16 Haziran 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

4 5 AĞUSTOS 2012 / SAYI 1376 SELÇUK EREZ Onun ışığıyla oynadı üç kuşak Kürt sorununun çözümü T ürkiye’nin en önemli sorunu nedir? Kürt sorunudur! Sorun giderme konusundaki beceriksizliklerin giderek kopuşmaya götürdüğünü izlemekteyiz. N. Düzel’in, Taraf’ta yayımlanan söyleşisinde, BDP Eşbaşkanı Demirtaş,”Kürtler ayrılmak istiyor mu” sorusunu, “Bizim ayrı devletimiz olsun, bağımsız Kürdistan olsun diyenlerin sayısı giderek artıyor” diyerek yanıtlamıştı. Türkler, PKK’lileri destekledikleri için Kürtlere olumsuz davranmaktadırlar: Geçen yıl, Mihalıççık’ta Güneydoğu’dan gelen tarım işçileriyle ilçe halkı arasında çıkan kavga, Şanlıurfa’da, doğum yaparken Türkçe bilmediği için ebeler tarafından dövüldüğünü ileri süren kadının başına gelenler, bu gerçeği yansıtmaktadır. Bu tür davranışlar ayrılmaya katkı sağlar. Kürt tarafında? Biber gazıyla dağıtılan her toplantıdan, Uludere gibi hatalardan sonra “Bu Türkler bizi rahat yaşatmazlar, iyisi mi ayrılalım!” inancı yaygınlaşmaktadır. Ayrılmadan kişisel çıkar uman Kürtler de vardır. Bu konuda kafa yormak, ayrılmanın mı yoksa bir arada kalmanın mı her iki taraf için daha doğru olduğunu irdelemek gerekir. Burada iki çok önemli gerçek unutulmaktadır: 1. Türkiye’de, 1950’den bu yana demokrasiye varmak için sürdürülen çabalara rağmen bu konuda ne kadar geride olunduğu ortadadır. Bunca birikime rağmen Türkiye Cumhuriyeti’nin hâlâ ulaşamadığı gerçek demokrasiye, bizden ayrılacak ve ananeleri, kültürü, birikimi, Türkiye’nin genelinden çok daha elverişsiz bir Kürdistan’ın bizden de pek, pek uzun bir süre sonra kavuşabileceğini öngörebiliriz: Türkiye’den “Bize baskı yapıyorlar” gerekçesiyle ayrılma yolunu tutmuş Kürt vatandaşlarımız, ayrıldıkları takdirde baskının âlâsını bu sefer “Kürt yöneticilerinden” görmeye başlayacaklardır. Bu baskı, büyük bir olasılıkla onların torunlarının torunlarını bile olumsuz bir şekilde etkilemeyi sürdürecektir. 2. Antidemokratik tutumlar, sadece Kürt vatandaşlarımızın yaşadıkları bölgelerde değil tüm Türkiye’de yürürlüktedir. Bölgeden bölgeye değişen sadece “gerekçeler”dir. Bugün Türklerin de, Kürtlerin de istedikleri tıpatıp aynıdır: Demokratik bir ortamda, insan gibi yaşamak istemektedirler! Öyleyse, Biz bir arada yaşamayı sürdürebilirsek Türkler de Kürtler de insan gibi yaşamalarına elveren demokratik düzene daha çabuk kavuşabileceklerdir. Son yıllarda çoğalmış olan Kürt aktivistler, Türk aktivistlerle elele çalışarak bu süreci hızlandırabilirler. Bu ülkü ve eylem birliği, ülkenin her yerinde olduğu gibi Kürt vatandaşlarımızın yaşadıkları bölgede de insanca yaşamanın koşullarının bilmem kaç kuşak sonra değil çok daha yakında sağlanmasını sağlar. Türkler de, Kürtler de konuya, bir de bu açıdan bakmalılar! www.selcukerez.com ALİ DENİZ USLU Darbeden sonra reklamcı oldum Erol Batıbeki, Anadolu’dan İstanbul’a okumak için geldi. Amcasının oğlu Atıf Yılmaz’ın 1951 tarihli, Hüseyin Peyda’nın oynadığı “Mezarımı Taştan Oyun” filminde set heyecanını yaşadı. 1956 yılında da “Deliler Pansiyonu”nda ışık şefi Kostas Psaras’ın yanında ışık yardımcılığı ile sete adım attı. Yine bir Atıf Yılmaz filmi “Seni Kaybedersem”de ışık şefi oldu ve Türk sinemasında tam üç kuşak “iyi ışığı” ondan öğrendi. 80 darbesini de sert yaşadınız, sonrasında neler değişti? Sendikalar kapandı, film piyasası durma noktasına geldi. Hayat da durdu! DİSK’e bağlı SineSen’de yürütme kurulundaydınız, neler yaşadınız? Çalışanların haklarını aramak için vargücümüzle çalışıyorduk. 12 Eylül darbesinde DİSK’e bağlı bütün sendikalar kapandı bunların arasında bizler de vardık. Hepimizi tutukladılar hatta idamla yargıladılar, 11 yıl mahkeme sürdü ve beraat ettik. Hayatımda karakola bile gitmemişken üç buçuk ay Hasdal Askeri Kışlası’nda kaldık. İşte ben de sinemayı bırakarak reklam piyasasına geçtim. Nasıldı reklam dünyası? 30 günlük sinema filminde ne kadar malzeme kullanılıyorsa üç günlük reklam filminde de son derece gelişmiş teknolojik malzemeler kullanılıyordu. Herkes birbiri ile uyum içinde çalışıyordu, insan ilişkileri mükemmeldi. Kimsenin parası kalmıyordu, emekçinin hakkı teşekkürle ödeniyordu ve kazanılan para bizi geçindiriyordu. U luslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali 2006 yılından itibaren, Türk sinemasında kamera arkasında çalışan, başarılı işlere imza atmış kişilere SİNESEN işbirliği ile “Sinema Emek Ödülü” veriyor. Bu yılki Emek Ödülü çok sayıda filmin ışık şefliğini yaparak üç kuşağı ışıklandıran Erol Batıbeki’nin. 80 yaşındaki usta, ödülünü almak için gün sayıyor. Dile kolay; Batıbeki, tam üç kuşağı ışıklandırdı. Hikâyesinde Türk sinemasının tarihi yatıyor. Her oyuncuyla, her filmde ondan bir parça var neredeyse. Biz de Türk sinemasının bu gizli kahramanına ulaştık. 1961 yapımı, amcasının oğlu Atıf Yılmaz’ın “Seni Kaybedersem” filminde ışık yardımcılığı yaparken gösterdiği gayret ve tutkunun onu filmin ışık şefi yapmasından, 12 Eylül darbesi sonrası sinemayı bırakıp reklam sektörüne yelken açmasına kadar her şeyi konuştuk. Atıf Yılmaz gibi bir efsanenin setlerine gidip henüz genç yaşta çalışmalarını izleme fırsatı bulmuşsunuz, nasıl bir heyecandı, kaç yaşındaydınız, size nasıl bir dünya açtı? Anadolu’dan İstanbul’a okumak için gelmiştim. Atıf abi ve amcam bana sahip çıkarak evlerinde misafir ettiler. Tophane Sanat Enstitüsü Elektrik Bölümü’ne kaydımı yaptırdım, okula giderken boş zamanlarımda Atıf Yılmaz’ın setlerine gitmeye başladım. İlk gittiğim set Hüseyin Peyda’nın oynadığı “Mezarımı Taştan Oyun” isimli filmdi. Herkesin kendi işlerini yaptığını gördüm, bilhassa ışıkçıların hareketlerini izlemeye başladım. Set ortamının ne kadar heyecan verici olduğunu hissettim, henüz 21 yaşındaydım. Bu da setlere sık sık gitmemi sağladı. Atıf Yılmaz’ın sizi yönlendirmesi nasıl oldu? Atıf Abi benim film setlerindeki heyecanımı hissetti, beni başka setlere de göndermeye başladı. Gittiğim setlerde herkesin çalışmasını izliyordum fakat ışıkçıların çalışma tarzları beni daha çok ilgilendiriyordu, zamanla film setlerinde gördüklerimi ona anlatıyordum. O da bana bu mesleğin benim gibi insanlara ihtiyacı olduğunu söyleyerek beni yüreklendiriyordu. Neler sizi çok şaşırtmıştı? Pek fazla şaşkınlığım olmadı çünkü setlerde beni sıcak karşılıyorlardı. Benim maksadım ışıkçılığı iyi elemanlardan öğrenmekti. İlk filminiz? 1956 yılında çekilen “Deliler Pansiyonu”nda ışık şefi Kostas Psaras’ın yanında ışık yardımcılığı ile işe başladım. Asistanlıktan ışık şefliğine nasıl geçtiniz? Daha sonra başta Mike Rafeelyan olmak üzere Çetin Gürtop, Ali Uğur ve daha değişik ışık şefi ve kameramanlarla çalıştım. Bu çalışmalarım 1961 yılına kadar devam etti. “Seni Kaybedersem” filmi hayatımın dönüm noktası oldu. Atıf Yılmaz ve Çetin Gürtop “Bu filmin ışık şefi sensin!” dediler, işte o an hayatımın en heyecanlı anıydı. Peki, doğru ışığın sırrı nedir? Görüntünün belirlenmesi için senaryonun atmosferine göre yapılan ışık. Işığında en çok zorlandığınız çalışma neydi? Gece ve sokak çalışmalarında çok zorlanıyorduk çünkü kalabalıktık, malzeme yetersizliği, eleman eksikliği vardı. Işık ve set ekibinin olmazsa olmazları? Erol Batıbeki aynı zamanda sinema filmlerinde de oynadı. Kamyonet Şöförü (en üstte), İşte Hayat (üstte). Set ve ışık ekibinin birbirleriyle ve kullandıkları malzemelerle uyum içinde çalışmaları benim ön şartım oldu hep. Çalışmadığınız yönetmen yok. Yabancı yönetmenlerle de çalıştınız, tecrübeniz bir derya. Kimler var aklınıza ilk gelen? Jullius Casarar Guentin Masters, Mark Skot, Mike Reynolds. Belgesel olarak çekilen Sülün Osman filminin Alman ekibi. En zor yönetmenler kimlerdi? İsim vermek zor ama sete hazırlıksız gelen ve ekibe hâkim olamayan yönetmelerde zorlanıyorduk. Hak örgütlü aranır Şimdiki meslek gurupları ve sinema emekçileri için neler söylemek istersiniz? Şu andaki sinema piyasası 25 bin kişi. Bunların 10 bini işsiz, birleşmeleri çok zor ama onlara tavsiyem örgütlenerek kendi haklarını aramaları. Altınoluk’ta yaşıyorsunuz uzun zamandır. Nasıl bir hayatınız var, neler yapıyorsunuz? Bu emsali bulunmayan sahil kasabasında günlerim mükemmel geçiyor, aynı zamanda çok önemli bir dernek üyesiyim; (GÜMÇED) Güney Marmara Doğal ve Kültürel Çevreyi Koruma Derneği. Derneğin bütün etkinliklerine katılıyorum. Bu etkinlikler arasında tiyatro ve konserlerin ışıklarını yaparken, altın arayıcıları için köylere gidip halkı bilgilendirme çalışmalarına katılıyorum. Bu işleri yapmaktan da büyük mutluluk duyuyorum. Eşkıya sinemanın dönüm noktasıdır Üç kuşak sizin çalışmalarınızla büyüdü. Geriye baktığınızda ve şimdiye döndüğünüzde en çok neler dikkatinizi çekiyor? Çalışma koşullarının ve teknolojinin büyük bir hızla değiştiğini görüyorum. Türk sineması hangi günlerden nerelere geldi, en büyük kırılma ne zaman oldu? İlkel malzemelerle siyahbeyaz dönemden ileri teknoloji ile reklam piyasasının getirdiği yenilik ve bence elbette Eşkıya filmi. ADNAN BİNYAZAR Murakami’nin dünyası [email protected] C M Y B C MY B on bir ay boyunca Haruki Murakami’nin 1Q84 adlı romanını okudum (Doğan Kitap). Murakami, kurguladığı dünyayla içimize yaratıcılığın tohumlarını ekiyor. Siz girmiyorsunuz onun yaratı dünyasına; o sizi büyüleyip orada bir yerlere oturtuyor. Okuyan mısınız yazan mı; kestiremiyorsunuz, bir de bakıyorsunuz, duyarlık dünyanızda kösnüllüğün gözü kanlı canavarları dolaşıyor, erotizmin ipek kanatlı melekleri uçuşuyor. Beden, bir etkemikdamarsinir topağından başka nedir ki; sanat, o topaktan “insan”ı yaratır. Murakami’nin roman denen 1256 sayfalık anlatı ormanında, yerine göre müziğin ıssız seslerinin ya da resmin çılgın renklerinin büyüsüne kapılarak yaratanda “yaratan” oluyorsunuz. Öyle ki, romanın ruh sarmalayıcı dünyasında, haz doygunu beynim, bedenimi unutturdu bana. Günlerce evden çıkmadım. Yemeden içmeden kesildim. Zaman, sanki iç evrenimin yitik süreci oldu. 1Q84 adından da belli; romanda George Orwell’ın 1946’da yazdığı son romanı 1984’e göndermeler var. “İnsanın en büyük düşmanı kendi sinir sistemidir,” sözüyle aklımdan çıkmayan 1984 okura bir ütopya dünyasına sokuyor. Murakami’nin 1Q84’ü ise, çözümsüz olaylar sarmalında okuru, istediğini gerçekleştiren cemaatlerin, olağanüstü S becerileriyle intikam cinayetleri işleyen bir kadının, düzenbazlıklarıyla şeytanı şaşırtan kişilerin fantastik dünyasına sokuyor. Murakami, daha önce Kafka’da rastladığım bir kedifare öyküsüne de yer veriyor: “Bir fare çatı katında kocaman bir erkek kediyle karşılaşır. Farenin kaçabileceği bir yer kalmamış, köşeye sıkışmıştır. Fare titreyerek şöyle der: Kedi Bey, lütfen beni yeme. Ailemin yanına dönmem lazım. Çocuklarım, karnı aç beni bekler, lütfen beni görmemiş ol. Kedi yanıt verir: Endişelenme, seni yiyecek değilim. İşin doğrusu, yüksek sesle söyleyemem ama ben vejetaryenim. Asla et yemem. Bu yüzden benimle karşılaşmış olman, senin için bir şans. Fare yanıtlar: Oh ne kadar mükemmel bir gün, ne kadar şanslı bir fareyim ben. Vejetaryen bir kediyle karşılaştım. Fakat hemen sonrasında kedi fareye saldırır, patisiyle yere bastırır. Keskin dişlerini boğazına geçirir. Fare acı içerisinde son nefesinde kediye sorar: İyi de, hani sen vejetaryendin. Asla et yemediğini söylemedin mi. Yalan mı söyledin? Kedi yalanarak yanıtlar: Ha, ben et yemem. Bu yalan değil. Bu yüzden seni götürüp marulla takas edeceğim” der. Bu öykücüğü dinleyen, “Burada çıkarılması gereken ders ne?” diye sorar. Anlatan, “Ders falan yok. Az önce şans üzerine konuşunca bir an aklıma geliverdi. Hepsi bu. Elbette bir ders çıkarmak istersen sana kalmış.” der. Anlatanın “Ders falan yok,” demesine bakmayın, kedifare ilişkisini en üst konumdakilerden sokaklarda sürünenlere indirgeyin, bundan nice dersler çıkar... Uzağa gitmeyelim, ülkemizde biri içerilerde güneşe hasret yaşıyor, başka biri kotralarda dolunaya şiir düzüyorsa, işte asıl ders! Amerika, barış vaadiyle girdiği Irak’ta, aldatıcı oyunlarla Irak halkını kedinin fareyi boğduğu gibi boğdurtmadı mı? Demokrasi nutku atıp özgürlükleri kısıtlayan adamın fare boğan kediden farkı nedir? Uydurma kanıtlar, yalancı tanıklar, suçsuzu zindanlarda çürütmeler neyin nesi?.. Bu öykücük bile Murakami’nin romanının artalanında nelerin yattığını göstermeye yetiyor Hal böyle; yine de karanlığın örtük perdesinden sızan ışığı gözden kaçırmayalım... Murakami’yi Türkçede yazılmışçasına çeviren, benim elli yıl önceki bir öğrencim Neşet Erkin’in şimdi DTCF’de Japon Dili ve Edebiyatı Profesörü olan oğlu Hüseyin Can Erkin... Bir öğretmenin bundan yüce mutluluğu olabilir mi?..
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle