti. Uskumru işaretle müfettişe “git şu arkadaki sıraya otur” dedi. Müfettiş de kuzu kuzu oturdu. Uskumru sınıf başkanını tahtaya kaldırdı müfettişin kitabında olan “Bir cismin bir başka cisme kimyasal etkisi ve sonucu” isimli başlığı yazdırdı. Sınıf başkanına “bunu çöz” dedi başkan bunu anlatarak çözdü. Fakat sonuç müfettişin kitabından farklı çıktı. Uskumru dönüp “hangisi doğru” diye sordu. Başkan da “efendim gördüğünüz gibi anlatarak, nedenlerini söyleyerek çözdüm” dedi. Bunun üzerine Uskumru aldı eline kitabı ağzını yamultarak “milli eğitim bakanlığı talim terbiye dairesinin …. sayılı kararıyla ders kitabı olarak kabul edilmiştir” deyip kitabı yırtmaya başladı ve parçalarını müfettişin oturduğu sıraya attı. Böylesine yetkin öğretmenlerimiz vardı. O okuldan mezun olan herkes yaşamın her alanında başarılı olmuştur. Şimdi ben o lisenin Mütevelli heyeti üyesiyim. Lisenin bizim zamanımızdaki binasını 12 Eylül döneminde alıp Üniversiteye verdiler. Şimdi onu geri almak için uğraşıyoruz, mahkemeye başvurduk Üniversite yaşamı da İstanbul’da mı devam etti? Ankara Hukuk Fakültesi’ne kaydoldum. Fakültede sınıf geçmelerde “üssü mizan” diye bir sistem vardı. Bu sistem çok zordu. 1. sınıfta 6 ders vardı, yıl sonunda bu 6 dersten 2.’si kura ile seçilir, yazılı sınav olunurdu. Diğer 4 dersten ise sözlü sınav olurduk. Çoğunda 10 alıp da sadece birinden 5’in altında not alsanız, bütün derslerden kalmış oluyordunuz. Sonuçta sınıf geçebilmek için tüm derslerden geçerli not almanın yanı sıra 6 dersten aldığınız not toplamının da 42 olması gerekiyordu. Bu sınav sistemi hukuk mantalitesine sahip, hukukçu gibi düşünen hukuk adamları yetiştiriyordu. Hukuk Fakültesi 1’den 2’ye geçtiğim yıl CHP Ankara İl Gençlik kolu başkanı seçildim ve öğrencilik yaşamıma ara verdim. Her yıl yapılan çekişmeli kongrelerle 6 yıl üst üste gençlik kolu başkanı seçildim. Gençlik kolu başkanıyken 3 dönem Ankara Belediye Meclis Üyeliğini de seçimle kazanarak görev yaptım. Gençlik kolu Başkanlığından Gençlik kollarını temsilen CHP Ankara il yönetim kuruluna girdim. İl sekreterliği yaptım. Diğer taraftan Belediye Meclisindeki görevimde en genç üyeydim. Daimi encümenlik ve Grup başkanvekilliği yaptım. 3. Gençlik kurultayında kurultay 2. Başkanlığına seçildim. Gençliğimin büyük bir bölümü CHP içerisinde sürekli aktif geçti. Ankara CHP örgütünde ciddi söz sahibi olmuştum. Bir kısım CHP’li Ankara Milletvekili bunu hazmedemiyordu. Benden kurtulmanın çaresi olarak Disiplin Kurulu kararıyla partiden uzaklaştırılmam öngörülmüştü. Disiplin kurulu kararını beklemeden partiden istifa ettim. Bu duruma çok üzülmüştüm. Hukuk eğitimimi tamamlamak için fakülteye döndüm. Sınavlar arasında gündüzlere geceleri de katarak çalışıp 2 yılda 3 sınıfı tamamladım ve mezun oldum. Staj sonrası milletvekili seçilinceye kadar Ankara Barosu’na kayıtlı olarak avukatlık yaptım. O dönemin gençlik kollarından birçok arkadaşımız parlamentoya girmiştir. Ben de onlardan biri olarak 3 dönem Ankara Milletvekili seçildim. Sürekli olarak Parti Meclisi Üyeliğine seçildim. Bir dönem partinin hukuk işlerini yürüttüm. Milletvekilliğim süresince 4 dönem Grup Başkanvekilliği yaptım. Sayın Murat Karayalçın Genel Başkan seçildiğinde Milletvekili olmadığından Gruba başkanlık yapamıyordu, o dönem partinin TBMM grubu beni grup başkanlığına seçmişti. Bu dönemde ve milletvekilliğimden sonraki yıllarda Anavatan Partisinin çıkardığı kanunlar aleyhine Anayasa Mahkemesine başvuruları hazırlıyor ve dava açıyordum. Anayasa Mahkemesi’nde sözlü savunma istisnadır, ben 6 kere sözlü savunma yaptım. Özellikle Yabancılara Mülk satışı ile ilgili Kanun ile Polis Vazife ve Salahiyetleri Kanunu ile ilgili savunmalarım çok başarılı bulunmuştu. Yaşamınız büyük mücadelelerle geçmiş bunun ana ekseni neydi? Yaşamım, çağdaş hukukun üstün olduğu, eşitlikçi, özgürlükçü, laik, demokratik bir sistemin ülkemizde tüm kurumları, kuralları, felsefesi ve kültürü ile uygulanması, yaşanması ve içselleştirilmesi amacına yönelik geçmiştir.l C M Y B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle