17 Haziran 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

6 18 MART 2012 / SAYI 1356 Şarkılarım önce kendim için... Türkiye’nin Erovizyon sevdasını bu yıl Can Bonomo sürüklüyor. Sahneyi dolduran hâkimiyeti, sempatik tavrı, yüzünden eksilmeyen gülümsemesi ve İstanbullu müziği ile iddialı. Zaten tanıyanlar bilir, onun dünyası sahnede. Sahne bambaşka bir dünya! Sahneye çok yakışıyorsun, rahatsın ve bu da seni daha izlenir kılıyor. Sahneden nasıl görünüyor dünya? Sahne bambaşka bir dünya. Binlerce kişi kuzeye bakarken sen güneye bakıyorsun! Sahnede çaldığım ekip aynı zamanda en yakın arkadaşlarım dolayısıyla çalarken çok eğleniyoruz. Sahnede rahat olmamın sebebi de şarkıları herkesten önce kendime söylemem. İnternet sitesi üzerinden konserlerin oluyor. Sıkı takipçilerin de var üstelik. Bu konserlere nasıl hazırlanıyorsun? Biz sık sık arkadaşlarımla bir araya gelip evimizde müzik yapıyoruz. Bu samimi ortamda gerçekleştirdiğimiz konserleri özellikle henüz gitmeye fırsat bulamadığımız şehirlerdeki takipçilerimizle de paylaşabilmek için gerçekleştiriyoruz. Çok da güzel oluyor. On binlerce kişiye ulaşıyoruz. Şöhret gelene kadar bazılarına tuhaf gelen giyim tarzın şimdi moda. Önce garipseme, şimdi kabullenme ve kopyalama. Nasıl bir hikâye sence bu? Hayatımın her evresinde böyle olduğu için alışkınım. Lise yıllarımda anneannem bana “oğlum sen ne zaman normal insanlar gibi giyinmeye başlayacaksın?” derdi. Giydiğim uçuk kaçık kıyafetleri insanlar önce yadırgayıp benimle dalga geçer birkaç gün sonra kendileri giymeye başlar bu sefer ben onlarla dalga geçerdim. S emiha Yankı’nın “Seninle Bir Dakika”sıyla başlayan yarım yüzyıllık Erovizyon macerası bu yıl Can Bonomo ile devam ediyor. Ne de olsa Erovizyon bu ülke için çok önemli. Haberler, yorumlar, dedikodular ve eleştirilerle hareketli bir gündem hızla yaklaşıyor. Üstelik TRT, seçimleriyle kendini de aşmış durumda. Tabii bu bir yarışma, ancak “ulusal maç” zihniyetiyle izlendiği sürece müzikle bağlantısı hep arka planda kalacak. Her ne olursa olsun Can Bonomo iyi bir müzisyen, onu tanımak ve müziğini dinlemek için de Erovizyon büyük bir şans. Şimdi söz bu genç müzisyenin. Yarışma teklifinden önce belli bir kesim seni iyi tanıyordu ve seviyordu. Şimdi Türkiye, hatta dünya tanımaya başladı. ALİ DENİZ Nasıl hissediyorsun? USLU Zaten kemikleşmiş bir dinleyici kitlem vardı. Şimdi yavaş yavaş daha büyük bir kalabalık haline geliyoruz. Müziğimin ulaştığı insan sayısının çoğalması çok hoşuma gidiyor. Bir de seni paylaşmak istemeyenler var tabii. Sanatı öncelikle kendim için daha sonra paylaşmak için yapıyorum. Ne kadar büyük bir kitleye ses verme imkânım olursa ben de o kadar sesli düşünmeye devam edebilirim. Bunu düşünen insanların ne hissettiğini anlıyorum. Benim de hayranı olduğum indie grupların ünleri arttıkça tedirginliğim artar, “Eyvah elden gidiyor mu bizim çocuklar?” diye düşünürüm. Halbuki hiçbir yere gitmezler. Daha fazla insana seslerini duyurma imkânı buldukları için daha fazla düşünürler ve daha iyi işler çıkarmayı hedeflerler. “İstanbullu müzik” için ben de epey kafa yordum, bunun üzerine bir tez bile yazdım. Ve sen işte bunun karşılığısın. Nedir müziğinin kimyası? Biz yaptığımız müziği “İstanbul müziği” olarak tanımlıyoruz. Bu tür karmaşası benim aklımın ermediği bir mesele. Yaptığımız iş Türk popu çizgisinin biraz dışında kalıyor. Sağlıklı dozajda pop barındırmasına rağmen klasifike etmekte zorlandığımız bir yoldayız. İçinde tınlayan bütün enstrümanlar İstanbul’da, sokaklarda çalan enstrümanlar. Sinema okudun, grafik ve çizim dersleri aldın, şiiri de seviyorsun. Müzik en son gelip, en çok kalan mı oldu sende? Bu saydıklarının hepsi birbiri ile bağlantılılar. Müzik aslında en son girmedi hayatıma. Sekiz yaşımda klasik gitar eğitimi almaya başladım. Müzik şu an sadece daha ön planda, diğerlerine de hâlâ devam ediyorum. Göğsümün üzerinde annemin ismi yazılı Dövmelerin çok fazla, hepsinin bir anlamı var mı? Sol göğsümün üzerinde bir güneş ve içinde kalp var. Annemin adı. Kollarımda şiirler ve çizimler var. Bir tane semazen ve yanında iki robot. Bir Mevlevi ilahisi ve Gwendolyn Brooks’un “We Real Cool” adlı şiiri. Sol kolumun içinde Bonomo da yazıyor. Bir de “Ratpack” filmindeki Frank Sinatra’dan ilham alan bir karakterin dövmesi sağ elimin üstünde. Şu sıralar konserler, tanıtımlar ve Erovizyon oyunun tüm yoğunluğunu yaşıyorsun. Kendin olabilmeye ya da soluklanmaya zamanın kalıyor mu hiç? Zaten hep kendimim. Çok bir farklılık yok. İstediğim yerlere gitmek istediğim arkadaşlarımla gidiyorum. Soluklanmak için alanlarımı kendime yaratıyorum. Ama zaten sevdiğim işi yapıyorum. Beni sıkan ve yoran bir tarafı da yok. Erovizyon’dan sonrasını şu an görebiliyor musun? Sonuç ne olursa olsun yapacakların neler mesela? Planlı programlı yaşayan bir adam değilim. Sonraki durakları ileride belirleyeceğiz. Erovizyonu takip etmezdim Erovizyon bir müzik yarışmasından çok milli maç algısıyla yaşanıyor bu ülkede. Bu seni rahatsız ediyor mu? Biz oraya kendimizi göstermeye, “bakın Türkiye’de böyle müzikler varmış” demeye gidiyoruz. Birinci ya da sonuncu olmak, maçı kazanmaktan öte Türkiye’yi en iyi şekilde temsil etmeye gidiyoruz. Yarışma teklifi gelmeden önce Erovizyon’a bakışınla şu anki arasında ne fark var ya da var mı? Benim dahil olduğum jenerasyon Erovizyon’a fazla bağlanamamıştı. TRT’nin genç bir sanatçı seçmesiyle bizler de o ruha nail olmuş olduk. Dolayısıyla önceden Erovizyon’la ilgili pek bir fikrim yoktu, takip de etmezdim. “Love Me Back” eğlenceli, akılda kalıcı ve kana giren bir parça. Nasıl bir filtrelemeden geçirdin bu şarkıyı? Şarkıyı yazmaya ilk oturduğum zaman aklımda hep kendi tarzımın dışına çıkmak istemediğim vardı. TRT'nin beni seçtiğini öğrendiğim gece oturup yazmaya başladım. Daha sonra ilk karalamalarımı Twitter’da paylaştım. Sıfırdan yeni bir şey çıkarmam ve çıkardığım işle ülkeyi temsil etmem gerektiği düşüncesi önce biraz gözümü korkuttu. Daha önce hiç İngilizce şarkı bestelememiştim ama yine de şarkının İngilizce olmasında çok kararlıydım. Hissiyat meselesi herhalde. Uzun süreler karalayıp, yazıp, çizip, çalıp, bozduktan sonra ismi önce “The Ballad of a Wandering Sailor” olan şarkı daha sonra “oğlum çok uzun bu isim, ne yaptın sen?” ısrarlarıyla tarafımca “Love me Back” olarak değişti. Lyambiko’dan Gershwin yorumları “Something Like Reality” albümü ile ECHO Jazz tarafından “Yılın Kadın Sesi” seçilen Lyambiko, son 10 yıldır Almanya’nın en başarılı caz ekiplerinden biri ile çalışıyor. Ülkemizde de konser veren sanatçının performanslarından biri “Boston Globe” tarafından içlerinde Dave Brubeck ve Wayne Shorter gibi isimlerin yer aldığı prestijli listede en iyi 10 canlı performanstan biri seçildi. Lyambiko şimdi “LYAMBIKO Sings Gershwin” albümüyle karşımızda. Bestelerinin yanı sıra Tracy Chapman’dan "Crossroads", Soundgarden’dan “Black Hole Sun” şarkılarını yorumladığı bir önceki albümü “Something Like Reality”nin ardından sanatçı, bu kez farklı bestelerle döndü. Yeni albümünde Gershwin eserlerinin yorumları da dinlemeye değer. Albümde piyanoda Marque Lowenthal, başta Robin Draganic ve davulda Heinrich Koebberling’ten oluşan grubuyla çalışan Lyambiko, “Gershwin eserlerinin orijinallerine sadık kalarak kendi yorumumuzu ekledik. Albümde herkesin bildiği Gershwin eserleri yerine daha az bilinen eserlere yer verdik” diyor. Keşfedecek birçok yenilikle dolu olan “LYAMBIKO Sings Gershwin” hem Lyambiko hayranları için hem de Gershwin sevenler için arşivlerde mutlaka yer alması gereken bir albüm. ZÜLAL KALKANDELEN Diktatörüme dokunma www.zulalkalkandelen.com / [email protected] C M Y B C MY B The New Yorker dergisinin 12 Mart 2012 tarihli nüshasında Dexter Filkins’in “T The Deep State” (Derin Devlet) başlıklı bir yazısı yayımlandı. 12 sayfalık yazının alt başlığında şu soruluyor: Başbakan bir ılımlı olarak saygıyla karşılanıyor ama iktidarını “B sürdürmek için daha ne kadar ileri gidecek?” Filkins, yazısına Recep Tayyip Erdoğan’ın, bir zamanlar derin devletin kendisinin ülkeyi idare etmesine asla izin vermeyeceği konusunda endişeli olduğunu ama iktidara geldiğinde çoğu kişiyi şaşırtarak, Türkiye’yi Batı’ya daha çok yaklaştırdığını, ekonomiyi geliştirdiğini, Batı ile Filistin, İran ve Suriye arasında önemli bir arabulucu haline geldiğini anlatarak başlıyor. Ancak sonra Türkiye’de son yıllarda yaşanan siyasi gelişmeleri, Ergenekon davasını, tutuklanan gazetecileri, Gülen cemaatini ve muhaliflere karşı giderek artan baskıyı ayrıntısıyla aktarıyor. Üzerinde durulacak çok husus var ama benim dikkatimi en çok aşağıdaki bölüm çekti: Erdoğan yönetiminin Batı’nın görmezden gelmeye kararlı “E göründüğü karanlık bir tarafı daha var: Ülke içindeki muhalefeti giderek artan bir şekilde sertleşerek bastırma harekâtı. Son beş yılda, aralarında generallerin, paşaların, milletvekillerinin, yayın yönetmenleri ve diğer gazetecilerin, televizyon kanalı sahiplerinin, vakıf ve üniversite yöneticilerinin bulunduğu 700’den fazla kişi tutuklandı. Şu anda ordu bünyesinde görevde olan paşaların ve generallerin yüzde 15’lik bir kesimi, hükümeti darbeyle devirmeye teşebbüsten yargılanıyor. Giderek yoğunlaşan bu baskıya karşı Amerika tepkisiz durumda. Başkan Barack Obama, dinamik ve demokrat düşünceli bir lider olarak gördüğü Erdoğan ile yakın bir ilişki kurdu, Bir Beyaz Saray yetkilisi, bana Obama’nın devamlı olarak dini ve etnik azınlıklara karşı muameleler konusundaki endişelerini dile getirdiğini söyledi.” *** Burada bir soru sormamız gerek. Batı demokrasilerinde iktidara karşıt düşüncelerin dile getirilmesinin baskıyla engellenmesi kabul edilemez. Öyleyse ABD, AKP iktidarının Türkiye’de yarattığı korku ortamına neden kayıtsız? Obama, Erdoğan’ı neden “demokrat düşünceli” görüyor? Amerikan Filkins, şöyle bir yanıt veriyor bu soruya: “A tepkisizliğine dair bazı Türklerin de paylaştığı bir açıklama, Obama’nın Müslüman dünyasında müttefike çok ihtiyaç duyduğu ve çok çabuk karışabilen bir bölgede Erdoğan’ı dost olarak tutmaya karar verdiği yönünde. Bundan bir Batılı diplomata söz ettiğimde, Erdoğan’ın Türkiye için yararlı bir lider olduğunu kanıtladığını söyledi. ‘Türkiye, Müslüman, müreffeh ve demokratik bir ülke. Böyle başka bir ülke daha yok.’” *** Türkiye Gazeteciler Sendikası’na göre bu ülkede geçen ay itibarıyla 94 gazeteci tutuklu. Yani Türkiye, Çin ve İran’dan daha fazla sayıda gazetecinin tutuklu olduğu, insanların suçlarını bilmeden yıllarca hapiste yattığı bir ülke. Bu açıdan dünyadaki en baskıcı ülke. Böyle başka bir ülke de yok... Bana göre Amerika’nın tavrının iki nedeni var. 1. Türkiye’yi Batılı demokrasinin değil, “Müslüman demokrasinin bir örneği” olarak görüp değerlendiriyorlar. Türkiye, AB’ye girecek Batılı anlamda bir demokrasi olarak değerlendirilse, sınıfta kaldığımız çok açık. 2. Aslında Amerikalılar da bunun farkında ama kendileri için hayati önemi olan bir bölgede, Türkiye gibi bir ülkeyi etki alanlarında tutmak istiyorlar. Sonuç olarak, bu aşamada Türkiye’nin tam demokratik olmaması umurlarında değil. Suudi Arabistan da çağdışı bir krallık ama en yakın dostları değil mi? Çıkarları gereği devrilmelerine destek verdikleri Ortadoğu diktatörleri de bir zamanlar en yakın müttefikleri değil miydi? Amerika, hep “Diktatörüme dokunma” diyor...
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle