27 Haziran 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

4 9 ARALIK 2012 / SAYI 1394 Eleştirmen müzik yaparsa! ALİ DENİZ USLU M ichael Nyman yazdığı operalar, yaylı kuartet eserleri, film müzikleri ve konçertolarla İngiltere’nin en yenilikçi ve takdir edilen bestecilerinden. Hem, o sadece bir besteci değil, aynı zamanda sahnede bir icracı, grup lideri. Kâğıt üstünde bir yazar, müzikolog fotoğrafçı ve film müziği bestecisi. Müzik âlemlerinde “Rönesans Adamı” tanımıyla bilinse de o bunu pek de sevmiyor ya da alçakgönüllükle reddediyor. Nyman’ın müziği bir karşı duruş, belki de muhalefet. “Ne görüyorsam ona tepki veriyorum!” demesi de işte bu yüzden. Nyman, Avea Sıra Dışı Müzik Konserleri kapsamında 14 Aralık Cuma akşamı İstanbul Kongre Merkezi, Harbiye Oditoryumu’nda sahne alacak. Bu deli dâhinin asıl işi müzik eleştirmenliği. Hatta müzikte “minimalizm” kavramının da yaratıcısı o. Bir Alman atasözü şöyle der; “müzik eleştirmenlerine verilebilecek tek sandalye, elektrikli olandır!” O da böyle düşünüyor olmalı ki eleştirmenlik önlüğünü çıkarıp müzik dünyasına girdiğinde yer yerinden oynadı. “The Piano” için bestelediği ödüllü film müziği, “The Man Who Mistook His Wife For A Hat” için yazdığı opera ve müzikseverlerin yakından tanıdığı Harrison Birtwistle, Julian Lloyd Webber, Damon Albarn, Sting gibi sanatçılarla yaptığı çalışmalar onu anlatmak için söylenebilecek sözlerin pek azı. Nesrin Cavadzade için oyunculuk başka hayatlara açılan kapı. Sınırlarını deneyimleme imkânı sağlaması da cabası. En zorlu sınavlarından birini, Ağır Roman Yeni Dünya’daki oryantal sahnesiyle verdi, hem de hakkıyla. ESRA AÇIKGÖZ Kendimi, bedenimi deneyimlemeyi seviyorum Nesrin Cavadzade cı, Güzel Günler Göreceğiz, Yangın Var, Dilber’in Sekiz Günü. İzleyenler ortak noktalarını anlamıştır, izlemeyenler için söyleyelim, hepsi bir “derdi” olan filmler. Nesrin Cavadzade’ye Mardin’in sıcağına, 35 derece soğuğa rağmen bu filmlerin bir parçası olmayı seçtiren de bu. Ona göre hayat politikanın ta kendisi, haliyle sanat da. Belki de, oyunculuk için yürüyeceği yolda en çok kendisi olmayı zorlaştıracak bedeller ödemekten korkması bundan. Yine de şanslı, şimdi, kentsel dönüşüme karşı mücadele veren bir mahalleyi anlatan Ağır Roman Yeni Dünya gibi derdi olan bir dizide, tutkulu, gözü kara, delidolu Kara Leyla’yı oynuyor. Star Yapım farklı bir teknik kullanıp rolleri size seçtirmiş. Neden Kara Leyla? Star Yapım Genel Müdürü Kemal Can, Zehir Ahu, Eylül ve Kara Leyla’dan hangisine yakın hissettiğimizi sordu. Zehir Ahu gibi bir tipi Cemal Şan’ın Acı’sında oynamıştım. Kendimi tekrarlamak istemedim. Gerçi bağımsız filmlerimi Türkiye’de 34 bin kişi seyrediyor. Festival oyuncusu kıvamındayım (gülüyor). Ağır Roman, beni bir parça ana akım seyirciyle buluşturdu. Leyla da bunun için iyi bir roldü. Tabii seçerken oryantal geçmişi yoktu, ikinci buluşmada söylediler. Korkutmak istememişler anlaşılan… Bilseydim cepten yemeyi seçebilirdim (gülüyor). Uzun bir maratondayım. Geçen sene Güzel Günler Göreceğiz A Peki, hikâye nerede başlıyor? Michael Nyman, Kraliyet Akademisi’nde piyanist ve besteci olarak eğitimini tamamladıktan sonra ilk olarak 1960’ların sonunda müzik dünyasında isminden söz ettirmeye başladı. Bir müzikolog ve eleştirmen olarak 1968 yılında İngiliz besteci Cornelius Cardew hakkında yazdığı bir makalede müzikte “minimalizm” terimini icat etti. Sonrası mı? Ne yapsın, baktı ki eleştirmekle olmuyor; eleştirmek yerine kendine ait orijinal ve yenilikçi müzikler yapmaya başladı. İlk işlerinden biri Harrison Birtwistle’nin 1968 tarihli “Down by the Greenwood Side” adlı operasına libretto yazmaktı. Daha sonra Birtwistle, Nyman’ı 1976 tarihli Carlo Goldoni’nin “II Campiello” eseri için 18. yüzyıl Venedik şarkılarına aranjmanlar yapması için görevlendirdi. Nyman bu iş için hayal edebileceği “en gürültülü akustik sokak grubu” olarak tanımladığı bir grup topladı. Nyman’a göre bu topluluk onun yenilikçi, yaratıcı ve deneysel çalışmaları için adeta bir laboratuvar görevini yürüttü. Aynı zamanda da sanatçının güçlü melodilerini, hareketli ve iddialı ritimlerini icra eden mükemmel ve esnek bir araçtı.1970’lerin ortasına doğru Nyman film müziği besteciliğinde kariyer yapmaya başladı. Müziklerini bestelediği önemli filmler arasında “The Draughtsman’s Contract and The Cook”, “The Thief”, “His Wife&Her Lover”ın da içinde bulunduğu bir düzine kadar Peter Greenaway filmi var. 2009 BAFTA ödüllü ve Oscar’a aday olan “Man on Wire” filminin müzikleri de Nyman imzalı. Aralarında en bilineni hiç kuşkusuz Jane Champion’un yönetmenliğini üstlendiği 1993 tarihli “The Piano” filminin üç milyondan fazla kopya satan ödüllü unutulmaz film müziği albümü. Nyman her şeye bulaşmayı seven bir sanatçı. 2008’de de “Sublime” isimli fotoğraf kitabını yayımladı. 2009 yılında Bexhill’de bulunan De la Warr Pavilion’da ilk sergisini açtı. Nyman farklı sanatlarda verdiği ürünlerin mayasının ortak olduğunu düşünüyor ve ekliyor “Fotoğraf ve video çekmeye başladığımda film yapmak ya da bir fotoğraf kitabı hazırlamak gibi bir niyetim yoktu. Bunlar gerçekleşti çünkü ben oradaydım, bir kameram vardı, dikkatli gözlere sahiptim ve meraklıydım. Bu yaptığım besteci kimliğimle yaptığım işlerin zıttı aslında çünkü şu an ne görüyorsam ona tepki veriyorum. Yine de bu aynı yaratıcı hassasiyatın bir ürünü. Ben bir film müziği bestecisi olarak görüntülerle çalışmaya alışkınım fakat bunlar hep başkasına ait görüntülerdi. Görsel unsurlardan sorumlu olmak benim bir besteci olarak ortaya koyduğum işlerdekinden daha farklı bir yaratıcı heyecan ortaya çıkarıyor.” Besteci, piyanist, müzikolog, yazar, yapımcı, senarist ve şef Michael Nyman “Avea Sıra Dışı Müzik Konserleri” kapsamında İstanbul’da. Müzik eleştirmeniyken “minimalizm”in adını koyan, sonra da eleştirmeyi bırakıp kendi müziğinin peşinden koşan Nyman çoksesli müziğin en usta isimlerinden. bitince bir gün dinlenmeden Diyarbakır’da Yangın Var’a başladım. Ardından Bursa’ya Al Yazmalım için gittim. O bitmeden tiyatro festivalinde sahnelenecek, Lulabay için çalışmaya başladım. Oyunda akordeon çalacağımdan üç ay ders aldım. Tek hayalim, tatildi, Kara Leyla oldum! Üstüne de oryantal geçmişi duyunca “Eyvah” dedim. Yine de caymadınız. Kendinizi zorlamayı seviyorsunuz anlaşılan… Bence bütün oyuncular seyirciyi şaşırtmak ister. Ama, evet, kendimle uğraşmayı seven bir tarafım da var. Role nasıl hazırlandınız, tanıyor muydunuz Leyla’yı? Steril ortamlarda yaşıyoruz, nasıl oturacağımız, kalkacağımız, kahkahamızı hangi tonda fırlatmamız gerektiği, her şey o kadar belli ki… Dolayısıyla Leyla’yı romanlardan, şiirlerden, Almadovar’ın kadınlarından tanıyordum. Biraz Carmenvari. Ya her şeyi yakabilecek kadar deli ya da aşkı için en büyük fedakârlığı yapabilecek kadar sevgi dolu. Sevginefret arasındaki mesafeyi o kadar kolay kat ediyor ki... Gerçek yaşamda görmüyoruz o kadınları. Belki de çok iyi bastırılıyorlar. Çünkü kadınların aşkı bu kadar özgür, tutkulu yaşamaları desteklenen bir şey değil. Ama Balat’taki kadınlarla sohbet ederken görüyorum Kara Leyla’ları. Bu bilinçle hayatı yaşamak bir çelişki yaratmıyor mu? Hayatın bu sözünü ettiğim formunu zaman zaman o kadar sıkıcı buluyorum ki, oyun alanı bir nevi kurtuluş, terapi oluyor. Oyunculuk gerçek yaşamda giremediğim bir sürü alan açıyor. Taşımaktan çok sıkıldığım birçok toplumsal kodu kırmama yardımcı oluyor. Bir nevi “es” alanı yani… Ama o es’ler hep zevk vermiyor, oyunculuğun çok yıpratıcı bir tarafı da var. Hatta eğlencesini nadir hissediyorum. Fotoğraf: Ama kendimi, bedenimi başka türlü VEDAT deneyimlememi sağlıyor. ARIK Dizideki oryantal sahneniz de bunun en zorlu sınavlarından biriydi herhalde? Acı verici ama güzeldi. Özlem İdilsu ile 3.5 ay çalıştık. Devam edecektim ama sette kolumu kırdım. Şu an bedenimle ilişkim çok kırılgan. Nasıl oldu? Karanlıkta basamağı göremeyince trajikomik şekilde, bigudilerim, takma kirpiklerim, kostümümle tepetaklak oldum. Eklem içi dört kırığım var. Hep bedenin blokajları ne kadar kırılırsa o kadar iyi oyuncu olunabileceği söylenir. Şahika Tekand’ın 2.5 yıl aldığım eğitimde hep söylediği; “bedeninizi çok iyi tanıyın, Sovyetler’de bir Azeri olarak büyüdünüz, 11 yaşında özgür olun, çocukluğunuzdaki pervasız Türkiye’ye geldiniz. Bu kadar farklı kimlik ne çıkardı ortaya? beden kullanımını hatırlayın”dı. Kara Bunu işte (gülüyor). İlk başlarda çok zordu, özellikle dil Leyla’da beden kullanımının nasıl bir bilmiyorken. Üstelik anadilim Rusça sanarken… Sovyetler’de esrimeye yol açacağını ilk defa net bir insanın anadilini sormak maaşını sormak kadar ayıptı. hissettim. Leyla’ya en yakın olduğum an, Kimse kimsenin milliyetiyle, uyruğuyla, diniyle ilgilenmezdi. o 3.5 dakikalık danstır. Türkiye’de insanların dilleri yasaklanıyor, kimlikleri reddediliyor, B i r r ö p o r t a j ı n ızda oyuncuların ırkçılıkla ibadethanelerine laf ediliyor... Kimlik birçok alt kimlikten karşılaştığınızı söylemişsiniz... meydana gelir. Benim kadın, Azeri, oyuncu, Müslüman, O, yanlış yazıldı. Dedim ki, feminist tarafımın olması gibi… “Televizyonda ne zaman bir Kürt oynansa Türkiye’deki ilk yıllarınızdan size ne kaldı? şivesi komikleştiriliyor ya da Rum ve Annemle herkesi geride bırakıp geldiğimizde çok küçüktüm. Ermeniler karikatürize ediliyor. Rus Bir kültür şoku oldu. Üstelik sosyalist rejimden kapitalizme kadınlarıyla ilgili şakalar hep belden geldim. Kafamdan çok da atamadığım, atmak da istemediğim aşağı. Bu ırkçılıktır”. Yoksa oyuncuların bir eşitlik hissi var, herkesle, her şeyle. Bir de Sovyetler yıkılınca başına gelen ırkçılık demedim. inanılmaz göç aldı Türkiye. Gelenler hep yüksek eğitimliydi ama Milliyetçiliğe kolay savrulan toplumsal işlerini yapamadılar. Türkiye’nin Sovyet insanlarına bakışı çok yapımız, bir katille bayrak önünde problemliydi; Laleli, bavul ticareti ve bir sürü başka şey çok fotoğraf çektiren polis memurlarımız yıpratıcıydı. Ama en çok zorlayan dildi. Neyse çabuk aştım. varken dizilerle nifak tohumları saçmak çok tehlikeli. Becerebilsem müzisyen olurdum Oyunculuğa sizi ne götürdü? Neredeyse orta birden beri hep oyunculukla ilgili şeyler yapıyordum, çok film, tiyatro seyrediyordum, ama beni bu işi yapmaya ikna eden Boğaziçi Oyuncuları’ndan Cüneyt Yalaz’dır. Şimdi Ağır Roman Yeni Dünya’da birlikte oynuyoruz. Evet, ama neden oyunculuk? Nasıl tarif edeceğimi bilmiyorum. Bazı insanların şarkı söylemesi, bazılarının bina, bazılarının politika yapması gerekir. Benimki de öyle. Öyle hissediyorum. Kamera arkası eğitimi aldınız aslında, Sinema ve Televizyon bölümünü bitirdiniz. Yönetmenlik planları da vardı, sürüyor mu? Kamera arkasına geçtiğimde de oynayacağım. Oyunculuk, beni hep her şeyden çok heyecanlandırdı. Ama eğer şarkı söyleyebilseydim müzik beni daha çok heyecanlandırabilirdi. Denediniz mi? Deniyorum. Müzik bütün sanatların üzerinde, hiçbir araca gereksinim duymadan, direkt insanın kalbiyle iletişim kuran bir sanat. Müzik olmasaydı ölebilirdim. Piyano aldım, ama ilk dersimden iki gün sonra kolumu kırdım... Benim kimliklerim “Önümde yürümek istediğim uzun bir yol var. Olabildiğince kendim kalarak bu yolu yürümek, aramak, keşfetmek istiyorum” demiştiniz. Bu yol nereye çıkacak? Her şeyden önce bir sinema oyuncusu olmak ve Türkiye’yle sınırlı kalmak istemiyorum. Rusça konuşuyorum. Fena olmayan bir İngilizcem var, çat pat Fransızca biliyorum. Hedefim, Avrupa ortak yapımları. “Olabildiğince kendim” kalmaktan kastınız ne, şımarmaktan korkuyor musunuz? Şımarmaktan değil dağılmaktan korkuyorum. Şartlar yüzünden inançlarıma, dünyayı görme biçimime ters, inanmadığım şeyleri yapmak istemiyorum. Radikal’e, Cumhuriyet’e röportaj vermeyi seven biriyim, kendimi magazin sayfalarında görürsem tanımakta zorlanırım. Ben yaptığımız her şeyin ideolojik olduğuna inanıyorum. İdeolojik olmayan bir eylem biçimi yoktur, sanat hiç yoktur. İnandığım insanlarla, inandığım koşullarda, inandığım projelerde yer almak istiyorum. Bu Türkiye’de zor, çünkü hayal ettiğim sinemayı yapan on yönetmen var. Onlar da dört yılda bir film çekiyor, tercih edilmek için çok iyi olmalı. İyi oyuncu olmak için gerekense?.. Samimiyet galiba. Ama başkalarına kadar kendine de... Yalansız olmak çok zor. Bu inançlara sahip çıkarak sektörde kalmanız için pek çok kapının kapanmasını göze almanız da gerekiyor... Bugüne kadar çok komedi geldi bana, ama senaryoda bir Nataşa esprisi görüyor, yer almıyorum. Evet, bir sürü kapı kapanıyor, bedel ödüyorum, ama yenileri de açılıyor. Türkiye daha demokratik olmak zorunda. Er ya da geç halk bunu, bu veya başka bir hükümete yaptıracak. Dünya değişiyor… Şu an o komedide yokum, açıkçası umurumda da değil. Bilmiyorum, ne zamana kadar böyle pervasız ya da şanslı olabilirim, ama sonuçta şimdi olan bir dizideyim. Her yıl bir sinema filminde oynuyorsunuz. Proje var mı? İki tane var, ama birinden bahsetme iznim yok henüz. Diğeri arkadaşım Erol Mintaş’ın Annemin Şarkısı filmi. C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle