29 Haziran 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

15 NİSAN 2012 / SAYI 1360 5 Devlet oğlumu koruyamadı Sevag Balıkçı bir Ermeni; “vatani” görevini Batman’ın Kozluk ilçesi Gümüşgörü Jandarma Karakolu’nda yapıyordu. Terhisine yalnızca 24 gün kala, 24 Nisan 2011’de er Kıvanç Ağaoğlu’nun silahından çıkan kurşunla yaşamını yitirdi. Olayın kaza olduğu söylendi! Sonra mahkeme süreci başladı. Çelişkiler, değişen, değiştirilen ifadeler... Giden can gittiğiyle, aile de acısıyla kaldı. Adalet mi? O bu toprakları uzun yıllar önce zaten terk etmişti. gitmişler. Garabet Balıkçı anlatıyor: “Orayı gördüğünüzde bu olayın büyük bir tezgâh olduğunu anlamanız kaçınılmaz, çünkü orada kaza olması mümkün değil. Her şey çelişkili. Bu bir cinayettir. Oğlumuzu vuran askerle de konuştuk, sarhoş gibiydi. ‘Telsizden konuşmalar gelmiş Kürtçe, tertibat almış, silahı doluya almış...’ ve daha bir sürü hikâye. Bir Ermeni, Türk ordusunda askerlik yapıyor, Kürtçe bir konuşma askerliği teyakkuza geçiriyor ve “soykırım” günü o asker orada kazara öldürülüyor. Biz bunu unutmayacağız, onlar da unutmasın. Siz de unutmayın...” Ani Balıkçı’ya göre herkes korku içinde. Bilenler susuyor. Vicdanları yakalarını bırakır mı ona güvenemiyor ama 35 yıl öğretmenlik yaptığı bu ülkede hep dostluğu ve insanlığı aşıladıktan sonra bu kâbus ona ağır geliyor. “Benim ilk çığlıklarıma komşum koştu, Türk komşularım, gözyaşlarım onların üzerine aktı. Tanrı oğlumu bana bir kere bağışladı ama devlet aldı sonra. Faşizm artıyor, benim oğlum insan sevgisi biliyordu, düşmanlığı hiç tanımadı. Devlet Bahçeli de bizim ‘öteki’ olduğumuzu hatırlattı zaten, ‘şehitlik Müslümanlık’tır’ dedi. Ben oğlumu devlete emanet ettim, koruyamadı, başka nerede nasıl korusunlar? Çocuklar ifadelerini iyi ezberleyememişler, o yüzden başka şeyler çıktı. Karışık ve karanlık işler bunlar. Bir saniyede bizim hayatımız söndü ama o asker bir yıl bile ceza almadı. Belki de kahraman sayıldı. Ama unutmayın hepimiz anneyiz, hepimiz babayız, ağabeyiz, ablayız... Bu acı hepimizin, artık yeter...” Sevag Balıkçı’nın seramik işleri Cihangir Jash’daydı... ALİ DENİZ USLU S evag Balıkçı için doğduğu gün yani 1 Nisan’da Cihangir Jash’da bir sergi açıldı. İlk ve ortaokuldan beri seramikle ilgilenen Sevag’ın seramik işleri sergilendi. Keder hâkimdi, öfke de vardı ama en önemlisi herkes ona sevgisini ulaştırmanın bir yolunu arıyordu. Kimse fazla konuşmadı, susmak bazen daha çok şey anlatırdı zaten. Hayat acı tesadüflerle doludur ya, aslında Sevag’ın öldürüldüğü gün 24 Nisan, onun ölmek üzereyken hayata tutunduğu bir gün aslında. Nasıl mı? Çünkü Sevag 1 Nisan 1986 günü prematüre olarak dünyaya geldi. Üç hafta sonra da morarmaya başladı, hastaneye kaldırıldı. Tam üç kez duran kalbi mucize eseri çalıştırıldı ve hayat onu gibi. Bazen bunun bırakmadı. Ama! çok büyük bir Sevag 25 yıl kâbus olduğunu sonra yine bir 24 düşünüyorum. Nisan günü Kurşunun girdiği ve “vatani” görevini çıktığı yer ve orada Ani, Lerna ve Garabet Balıkçı. yaptığı birliğinde öylece yattığı an, bir arkadaşının an bile gözümün silahından çıkan kurşunla öldü! Zira “24 Nisan” önünden gitmiyor” diye özetliyor her şeyi. bu ülke için önemli bir tarih, o da ayrı bir tartışma Baba Garabet Balıkçı hiç dinmeyecek gibi ve araştırma konusu. Acı tesadüflerden bir görünen bir hüznü taşıyor yüzünde. Zaten cinayet hikâyesi işte bu... oğullarının ölümünü internetten öğrendiklerini Anne Ani Balıkçı her gece oğlunu rüyasında anlatırken gözlerinizi kaçıracak yer görme umuduyla uyuduğunu söylüyor, maalesef bulamıyorsunuz; “Sevag Balıkçı otopsi için...” diye hiç görememiş. Sevag’ın ablası Lerna bir kez bir başlayan haberin spotu, onların da sonu rüyasında buluşabilmiş kardeşiyle. Ani Balıkçı, olmuş. Ertesi gün de oğullarının bedeni evlerine “Bir yılın her anı özlemle geçti. Odası bıraktığı ulaşmış. Sonra da “kaza”, “cinayet” yerine ADNAN BİNYAZAR Sözün düşünsel gücü öze, zamanın koşullarına göre düşünsellik kazandıran, yaşanan olaylardır. Tek bir cümle, felsefenin bir temel ilkesini, koca koca romanların ana düşüncesini oluşturabilir. Söylendiği çağda özüne inilemeyen bir söz, anlamını çağdan çağa derinleştirerek akla kılavuzluk bile edebilir. Yunus’un deyimiyle, yeter ki, kişi, ağzından çıkanı beyninin süzgecinden geçirip sözünü bilsin! Bizdekiler ise sözün düşünsel gücünü insanın aydınlanması yolunda değil, aldatıcı vurgularla çarpıtarak kendi çıkarları doğrultusunda kullanıyorlar. Bellek unutsa da zaman unutmaz. Öyle sözler vardır ki, olayların gelişimine göre, civciv, yumurtadan çıkar çıkmaz nasıl yürüyorsa, bir anda aydınlanmacı aklın ışığı oluverir. Giordano Bruno’nun, on altıncı yüzyılda söylediği şu söz, yaşadığımız günlerin göz gözü görmez karanlığına da tutuyor aynasını: “Allah, iradesini egemen kılmak için yeryüzündeki iyi insanları; yeryüzündeki kötü insanlar ise kendi iradelerini egemen kılmak için Allah’ı kullanır.” Bruno kim? Neden kendi iradesini egemen kılmak için Allah’ı kullanan kötü adamlarca, düşünce sapkınlığıyla suçlanıp Engizisyon mahkemesince Roma’da yakılmıştır? Sözlerinin bugünün Türkiye’sinin karmaşık ortamına kalıp gibi oturması nasıl açıklanabilir? Bruno 15481600 yılları arasında yaşamış bir rahip, gökbilimci. Rönesans felsefesinin kurucusu filozoflar arasında da adı geçiyor. Onu “doğacı coşkunun düşünürü, şairi” sayanlar da var. Bruno, evrenin sonsuzluğuna, o sonsuzluğu nelerin doldurduğuna, evrende dünya gibi daha nice gezegenler olduğuna inanıyor, bu inancını yaymaktan kaçınmıyordu. Kilise babaları Allah’ı evrenin imparatoru sayıp gökte peygamber uçururken, “Her şey Tanrısal kuvvetin görünüşüdür.” dediği için tanrıtanımazlıkla suçlandı Bruno. S C M Y B C MY B Onuncu yüzyılda da, “En’el Hak” sözüyle, bütün varlıkları Allah’ın tecellisi (görünüşü) sayan Hallacı Mansur’un Bağdat’ta derisi yüzülmüştür? Gerçeği safsatanın önüne çıkarmasıyla aydınlanmanın ilk şehidi olan Bruno’nun, sonsuz evren savından vazgeçerse bağışlanarak idamdan kurtulacağını söyleyenlere verdiği yanıt, yaratıcı aklın kılavuzluğunda yeni bir dünya yaratmanın dev adımıdır: “Ne gördüğüm gerçeği gizlemekten hoşlanırım, ne de bunu açıkça söylemekten korkarım. Her yerde, aydınlıkla karanlık, bilimle cehalet arasındaki savaşlara katıldım. Bundan dolayı her yerde zorluklarla karşılaştım. O nedenle cehaletin babaları olan resmi akademisyenlerin yanı sıra kalın kafalı çoğunluğun öfkesinin de hedefi oldum.” Yürek bu; bizde olduğu gibi, birtakım kukla yazarların, kıvırmalı sözcüklerle kötüyü iyi gösterme oyunbazlığı değil! Bu cesaretiyle çağına damgasını vurdu Bruno. Ahlak bunu gerektirir. Oysa günümüzde, kendi iradesini tanrı buyruğuymuş gibi yutturmaya kalkan yalancı peygamberler, tarihin Cinci Hoca’sını aratmayacak sapkınlar; gazetelerde, ekranlarda hem de kaç kez, saatlerce söz bülbülü kesiliyor. Olaylar gelişip kavramlar aşınıma uğradıkça Allah adını ağızlarından düşürmeyen içtenliksiz adamların foyası bir bir ortaya çıkıyor. Yolsuzluk yapanlar, sahtekârlar, kul hakkı kemirenler, görkemli villalara konanlar, kamu mallarını ucuza kapatanlar, büyük işyerlerin hissedarları, orman arazilerine el koyanlar... Allah’ın kutsal adını kirletmek için birbirleriyle yarılıyorlar. Toplumsal denge, kişi haklarının korunmasıyla kurulur. Adalet terazisinin kefesi bir milim kaydı mı, insanın devlete güveni sarsılır. Güven yitimine uğrayan toplumlarda dayanışma duygusundan söz edilebilir mi? [email protected]
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle