18 Haziran 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

6 7 Tarlabaşı’nın son direnişçileri Tarlabaşı hayalet şehir gibi. Sokaklar ıssız, evler boşalmış. Demir kapılar ve korkuluklar satılmak için sökülmüş, tahtalar yakılmak için. Hurdacılar, polisler ve eski sokağını son kez görmeye gelenler dışında pek kimse yok etrafta. Evini boşaltmayan birkaç aile ise yıkıntıların ortasında mahkemenin sonucunu bekliyor. Tıpkı 70 yaşındaki Tamer Bekar gibi. Röportaj: HİLAL KÖSE / Fotoğraflar: VEDAT ARIK ESRA AÇIKGÖZ Şehirler rant için yeniden tasarlanadursun Prof. Dr. Melih Görgün kültürel değerlerin beslediği bir tasarımı anlatıyor. Kent tasarlamak kültürle olur ürkiye’nin her şehri büyük bir değişimden geçiyor, TOKİ’nin tek tip binaları, altyapısı düşünülmeden inşa edilen kurumlar... Bu yapıların hiçbirinin kentlerin kültürel değerlerinden beslenmediğini söylememe gerek yok. Onu bırakın deprem gibi hayati bir konu bile güvenli yapılar inşa edilmesini sağlamak yerine odak noktası rant olan Kentsel Dönüşüm Projeleri için bahane olarak kullanılıyor. Oysa sağlıklı bir kent tasarımı, kültürel değerlere sahip çıkarak yapılır. Nasıl mı? Avrupa Kültür Başkenti Derneği Başkan Yardımcısı Prof. Melih Görgün anlatıyor... Kent tasarımında biriktirilen kültürün yeri ne olmalı ve bu iş Türkiye'de nasıl işliyor? Kentler ve kentliler geleceğe bırakacakları değerleriyle kültürlerinin devamlılığını sağlamakla, yarattıkları yeni yaşam alanlarıyla da genel yaşam kültürüne katkı sağlamakla “aslında” yükümlüdür. Yaşam alanının tasarlanması “bir kültür” işidir. Mutlu insanlar iyi tasarlanmış kentlerde yaşayan kişilerdir. Türkiye mikro ölçeğinde ise son 30 yıldır oldukça “geri”ye giden, erozyona uğrayan bir kentsel kültür ve sonucunda gelen bir tasarım anlayışıyla karşı karşıyayız. “Nitelik” ve “içerik” bağlamında herhangi bir söz edemeyeceğimiz, iç acıtan somut örneklerle karşılaşıyoruz. “Kentsel Dönüşüm” Türkiye’de rant üzerinden işliyor ne yazık ki, kültürel bir dönüşümden ziyade... Anlık çıkar ilişkileri ve popüler durumlardan yararlanma kaygısı artık “tek yönlü çıkar” üzerinden ilişkilerini geliştirme yönünde bireylerin kendilerini yapılandırmalarını sağladı. Kapitalist sürecin getirdiği son derece “ciddi ve tehlikeli” bu yaklaşımın somut örneklerini, “çevre şartları” es geçilerek inşa edilen yaşam alanlarının birbir elimizde patlamasını canlı yayınlar aracılığıyla izliyoruz. “Van” örneği durumu çok somut ortaya koyuyor. Şu anda negatif anlamda kentsel dönüşüm süreci yaşanıyor ve bunun sonuçlarını birkaç aya tüm Türkiye olarak göreceğimizden emin olabilirsiniz. Bu bağlamda Sinop’u nasıl değerlendiriyorsunuz? Genel değerlendirme Sinop için de geçerli, ne yazık ki. Hellenistik dönemden beri aynı yerleşkede bulunan kentte yönetici olmak bir şans, ama Sinop için hep şanssızlık olmuş. Geçmişinden gelen değerleri kullanma, anlayabilme ve algılama konusunda çok fazla çalışma yapılamadı. “Rant” üzerinden işleyen süreç zengin olan kenti fakirleştirmiş. Ancak son yıllarda sivil toplumun, yerel yönetimin girişimiyle “değerlerimize” dikkat edilmesi için çalışmalar yapılıyor. Öncülük ettiğiniz “Geleceği Biriktirmek” projesi ve Sinop Bienali de bunlardan biri. AB’nin Sivil Toplum Diyaloğu’nca desteklenen, Felix Meritis Foundation (Hollanda), collabor.at (Avusturya), AltArt Foundation (Romanya) ve Sinop’taki SİNGİAD ve Kent Konseyi Gençlik Meclisi gibi ortaklarla gerçekleştirdiğimiz “Geleceği Biriktirmek” uzun soluklu projenin ara çalışması. Yıllardır yaptığımız kültür alanındaki etkinlikleri “Avrupa Kültür Derneği” vasıtasıyla daha sistemli şekilde yürütmeye çalışıyoruz. Sinop da ilgi alanımızda. Benim Sinoplu olmam, kent hakkında düşünmem, düşünenleri bir araya getirme çabalarım ve derneğin profesyonelce yaklaşımları uluslararası projelerin hedefine doğru ulaşmasını sağlıyor. Bunlar kentin yeni tasarımına nasıl bir katkı sağlıyor? Proje kapsamında kentlilerin ve konuya taraf uzmanların katılımıyla Kent Akademisi oluşturduk. Kentliler, kentleri hakkında düşündü, konuştu. Sivil toplum örgütlerinin, kentte akademik çalışma yürütenlerin davet edildiği bu beyin fırtınası “kent tasarımı” üzerine düşüncelerin şekillenmesi, bellek mekânlarının fonsiyonlarının yeniden ele alınması, terk edilen değerli alanların yeni bir bakışla gündeme gelmesi yönünde bir eğilimi tespit etti. Uluslararası Sinop BienaliSinopale’yle de kentsel kalkınma sürecinde yararlanılabilecek bir araç yaratmış olduk. İki çalışmamızda katılımcı bir proje modelini öneriyor. Katılımcılığı teşvik edemezseniz gelecek, kent, tasarım, birey, sorumluluk, değer gibi konular içi tamamen boş bir üst başlık olarak kalır. Y oksulların, göçmenlerin, sokak çocuklarının, seks işçilerinin sığınağı Tarlabaşı’nda artık hiçbir şey eskisi gibi değil. Boşaltılan evler harabeye dönmüş durumda. Demir kapılar, pencere korkulukları sökülmüş, evlerin içleri çöple dolmuş. Şimdilik değişmeyen tek şey sokak başlarını tutmuş kimlik kontrolü yapan polis memurları. İyice ıssızlaşmış sokaklarda hurdacılardan başka, yakacak odun arayan yaşlı bir teyzeye rastlıyorum. “Hiçbir şey bırakmamışlar” diye üzülüyor. Eski sokağını son kez görmeye gelenlerle dertleşiyorum. Evini boşaltmayan birkaç aile de yıkıntıların ortasında, mahkemelerin sonucunu bekliyor. Mülksüzlerin dayanağı ise geçmişleri. Herkes, kaç yıldır buralı olduklarını söylemekle söze başlıyor... Bülbül, Çukur, Şehit Muhtar mahallelerinde 2 bin metrekarelik alanı kapsayan yenileme projesi, 5366 sayılı yasaya dayanıyor. 278 binanın ihalesini alan GAP İnşaat, Nisan 2007’de Beyoğlu Belediyesi’yle sözleşme imzaladı. Alışveriş merkezi ve otel yapımı için ilk kazma vurulmak üzere. Tarlabaşı Bulvarı üzerindeki evlerin önüne yıkım iskelesi kuruldu. Kamulaştırmanın iptali için açılan dava ise henüz sonuçlanmadı. Evini boşaltmayan Bülbül Mahallesi Paşabakkal Sokağı sakini Tamer Bekar, Rum çocuklarıyla büyüdüğü için anadili gibi Rumca biliyor. Çocukluk döneminden, pırıl pırıl sokaklar kalmış hafızasında… Herkesin birbirini tanıdığı, kapıların bile kilitlenmediği zamanları anlatırken boğazı düğümleniyor: “O komşuluğu çok özledim. Şimdi de burayı başka yere değişmem. Alıştık buraya, kolay değil 70 yıl… Mahallemiz son yıllarda bu hale geldi…” Ayakkabı ustalığından emekli olan Bekar, yaklaşık on yıldır yürüyemiyor. Arkadaşlarının yardımıyla sokağa çıkabiliyor. Gitmek, bu yüzden hapislik demek… “Beni arkadaşlarım nasıl bulacak? Yalnız kalırım. Gidersem kaybolurum” diyor. Gözlerinde öfkeden çok yılgınlık, çaresizlik var. Bir poşet dolusu ilacını gösteriyor. Kendi evinde işgalci haline getirilmiş. Hakkında açılan tahliye davası nedeniyle arkadaşlarının sırtında mahkeme salonlarına taşınıyor. Evi boşaltması için her yolu denediklerini anlatıyor: “Elektrikli sandalye teklif ettiler, icra kâğıdı yolladılar. Bir gördüğüm memuru ikinci kez görmüyorum. Sonra da dava açtılar. Bakalım ne olacak? Avukatım yok, kendim gidiyorum mahkemeye. Hâkim, ‘bu dava daha uzar’ dedi. Mahkeme bitene kadar dokunamazlar bu binaya. Şaşkınım tabii, ev sahibiydim işgalci oldum.” Sohbet ilerliyor, “üzülme gönderemeyecekler seni” diyorum neşeleniyor: “Bal ye sen e mi? İnşallah gitmeyiz” diyor. Evlerin yağmalanmasına belediyenin göz yumduğunu dile getiriyor: “Bu ayıptır. Balyozlarla vuruyorlar, kolonlardaki demirleri almak için… Bu evler tarihi eser.” Küçükkırlangıç Sokağı’nda ipte çamaşırı olan üç evden birinde Argiç ailesi yaşıyor. Para değil mahallede kalmak istediklerini anlatıyor Bahattin Argiç: “15 yıldır buradayım. Çocuklarım buralarda restoranlarda aşçılık yapıyor. Gidersem çevremden de kopacağım. Bu insanları, Güneydoğu’dan sürdüler buraya, şimdi de buradan sürüyorlar. Bu haksızlık… Gidenler ağlayarak gitti. Evim bu yeşil ev. Tertemiz… Ama beni kovuyorlar. Değerini de vermiyorlar, ‘satmıyoruz’ diyoruz zorla alıyorlar. İki komşu kaldık burda, korkuyoruz...” T Bu başlık Kesmeşeker’in “Metin Kurt Yalnızlığı” isimli şarkısından. Kesmeşeker 20 yıldır, inatla, tutkuyla yaptığı müziğini şimdi yeni albümü “Doğdum Ben Memlekette” ile kutlarken Metin Kurt’a da bir selam veriyor. Biz de Kesmeşeker’in yaratıcısı Cenk Taner ve Metin Kurt ile bir araya geldik. Biri futbolu diğeri müziği sosyalizmle dolduran bu iki isim “Metin Kurt Yalnızlığı”nı anlattı. Ahmet Gün Mülkiyet gaspı T arlabaşı Mülk Sahipleri ve Kiracıları Kalkındırma ve Sosyal Yardımlaşma Derneği Başkanı Ahmet Gün, “Mücadelemiz 4 yıllık, hukuk süreci başlayalı iki yıl oldu. Yasa gereği uzlaşmaya çalıştık. Dayatma olunca mahkemeye gittik” diyor. 440 tapu sahibinin olduğuna, yaklaşık 250 tapunun GAP İnşaat tarafından satın alındığına dikkat çekiyor: “Bir başkasının malı, kamu gücüyle Ahmet Çalık’a sattırılıyor. Anayasanın 35. maddesi çiğnendi. Bir şahsın menfaati için vatandaşın tapulu malı elinden alındı. Vatandaşa, arsa bedeli 10 bin TL ödediler. 100 metre ileriye gidin, 50 bin, 100 bin dolara arsanın metresini alamıyorsunuz. Burada, arsanın metresine 2 3 bin TL verdiler. Böyle haksızlık olabilir mi? 2 milyar dolarlık rant var. Evlere verilen değer bir bodrum katında daire bile almıyor. Anlaşıp gidenler çok pişman.” Gün’e ait 4 bina proje kapsamına alınmış. “Buralar çok nezih yerlerdi. Bu görüntüye devletin kurumları neden oldu. 21 sene oldu bu binaları aldım. Restore etmemize izin vermediler. Tarihi eser diye dokundurmadılar. Şimdi rant gruplarına peşkeş çektirmek için yıktırıyorlar.” Metin Kurt gibi yalnızız ceza sahasında KESMEŞEKER D Barış Kaşka yargı sürecini anlatıyor vukat Barış Kaşka, Tarlabaşı’nda 150 kişiyi temsil ediyor. Kamulaştırma kararının iptali için açtığı dava Danıştay’da. Yürütmenin durdurulması talebiyle ilgili 7 aydır bir karar verilmemiş olmasını eleştiriyor: “Danıştay’ın Tarlabaşı’nda vereceği karar kentsel dönüşümün bundan sonraki uygulamalarına ışık tutacak. Davayı kaybedersek Türkiye’yi zor günler bekliyor demektir. Herkes oturduğu ev için, barınma hakkı için endişe etmeli” diyor. A Davaların sonucu belli olmadan insanların sokağa atıldıklarını anlatıyor: “İnanılmaz mağduriyet var. Yer göstermediler, kira yardımı yapılmadı. Boşaltılan mahalleler şimdi ucubeye döndü. Bilerek yaptılar bunu. Zaten bu mesele gündeme geldiğinden beri suç şebekelerine göz yumuldu, çöpler toplanmadı, ışıklar bile tamir edilmedi. Az sayıda aile korku içinde yaşıyor.” Bakanlar Kurulu’nda kamulaştırma kararı alınınca, evlerin yarısının daha en baştan GAP’a geçtiğine dikkat çekiyor. Şimdi evlerin yarısının belediye mülkü, yarısının da GAP İnşaat’ın olduğunu belirterek devam ediyor: “Bu ortaklık, oteller, alışveriş merkezleri ve lüks evler için yapıldı. Bunun kamulaştırmayla ne alakası var? İstanbul’da yer kalmadı diye, o halk orada yaşamayı hak etmiyor mu? Kişi tarihi eseri kendi de koruyabilir ama burada bir şirketin çıkarlarına sunuldu. Belediye ile GAP’ın ihale sözleşmesini bile alamadık. Bu nedenle de dava açtım hâlâ sürüyor. Kamulaştırma dünyanın her yerinde yapılıyor ama bu şekilde değil. Burada, tüm İstanbul bir özel şirketi AVM, otel yapsın destekliyoruz yani..” Kaşka, şimdiye dek 3 bine yakın duruşmaya girmiş. 180’e yakın davayı takip ediyor. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde açılan davanın da sonuçlanmadığını dile getiriyor. Kaşka, kamulaştırmaya dayanak olan 5366 sayılı yasanın uzlaşmayı öngördüğünü vurguluyor: “Uzlaşmadan ne anlıyoruz peki? İnsanların kandırılmasını mı? Kanun çıkar çıkmaz hemen acele kamulaştırma kararı alındı. Vatandaşın malı üzerinden ihale yaptılar. Trilyonluk evlere 50100 bin lira ödediler. Evini vermezsen ‘kamulaştırma var’ dediler. Tek tek odalarda avukatları olmadan görüştüler insanlarla... Evini vermeyenlere icra yoluyla tahliye kararı gönderdiler. Af Örgütü eylem çağrısı yapınca tehditler başladı. Aslında halkın çoğu yüzde 50 oranında bir payla uzlaşmak istiyordu. Kentsel dönüşüme kimse karşı değil ama bunun bilimsel altyapısını hazırlamak gerekiyor. Tehdit ve baskı ile yapılırsa bu gasp olur. Belediye Başkanı hakkında suç duyurusunda bulunduk, sonuç alamadık.” oksanlı yılları layıkıyla yaşayanlar bilir, hep bir özlem olur o döneme. Benim anılarım müziklidir hep ve her nota, her melodi, her söz bir zaman yolculuğunu başlatır. İşte Kesmeşeker de o yılların en güzel emanetlerinden biri. 20 yıldır, inatla, tutkuyla ve inanarak yaptıkları müziklerini şimdi yeni albümleri “Doğdum Ben Memlekette” ile taçlandırıyorlar. Yedi yıl aradan sonra dönen Kesmeşeker artan beklentilere iyi de bir cevap veriyor. Üstelik yeni albümün kapağı futbolun devrimci muhalifi Metin Kurt. Tabii yalnızca kapak da değil, albümde “Metin Kurt Yalnızlığı” isimli bir parça var. Onu dinlemeden anlayamazsınız. Zaten grubun lideri, söz yazarı Cenk Taner de dinlemeden, okumadan, emek sarf etmeden anlaşılacak bir adam değil. O yüzden Kesmeşeker albümleri önce okunur, sonra dinlenir. Cenk Taner ve Metin Kurt biraraya gelince de uzun yıllar akıllardan çıkmayacak bir ortaklık çıkmış ortaya. Zaten “protokol tribünü önünde oynamam” diyebilen, futbolun elmas çarklarına çomak sokup, yönetimlere kafa tutan Metin Kurt’dan başka ne beklenirdi. İşte şarkıda geçen “Metin Kurt Yalnızlığı” da hep bu ezber bozmalardan. Metin Kurt kendisine yıllar sonra gelen bu müzikal destekten memnun: “Ben futbolu sosyalizmle doldurmak için uğraştım, bu çocuklar da müziklerini. O yüzden geç de olsa onlarla yolumuz kesişti”. Cenk Taner müzikli hikâyeler anlatıyor yıllardır. Biraz demlenmek için ara vermişler, iyi de gelmiş onlara. Bu arada hayata karışan Taner’in ikizleri olmuş. Birinin adı benimle aynı; Ali Deniz diğerinin Ali Güney. Ama müzik de onlarla büyümüş. Zira Kesmeşeker hep olduğu gibi; net, anlaşılır, Ne de olsa Metin Kurt takımlar üstü bir mesafeli ve cephesinde. Taner’e göre sporcu. Ona göre zaman en doğru yargıç. Bu Kesmeşeker bir grup değil aile. Arada çok ülkede mücadele verenlerin de uzun zaman gelen giden oldu. O yüzden aile şimdi çok ceza sahasında yalnız kalması kaçınılmaz. geniş. “Futbol futboldur ama asla oyun değildir. Ben Bu aileye artık Metin Kurt da dahil, hatta bunu bilir, bunu söylerim. Ben futbolu oyun onlarla konsere bile çıkıyor. Metin Kurt anlatıyor olarak seviyordum, spor olarak para şimdi de: “Hayatla derdi olan bir grup kazanıyordum. Çünkü aileme bakmak Kesmeşeker, ben de hayatta derdi olan bir zorundaydım. Arsada güzel futbol oyun olarak futbolcuyum. Yıllarca sporun, sanatın, tüketim heyecanlı, borsada çirkin ve kirli” diyor Metin toplumuna prototip modeller Kurt. Belli ki onun döneminden bu yarattığını savundum. Sistemin döneme değişen bir şey yok. Kurt, düşünen değil metalaşan aynı zamanda Türkiye Devrimci harcamalar yaptığını anlatmaya Spor Emekçileri Sendikası (Spor çalıştım. 12 Eylül öncesi amatör EmekSen) Başkanı. Söz topun sporcular derneği sendikalaşma peşine düşünce o da anlatmaya sürecine girmişti. Ben de o sırada devam ediyor: “Futbol, uzun Sinema Emekçileri ile zamandır sistemin sporu. Şike de iletişimdeyim. Hatta bir gün onların bugünün meselesi değil. Şimdi merkezine gittim, adamların bir görünür oldu. ‘Ben bulaşmadım’ ALİ DENİZ dövmedikleri kaldı. Beni diyen doğru söyleyebilir, ama anlamadılar, futbolcunun ne işi ‘yoktur’ diyen yalan söyler. Bu USLU olabilirmiş orada diye çok laf ettiler, bataklığın kurutulması tek yol. kovdular. Tabii çok bozuldum ama Bunun için de kişilerle değil, bende pes etmek yoktur. Yıllar sonra bir bataklıkla uğraşılması gerekiyor. Futbolcu bu panelde konuşmacıydım ve biri söz aldı. ‘Paneli sistemde kurban. İyi yönetici iş bitiren, iyi dinlemek için geldim, büyük bir özür borcum futbolcu da işini bilen memur. Bilen, susan, var bu delikanlıya’ dedi. Beni haşlayıp çekinen herkes bu suça ortak. Şike, doping, yollayanlar gelmişti. İşte ben o gün bu gün siyaset, mafya bugün sporun uzantıları. Ayrıca doğru yolda olduğumu biliyorum. Yıl 1978’di”. endüstriyel spor tüm dünyada kitleleri uyutmak Cenk Taner araya gidiyor: “Metin Kurt, için kullanılıyor ve egemenlerin iktidar ‘önümüzdeki maçlara bakacağız’dan çok daha araçlarından biri. Ben de o yüzden mesafemi fazlasını söylemiş, mücadelesini vermiş bir koruyorum, hâlâ. Teknik direktörüm ama futbolcu. Vicdanla, sömürü ile derdi var. Bunca yapmıyorum. Spor yazarıyım ama elim kaleme para kazanıp şöhret olurken bunu düşünebilen gitmiyor. Beni susturmak istediler hep, sesimi kaç futbolcu var? Yok!”. kestiler hatta. Programlar kaldırıldı, sansürlendi. Derdim, spor batakhanesinde gençlerin boğulmasını engellemek, toplumsal bir uyanışa öncü olmak”. Burada “Metin Kurt Yalnızlığı”nda birkaç mısra geliyor akıllara; “Kula kulluk etmezdin / Çok yanlış biriydin/ İnanmadığın her şey yedek kulübende/ Haydutlar ölmeden son bir dans / Ne dersin?” Başka söze ne hacet! Sonra da albüme ismini veren “Doğdum Ben Memlekette”den bir dörtlük; “Bu şehir soygunlarında / Umudumu cüzdanımda taşımam diyelim / Bu şiddet sabahlarında / Benzinin kurşunsuzmuş ne âlâ diyelim mi?” Metin Kurt, Cenk Taner yani Kesmeşeker yoldaşlığı yılın ilk haftasında güzel bir başlangıç oldu. Bu albüm, “Aşk ve Para”, “Dipten” ve “Derinden”, “Tut Beni Düşmeden”, “İnsülin”, “İçinde İçindekiler Vardır”, “Kum”dan sonra grubun dokuzuncu çalışması. Cenk Taner’in de bir solo albümü vardı; “İzin Vermedi Yalnızlık.” Kesmeşeker evreni, basın bülteninden derlenen, protest olsun diye marşa dönen şarkılardan çok ötede edebiyat metni olarak yazılmış, düşünülmüş. Onları yıllardır ayakta tutan da bu olsa gerek. Mesela “Her şey sermaye için sevgilim” şarkısı bile bunu anlatmaya yeter. Ve son söz Cenk Taner’den “Bugüne dek karşıma çıkan Kesmeşeker dinleyicileri beni yanıltmadı. Eseri yapanla eseri izleyen aynı özde. Ben ve Kesmeşeker dinleyicileri aynıyız. Bir frekans gönderiyoruz hayata, yirmi yıl boyunca dönüyor, dolaşıyor ve bulan buluyor onu”. Evet, tam da öyle. Şimdi “Metin Kurt” ile başlattıkları fırtına dinmesin, tek derdimiz bu. Belki de hayata gönderdikleri bu frekans bir gün sizin de kulağınıza, zihninize takılır. Adnan Kan’dan son kez ziyaret... U ADNAN BİNYAZAR 42 nüfus nereye gidelim? K eresteci Recep Sokağı’ndaki altı katlı binada öfkeli bir bekleyiş var. Mehmet Ali Kaygusuz ile kardeşi Bedri Kaygusuz, “Bu bina 18 yıldır ailemize ait. Siirt’ten geldik. Çalıştık, aç kaldık aldık burayı. Şimdi ‘çıkın gidin’ diyorlar. Burada 42 nüfus,15 öğrenci var“ diyor. Bedri Kaygusuz, 10 yaşında geldiği bu sokakta 22 yılının geçtiğini üstüne basa basa anlatıyor. “Yıkıma karşı değilim, 5 ortağız hakkımızı istiyoruz. Müteahhit alıyorsa yarısını da bize versin. Neden benim tapulu malımı zengine veriyorlar?” C M Y B C MY B zun yıllarını Halepli Bekar Sokak’ta geçiren Adnan Kan, son kez mahallesini ziyarete gelmiş: “Bu sokakta, şu pembe binada 15 yıl oturdum. Diyarbakır’dan geldiğimde 16 yaşındaydım… Bu sokakta sevdalandım, evlendim. Eşim de karşı binadaydı… Acı tatlı günlerimiz geçti burada… Buraların yıkıldığını öğrenince görmeye geldim. İnsan ister istemez üzülüyor böyle görünce…” “Kızlar da Yanmaz”ın tanıklığı ğitim sorunumuz, hemen her hükümet döneminde keyfi uygulamalarla tıkanma noktasına geldikçe, tartışma konusu yapılan köy enstitüleri yerin dibine batırılıyor. Bu kuruluşların 1946’lardan bu yana ulusal eğitim konularına önyargılı yaklaşan bağnazların düşmanca duygularının hedefi olduğu biliniyor. Kötünün soyu tükenmez; bu düşmanca tutumu sürdürenler günümüzde de eksik değil. O kafada olanlar; umarım Tonguç ve Enstitüleri adlı incelemesiyle 1998 yılında Türkiye İş Bankası’nca düzenlenen “Toplum ve İnsan Bilimleri Büyük Ödülü”nü alan Pakize Türkoğlu’nun; altı yaşındaki bir köylü kızın nereden nereye geldiğini anlatan Kızlar da Yanmaz adlı kitabını okuyup, düşmanca duygularının bir işe yaramadığını anlarlar... Türkoğlu, kitabına neden Kızlar da Yanmaz adını vermiş? “Cumhuriyetin onuncu yılıydı. Eğitimin uğramadığı, okulu olmayan bir dağ köyünde, ‘Ben de okumaya gideceğim!’ diye tutturduğumda, ‘Okuyan kızlar başını örtmezmiş. Yarın ahrette cayır cayır yanarsın!’ diyen komşumuz Cemiş teyzenin yüzünü gözünü tırmaladığımda ve eşek sırtında götürüldüğüm nahiyede başka bir aile yanında kalarak ilkokula başladığımda henüz altı yaşında bir köylü kızıydım.” E İnsan, ortamın ürünüdür. Aydınlanma kökten beslenirse dal verir. Küçük Pakize, Millet mektebi çıkışlı annesinin, teyzelerinin asker mektuplarını okuduklarını görüyor, dayısının kızı Münevver’in Pazarcı’ya okumaya gittiğini duymuş. Onlara bakarak kızların da okuyabileceği bilincine varıyor. Kırgız yazarı Cengiz Aytmatov’un Öğretmen Duyşen’i yıllar önce yayımlandığında, köy gerçeğini kavrayamayan kesimlerce göklere çıkarılmıştı. Bir yazımda bizde Öğretmen Duyşen romanının kahramanı Altınay gibi nice kadınlar yetiştiğini savunduğumu anımsıyorum. AntalyaGazipaşa’nın Göksenir yaylasında doğup, “İlkokul benim devrimimdi,” diyen küçük Pakize o nicelerden biridir. Toplumlar gibi, insanların da iç devrimleri vardır. Türkoğlu, bireysel iç devrimini küçük bir kızken yaşıyor: “İlkokuldan sonra eğitime devam etmekten umudumu keserek köye dönüp örtülenmişken, kendimi Aksu Köy Enstitüsü’nde cennet gibi bir eğitimin kucağında buldum.” Köy enstitüleri, küçük Pakize’ye cehennemi cennet eylemiştir... Cumhuriyet’in bu kurumları, devlet desteğinden yoksun köy çocuklarını eğiterek, insanımızı gerçek anlamda yurttaş kılmanın en önemli atılımıydı. Ülkenin tüm olanaklarını tekeline alan patronlar, insanımızı parmaklarında kukla gibi oynatan politikacılar, geniş toprak sahipleri, aşiret ağaları, din bezirgânları aralarında güç birliği yaparak içlerine sindiremedikleri bu çağdaş atılımın önünü kesmişlerdir. Köy enstitülerinde ancak altı yıl özgürce eğitim yapılabildi. Başta dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel gibi gerçek bir aydın, İsmail Hakkı Tonguç gibi bir eğitim devrimcisi olmak üzere, öğretmenini, öğrencisini uydurma eylemlerle suçladılar. Oysa enstitüler, sanatsal yaratının, bilimsel düşüncenin, evrensel insanlık değerlerinin eğitim laboratuvarıydı. Pakize Türkoğlu, alt başlığı “Genç Cumhuriyet’te Köy Çocuğu Olmak” adlı anılarında, çevresinin insanlarını da duyarlıkla gözleyerek o günleri yaşarken, aynı coşkuyu okuruna da yaşatıyor. Kitabın başındaki “önsöz”, bitimindeki “sonsöz”le de eğitim tarihimizdeki inişleri çıkışları irdeleyerek, yaşanılan çöküşü gözler önüne seriyor. Kızlar da Yanmaz, Aksu Köy Enstitüsü’nde “cennet gibi bir eğitim”le kucaklaşınca, başındaki örtüyü atıp aydınlanma ışığına bürünen küçük bir kızın öyküsüdür. [email protected]
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle