01 Haziran 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

4 18 MART 2012 / SAYI 1356 AYŞE YILDIRIM Patronla baş başa yemek bile yemedik Gitmek benim için başlangıç olur Çok badireler atlatıyorsunuz. Ceketi alıp gitme durumuna geldiğiniz olmadı mı hiç? Hep oluyor ama gitsek, 28 Şubat’ta giderdik. Bizim daha meslekte olmadığımız 12 Eylül, 12 Mart’ta kolay mıydı gazetecilik? Ben yirmi yıldır ne kazandıysam biriktirdim ve bu yaşta hem maddi hem tecrübe birikimimle ceketimi alıp gitmek işin en kolay yolu. Ayrıca gitmek benim için olsa olsa yeni bir başlangıç olur. Ben bunu 23 yaşımdayken 32. Gün’de yapmıştım, ceketimi alıp çıkmış altı ay işsiz kalmıştım. 30 yaşımda da “Hayata Dönüş Operasyonları”nı işlediğimiz için ekibim işsiz kaldı, ben de istifa ettim. Marifet gitmekte, bu zor dönemin mazlumu olmak da değil, marifet bu dönem yazmakta, ayakta kalabilmekte. Ben o ekranda kendim için değil, tekel işçisi için, Vanlı depremzedeler için duruyorum. Hayatını yangında kaybeden 11 işçi için de, tutuklu öğrenciler için de duruyorum. Bakın ana akım medyaya, başka tek bir mecra kaldı mı onların seslerini duyurabileceği? Eğer programınızı yapamaz hale gelirseniz, başka bir program formatı için düşünceniz ya da hobiniz var mı? Motorsiklet ya da erkek dergisinin başına geçmek gibi... Bunu ben geçen yıl kanala önerdim. “5N 1K Dünya” yapmak istiyordum. Mesela Suriye, Gana, Uganda’ya gideyim; “Haberci” ile “32. Gün” arası bir formatta belgesel çekmek hayalim var. Türkiye’deki iç politikadan içim bunaldı. Zaten yalnızca biz konuşuyoruz ama eskisi kadar da net konuşamıyoruz. Nedensiz yere kimseyi övmek ya da yermek ekranda benim işim değil. Başbakanı övünce hayatımda bir şey değişmiyor. Eleştirince de değişmemesi gerekiyor. Ama bu ülkede işler böyle yürümüyor! Gel de dünya programı yapma. 2000 yıllardan sonra gazeteciler çok göze batmaya başladı sanki... O dönemde dünyayı takip ediyorduk, Irak ve Afganistan’da savaş vardı. Dış haberler yapıyorduk ve kimsenin ayağına dolanmıyorduk. Gazeteci arkadaşlarımız tutuklu, içeride kalmışken ve kalacakken bazı şeyleri daha cesur söylüyorsunuz. Hrant Dink’in vurulması bizi çok daha cesur yapmıştır diye düşünüyorum. BİR dava Ahmet nerede yazacak? İ nsan ömründen çalınan 375 gün. Eşinden, çocuğundan, işinden, dostlarından, yakınlarından uzakta geçirilen 375 gün. Kendi iradesi dışında, suçlanarak, suçsuzluğunu haykırmaya çalışarak geçirilen, geçirilmek zorunda bırakılan 375 gün. Rakamla yazılınca basit gibi görünen, saatlere, saniyelere vurulduğunda içinden çıkılmayacak rakamlara dönüşen 375 gün. Sonunda tahliye edildiler. Dile getirilmek istenmese bile umutların sönmeye başladığı anda. Onlar ve aileleri kadar olmasa da meslektaşları, arkadaşları olarak bizleri sevince boğan bir kararla çıktılar cezaevinden. Bunca zamandır arkadaşları onların özgürlüklerine kavuşması için yürüdüler, konuştular, eylem yaptılar… En çok da “Ahmet, Nedim çıkacak yine yazacak”, “Özgür basın susturulamaz” dediler. Basının ne kadar özgür olduğunu artık hepimiz biliyoruz. Ama işin bir başka boyutu daha var. Nedim Şener gözaltına alındığı sırada hem Posta’da hem de Milliyet’te yazıyordu. Kadrosu ise Milliyet’teydi. O içerideyken Milliyet el değiştirdi, Doğan grubu Nedim’e sahip çıktı, kadrosunu kendi bünyesindeki Posta gazetesine aldı. Yani Nedim yine yazacak. Ahmet Şık gözaltına alındığı sırada Bilgi Üniversitesi’nde öğretim görevlisiydi. Yazı yazacağı bir gazete arıyordu. İşi zordu çünkü hakkını aramak için Doğan Grubu’nu mahkemeye vermişti ve artık basında iş bulması zordu. Kitap yazıyordu; zaten ne olduysa bu kitapla oldu. Ve Ahmet çıktı. O bir gazeteci, belki yaşadığı süreci kitap haline getirecek, üç beş gün gazetelere söyleşiler verecek, televizyonlarda konuşacak, sanal medyada kendine bir mecra bulmaya çalışacak. İyi ama Ahmet gazeteciliğini nerede sürdürecek? Ahmet nerede yazacak? Onun için eylem yapan arkadaşlarının birçoğunun işsiz olduğunu düşünürsek bu soruyu onlarla çarpmamız gerek miyor mu? Gazeteciler nerede yazacak? [email protected] Fotoğraf: VEDAT ARIK BİR savunma ‘İtham ediyorum’ 114 yaşında Fikret İlkiz, özellikle hak haberciliği yapan gazetecilerin “ağabeyi”dir. Sonuç ne olursa olsun her savunması bir ders niteliğindedir. Yine öyle yaptı. Ahmet Şık’ın avukatlarından biri olarak serbest bırakıldığı duruşmada uzunca bir savunma yaptı. Her bir cümlesi hem biz gazeteciler, hem hâkimler, hem savcılar, hem siyasiler için unutulmaz derslerle dolu bir savunma. Sadece bu davayla da değil okullarda, meslek içi eğitimlerde okutulması gereken bir savunma. Yargı bağımsızlığının ne demek olduğunu, savcıların etik kurallarını anlattıktan sonra Dreyfus olayına gönderme yaptı ve “Soruyorum, itham ediyorum ve suçluyorum” dedi, devam etti: “…Sayın Başbakan’ı hiç değilse düşüncesizliği yüzünden, en büyük haksızlığı neden olduğu ve adil yargılanmayı etkileme suçu işlediği için, hakkında henüz hüküm verilmemiş ve masum sayılan kişiyi böylece suçladığı için ve Avrupa Parlamentosu’nun tam ortasında yazılan kitaba “bomba” dediği için suçluyorum. Savcıları, iddianamenin yazılması sırasında gazetecilerin suçsuzluğu konusunda ellerinin altında bulunan ve iddianame yazılana kadar bizim bilmediğimiz kanıtları sanıklar aleyhine değerlendirerek hiçbir lehe yorum yapmadan hukuka aykırı davrandıkları için suçluyorum. Her nasıl olmuşsa ve nasıl yapılmışsa yapılmış olsa bile; sanıkların ve müdafilerinin dahi bilmediği haklarındaki yazılı belgelerin içeriklerinin, ifadelerinin, telefon konuşmalarının, yıllar öncesine ait belgelerin, daha haklarında iddianame yayınlanmadan ve haklarında suçlama yapılmadan önce medyada yer almasına neden olan ve bu nedenle medyada kurulmuş mahkemelerde bu davanın sanıklarının lekelenmesine neden olan kamu görevlilerini, görevlerini ihmal ettikleri için suçluyorum.” İlkiz’in gönderme yaptığı Dreyfus olayını biliyorsunuzdur. 1894 yılında Fransa’nın Genelkurmay Karargâhı’nda görevli Yüzbaşı Alfred Dreyfus Alman Askeri Ateşesi Schwartkoppen’e bazı gizli bilgileri iletmekle suçlanır ve tutuklanır. Yahudi kökenli olan Yüzbaşı Dreyfus, Fransız kamuoyunu etkileyen “medya” baskısı sonucunda daha başında “suçlu” ilan edilir. Dreyfus suçsuz olduğunu söylese de vatana ihanet suçundan müebbet hapse mahkum olur. Bir süre sonra askeri istihbaratın başına getirilen Binbaşı Georges Picquart, Dreyfus dosyasını yeniden inceler ve Dreyfus’un suçsuzluğunu kanıtlayacak delile ulaşır. Ancak Picquart’ın itirazı dikkate alınmadığı gibi görevden de alınır. Tam bu sırada Emile Zola devreye girer ve dönemin Cumhurbaşkanı Felix Faure’a “İtham Ediyorum” başlıklı açık bir mektup yazar. Emile Zola’nın Yüzbaşı Dreyfus’un masumiyetini savunduğu mektubu 13 Şubat 1898’de l’Aurore gazetesinde yayımlanır. Bu mektuptan dolayı Zola’ya orduya hakaretten dava açılır. Ama Dreyfus davası yeniden kamuoyu gündemine gelir, hükümet değişikliğinin ardından dava yeniden açılır ve 1906 yılında Dreyfus’un suçsuz olduğu ortaya çıkar. Emile Zola, bir edebiyatçı ve aydın namusuyla tanık olduğu adaletsizliğe karşı 114 yıl önce ülkenin egemenlerine “itham ediyorum” demişti. Anlaşılan o ki, yaşadığımız dünyada her adaletsiz egemenin “itham edecek” bir Emil Zola’sı eksik olmayacak. Türkiye’de gazeteci olmak artık daha zor, daha tehlikeli. Çünkü iktidarı mutlu etmeyen her cümle size kısa zamanda “suç” ya da “uyarı” olarak dönebiliyor. Böyle olunca habercilere, gazetecilere, köşe yazarlarına magazinci olmak, “yaşam tarzı” programları sunmak kalıyor. Yeni şekillenen medyada haber programları da bir elin parmaklarını geçmiyor. CNN Türk’te 13. yılına giren Cüneyt Özdemir ve “5N 1K” da bu fırtınalı denizde yol almaya çalışıyor. Kimseye yaranmaya çalışmadan haberin peşinde koşuyor. Bu yüzden de başbakanın öfkesinden payına düşeni alıyor. Biliyoruz ama konuşamıyoruz Her doğrunun her yerde söylenmeyeceği bir ülke olduk mu? Hepimiz biliyoruz ama konuşamıyoruz, yazamıyoruz. Ya temellendiremeyeceğimizi düşünüyoruz, belki de belgelendiremiyoruz ama bu sessizliği yöneten bir korku elbette var. Bazen de patron, “buna girmeyin, bir daha bunu yapmayın” diyebiliyor. Gerçi beni Aydın Doğan 13 yıldır ne bir kez aradı böyle bir şey söyledi, ne de uyardı. İnanır mısınız baş başa yemek yemişliğimiz bile yoktur! Programınızda dilinizin varmadığı konu, sormaktan çekindiğiniz ve içinizde kalan soru olmadı mı? Konuk çıkıyorsa sormaktan çekindiğim soru olamaz ama bazen “bu konuğu çıkartmayalım başımıza iş açılabilir ya da kanal rahatsız olur” diye bir otosansür uyguladığım oluyor, bu son bir yılda çok arttı. En zoru köşe yazısında, bildiğim pek çok şeyi yazmıyorum, otosansürün ağır bastığı oluyor. Türkiye’de gündem mahşer yeri. gitsem kızıyor, ne zaman tinerciyi Gazetecilik de bıçaksırtı bir iş. İdam ekrana çıkarsam çok kızıyor! sehpaları hazır, kurtlar da sisin Başbakanın beni beğenmeme hakkı inmesini bekliyor. Burada kendinizi elbette var ama sonra ekliyor; “zaten nerede hissediyorsunuz? bu medya patronları da bize neler Öyle bir dönemden geçiyoruz ki diyor!” Zurnanın zırt dediği yer işte bir grubun kahramanı olduktan burası. İş gazeteciden ya da sonra hemen can düşmanı gazetecilik tarzından çok medya olabiliyorsunuz. Nefret toplamak an patronuna gazeteciyi şikâyete ALİ DENİZ meselesi. Bu dönemde en kolay şey gidiyor. Bu bir uyarı demek. Tehdit USLU bir gruba, cemaate, görüşe sadık ve başbakandan; başbakanı seçen sadakatli olmak. Elbette gazetecilik kim? Başbakan hep diyor ki “yüzde bu değil. Tarafsızlık zordur, bir gün o tarafı 50 oy aldık”. O zaman dönelim her iki kişiden birisine kızalım. Bu öylesine zincirleme bir durum yoklarsınız bir gün diğer tarafı. Sormaktan, sorgulamaktan çekinmemeniz gerekir. Ne ki, kime kızacaksın şaşırıyorsun ! Tehlikeli bir durum değil mi bu, “Tinerci” muhalefet, ne de iktidar bunu kabul etmek polemiğinden sonra siz de geri adım atmıştınız, istemiyor. Herkes tarafındaki gazeteciyi bir anlamda özür dilemiştiniz? sahipleniyor ya da taraf olmayı dayatıyor. Benim durmaya çalıştığım yer, “haberciliğimi” Tutarlılığı bir günde sınamamak lazım. Aylarla, yıllarla, on yıllarla sınamak gerekir. O ekranda koruyabilmek “haymatlos kalabildiğim” yer bugün tutunabilmek önemli. Bazen ileriye doğru diyorum çünkü bir taraflara savrulduğumu, bir adım atabilmek için arada bir geri adım atmak ötekileştirildiğimi, içselleştirildiğimi görüyorum. her şeyin bittiği anlamına gelmiyor. Ben bunu Gazeteciliğin ince kırmızı hattında duruyorum. Sansür, otokontrol derken televizyon “restleşme” ya da “dönmek” olarak gazeteciliği köşeye sıkıştı. Ama “5N 1K” ilk algılamıyorum. Birilerinin kahramanı, başbakanın yayınlara inat uzun bir süredir “gazetecilik” düşmanı olmak gibi bir duruşum da yok ya da yapıyor. Bu durum omuzlarınızda başka bir tam tersi. Ben o gün geri adım atmasaydım belki ağırlık yaratıyor mu? de dün 11 işçi cayır cayır yandığında ekrana Bana değil de başbakana bir yük gibi geliyor. çıkan tek inşaat işçisi de o ekranda çıkacak Ne zaman TEKEL işçilerinin yanına gitsem program bulamayacaktı. Zaten üç beş haber başbakan kızıyor, ne zaman deprem çadırlarına programı kaldı, o da olmayacaktı. Birand’la aramızda ciddi rekabet var Mehmet Ali Birand şöyle demiş bir röportajında; “Cüneyt küçük kazıklar atar, niyeti kötü olmasa da”. Bizim aramızda özel bir jargon o. Dışarı taşınca yanlış anlaşılıyor. Aramızda hâlâ ciddi bir habercilik rekabeti var. Hatta ben onun yaşına geldiğimde böyle olur muyum diye de düşünüyorum, korkuyorum. Onu ayakta tutan ise bu rekabet. O da bana atıyor “küçük kazıklar”; benim konuğumu aldığı olmuştur, ben de yapmışımdır. Habercilikte bazı şeyler mubahtır. Eleştiririz ama kırmayız birbirimizi. “Yatırımımı Dipnot TV’ye yaptım” diyorsunuz. Nasıl bir gelecek var yeni medyada? Dipnot tablet çıkardık ve yaklaşık 40 bin indirim oldu. İngilizce ve Arapça dil seçenekleri sunuyoruz. Arapça enteresan bir seçim olmuş. Neden? Şimdi Arap Baharı var, yükselen bir dönem. Körfez ülkeleri Türk dizilerini kaçırmıyor. Bu bir fırsat. Yalnızca Türkçe konuşan bir coğrafyaya ulaşmak değil amacım, bu dil bariyerini kırıp pek çok kültüre ulaşmak istiyorum. Değişik bir anlayış bu, yeni bir yayıncılık, yeni medya geliyor. Sosyal medyanın tek eksiği gelir modeli Herkese haddini bildiren bir başbakanımız var. Sizi de en iyi o izliyordur sanırım. Hükümet kanadından dava açan oldu mu? Dava açan olmadı. Başbakandan bire bir bir şey gelmedi. Ama medya patronları çekiniyor. Nasıl çekinmesinler dünyaya emsal vergi cezalarını gördük. Ben de diyorum “kendi işimizi kendimiz yapalım”, o yüzden Dipnot TV’ye varımı yoğumu yatırıyorum. Sosyal medyanın gücüne inanıyorum tek eksiği gelir modelinin olmaması. Sosyal medyada da “Kurumunun temsil ettiği değerlere bağlı konuşmalısın” anlayışı yapılandırılmaya çalışılıyor. Riyakârca bir durum değil mi bu? Kurumların sıkıntısı anlaşılır bir durum aslında. Sorun bunun sınırları nasıl çizilecek? Benim sınırım da programımda konuşamayacağım, köşemde yazamayacağım bir şeyi, sosyal medyada da yazmamak. Mesela ben siyasi kampanyaları desteklemiyorum, aktivist bir kişilik olmuyorum çünkü akşam programda tarafsız olmamı engeller bir anlayış bu. Bir olayın hem bir parçası olup hem de bunu sunamam. Şizofrenik bir durum bu. C M Y B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle