01 Haziran 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

2 5 AĞUSTOS 2012 / SAYI 1376 AYŞE YILDIRIM ATAOL BEHRAMOĞLU İnternet ve şiir İ nternetin çok büyük önemi yadsınamaz. Modern yaşam internetsiz düşünülemez. Olağanüstü bir buluş olduğunda kuşku yok. Fakat kazandırdıkları kadar eksilttikleri de gözler önünde. Örneğin, mektuplaşma artık sona erdi. Tamam, internet yoluyla bir anda kıtalar ötesiyle haberleşebiliyoruz. Bu hem büyük bir olanak hem de bir çeşit mektuplaşmadır. Fakat tekniğin bu ölçüde araya girmesi işin tadını kaçırıyor. Elden geldiğince kısa yazıyoruz. Düşüncelerimizi özetliyoruz. Mektup, en sevdiğim edebiyat türlerindendir. Yazarların, sanatçıların, bilim insanlarının mektuplaşmaları olağanüstüdür. O mektuplarda, söz konusu kişiyi en yalın, en kendisi olarak algıladığınız gibi, moda deyimiyle söyleyelim, zamanın ruhunu yakalarsınız… Mektubun yazıldığı mekânı duyumsarsınız… Bilgisayarla yazılan bir mektup, bilmem aynı duyguları yaşatabilir mi? Sanki arkamızdan bir kovalayan vardır. Çabucak yazar, tamamlar, göndeririz… İnternet aracılığıyla mektuplaşmalarda ayrıntılı betimlere yer yoktur. Böyle bir şey sanki teknolojiye aykırı gibidir… Her şey özetlenecek, mümkün olduğunca kısa olacak… İnternet üzerinden yapılmış mektuplaşmaların yayımlanmış, kitaplaşmış bir örneği var mı, bilmiyorum. Yazarlar, sanatçılar, bilim insanları artık mektuplaşmıyorlar mı? Bir zamanlar asker mektupları diye bir tür vardı… Halk çocukları ailelerine asker ocağından mektup yazarlardı. Onlara da uzak köylerden, kasabalardan mektuplar, selamlar, haberler gelirdi… Bu tür mektuplar bilmem hâlâ yazılıyor mu? Yazımın başlığı internet ve mektup olmadığı için konuyu burada kesiyorum. Tek bir şey daha ekleyerek: Bugünlerin, bu yılların bir mektup türü de hapishane mektuplarıdır… Mutlaka her zaman vardı bu türde mektuplaşmalar. Örneğin Nâzım Hikmet’in Kemal Tahir’e hapishaneden mektupları bir başyapıttır… Bugünlerin, bu yılların hapishane mektupları ise biz köşe yazarlarının çok sık aldığımız, genellikle F tipi cezaevlerinden yükselen çığlıklardır… *** Yazının başlığını oluşturan konuya, “internet ve şiir”e gelelim… Geçenlerde, kuşaktaşım, arkadaşım, TV program yöneticisi Emel Uygur telefonla aradı ve ağlamaklı bir sesle kendisini üzen olayı anlattı… Değerli bir köşe yazarımızın Nâzım Hikmet’in bir şiirinden söz ettiği yazısındaki şiirin Nâzım Hikmet’le gerçekten de ilgisi yok… Arkadaşım bu köşe yazarımıza durumu yazdığında, yazarımız şiirin Nâzım Hikmet’e ait olduğunun kanıtı olarak kendisine sayısız internet linki göndermiş… Şıracı bozacı öyküsü gibi… İnterneti yine internetin tanıklığıyla kanıtlamaya çalışıyoruz… Oysa şiirin yeri, yuvası, kime ait olduğunun kanıtlanacağı yer, kuşkusuz ki kitaplardır… Şiir dışındaki edebiyat türü yazarlarının, romancıların, öykücülerin, görebildiğim kadarıyla böyle bir derdi yok. Ama şairlerin başı internetle gerçekten belada. Gün geçmiyor ki size ait olmayan bir şiir (daha da çok şiirimsi) sizinmiş gibi internette yayımlanmamış olsun… Bu neden yapılıyor, kimler yapıyor, anlaması da, izlemesi de olanaksız… Birkaç kez daha yazmıştım, söz gelimi benim adımla yıllardır “Dua” diye bir şey dolaşıyor internette… Avukatım aracılığıyla çabalarımız da sonuç vermedi… Şimdilik bunu böyle bir bela olarak kabullenmekten başka çare yok… En az bunun kadar bir başka internet sıkıntısı da şiirinizin bir sitede hatalı olarak yazılması ve bu hatanın başkalarınca da tekrarlanıp durması… Ne yapacağınızı, nasıl engel olacağınızı bilemiyor, çaresiz kalıyorsunuz… *** “İnternet ve Şiir”, internet hukuku kavramını gündeme getiriyor. Yasakçı bir anlayışla değil, fakat düzenleyici bir yaklaşımla konunun irdelenmesi gerekir. Bunun yanı sıra, şairler olarak okuryazar okurdan bu konuda özel bir dikkat beklemek de hakkımızdır. Şiir internet sitelerinden değil kitaplardan okunmalıdır… [email protected] www.ataolbehramoglu.com.tr Ercan Kesal ilk başrolüyle Venedik’te T BİR insan heodoros Angelopoulos, ölümüyle sonuçlanan trafik kazasından kısa bir süre önce Türkiye’deydi. Sinema dünyasından birçok ismin katıldığı bir davette Ercan Kesal’la tanıştı. Tokalaşırken bir an durdu ve “Sizinle tanışan bu yüzü bir daha asla unutamaz” dedi. Yüzününe övgüler yağdırdı. Aynı şeyi Üç Maymun’un Cannes’deki elemelerini yapan ekipte yer alan bir Fransız sinemacı daha söylemişti: “Bu yüzde hem mafya, hem acımasız bir katil, hem iyi ve müşfik bir adamı görebiliyorum.” Ercan Kesal, Üç Maymun’la belki biraz geç çıktı sinema yolculuğuna ama hızlı bir gidişat yakaladı. Cannes’deki ödülden sonra bu kez 28 Ağustos’ta başlayacak Venedik Film Festivali’nde boy gösterecek Kesal, üstelik ilk başrolüyle. Son aylarda o kadar yoğundu ki, setten sete koşturuyordu. Nihayet biraz nefes alıp da İstanbul’a geldiğinde Yönetim Kurulu Başkanlığı’nı yaptığı Özel Okmeydanı Hastanesi’nde yakaladım kendisini. Tam üç filmde birden oynamıştı. Yeni projesi de yolda. Önce biraz Venedik yolundaki filmden bahsedelim sonra diğer projelerden. Filmin adı Küf. Ali Aydın’ın ilk uzun metraj deneyimi, senaryo da Aydın’a ait. Türkiye’nin bir acı bir gerçeğini anlatıyor. Adana Pozantı'da demiryolu işçisi bir adamın 18 yıldır faili meçhul olan oğlunu arayış hikâyesi. Aydın rolü ilk teklif Yozgat Blues ettiğinde, “Başrolü alıp götürecek bir deneyimim yok” demiş Kesal. Aydın’ın hafta düzenli olarak dilekçe yazıp oğlunu arayan bir yanıtı ise net olmuş: “Ben yapabileceğine babayı; sistemle, devletle mücadele ederken kendi inanıyorum.” Üstelik dijital filan da çekilmemiş, eski vicdanıyla da hesaplaşan bir adamı… teknik yani 35’lik çekmişler. Bir buçuk iki ay kadar Küf’ün çekimlerinin ardından bu kez başka bir film Adana’da kalmışlar çekimler için. Ama öncesi var. için kamera karşısına geçmiş Kesal. Mahmut Fazıl Kesal, role tam anlamıyla bürünebilmek için uzun Coşkun’un ikinci filmi; Yozgat Blues. Yenilmiş, süre her hafta Beyoğlu’nda soluğu almış; Cumartesi tutunacak bir dalı kalmayan bir şarkıcı bu kez Ercan Anneleri’ni izlemiş. “Bire bir bilebileceğiniz bir duygu Kesal. Üç kâğıtçı bir arkadaşının “müzikhol açtım, değil çünkü. O fotoğrafı nasıl kucağında taşıyor, gel sana ihtiyacım var” sözüne kanıp Yozgat’a içinde yaşadığı duygu ne, onu nasıl dışa vuruyor? Bir gidiyor. Orada da yeniliyor. Para kazanmak için süre sonra yakınlarının, çocuklarının ölüsüne bile razı düğünlerde de şarkı söylüyor ve işte filmin can alıcı oluyorlar. Bir kısmı ise hâlâ yaşadığına ve kendilerini sahnesi: Düğün salonu tıklım tıklım. Kast, yerel arayamadığına inanıyor. Öldüğünü kabul etmek o halktan oluşmuş durumda. Şarkıcı sahnede kadar da yakın değil bir çoğu için” diye anlatıyor Fransızca bir şarkı söylüyor. Ama kalabalık sıkılıyor, gözlemlerini. İşte bütün bunları yaşayan bir adamı kapıya yöneliyor, çıkmak istiyor. Rol icabı değil canlandırıyor Kesal; inatla emniyet müdürlüğüne her gerçekten oradan kaçmak istiyorlar. Set görevlileri izin vermiyor. Şarkıcı sahneden iniyor bu kez Yozgatlı bir incesaz ekibi sahneye çıkıyor. Oyun havaları başlıyor, eğlence tavan yapıyor. Şarkıcı kalabalığa hüzünle bakıyor. Gerçekle film iç içe geçiyor tam da anlatmak istedikleri şey yaşanıyor. “Biz sadece oraya ışık tuttuk” diyor Kesal. Rolü için şan dersleri de almış tabii. 9596 yılları arasında Fransa’da yaşadığı için dile yatkınlığı varmış zaten. Ama şarkı söylemek başka iş. “Playback filan yapmadım, kendi gerçek sesimle basbayağı söyledim” diyor. Bir de Onur Ünlü’nün “Sen Aydınlatırsın Geceyi” filminde rol almış. Adını Shakespeare’in bir sonesinin ilk dizesinden alan film siyah beyaz çekilmiş. Akhisar’da Ünlü’nün memleketinde yapılmış çekimler. Kesal bu kez çok iyi bildiği bir role hayat veriyor; doktor. Üç filmi de ya bu yılın sonun da ya da 2013’te izleme şansına ulaşacağız. Hayatı bundan sonra sinema Kesal’ın, onun için de boş durmuyor. Bir buçuk yıldır üzerinde çalıştığı bir senaryosu var. Adı şimdilik “Aday”. Malum Ercan Kesal bir dönem siyasetle de uğraşmış, Beyoğlu’nda belediye başkan aday adayı olmuştu. İşte o süreçte yaşadıklarını, o zamanlardan kalanları anlatıyor hikâyesinde. Senaryo hakkında fazla bir şey yazmayacağım ama çok çarpıcı olduğunu söyleyebilirim. Kesal’ın anlattıklarından yola çıkarak daha şimdiden siyasetle uğraşan, siyasete ilgi duyan herkesin mutlaka kendinden izler bulacağına eminim. Peki bu kadar sinemayla çevrelenmişken doktorluğa ve hastaneye nasıl vakit ayırıyor? Aslında koltuğunun altında daha çok karpuz varmış da onları teker teker çıkarmış; Piyalepaşa Spor Kulübü Başkanlığı, radyo programcılığı, bölge halkının tapu insiyatifi gibi… Geriye sadece hastane kalmış. Ondan da vazgeçmeye niyeti yok. Tabii bir de tez aşamasına geldiği sosyal antropoloji doktorası… Bundan sonrasında ise çocukluk düşlerini süsleyen sinemayla yürümeye kararlı. Biz de onu keyifle takip etmeye kararlıyız. [email protected] İmtiyaz Sahibi: Cumhuriyet Vakfı adına Orhan Erinç Genel Yayın Yönetmeni: İbrahim Yıldız Yayın Yönetmeni: Ayşe Yıldırım Görsel Yönetmen: Aynur Çolak Sorumlu Müdür: Miyase İlknur Yayımlayan: Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık AŞ İdare Merkezi: Prof. Nurettin Mazhar Öktel Sok. No: 2 34381 Şişli / İstanbul (0212) 343 72 74 (20 hat) Reklam Genel Müdürü: Özlem Ayden Genel Müdür Yardımcısı: Nazende Körükçü Reklam Koordinatörü: Hakan Çankaya Reklam Müdürü: Beste Paydaş Ertan Rezervasyon Yönetmeni: Onur Tunalı (0212) 251 98 74 / 75 (0212) 343 72 74 (554555) Baskı: DPC Doğan Medya Tesisleri Hoşdere Yolu 34850 Esenyurt / İstanbul Cumhuriyet gazetesinin parasız pazar ekidir Yerel süreli yayın [email protected] twitter.com/cumdergi C M Y B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle