Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
4 11 EYLÜL 2011 / SAYI 1329 12 Eylül’de kayboldu, hâlâ kayıp! Baştarafı 1. sayfada 2 Mayıs 1954 doğumlu Hayrettin. Hak, adalet üzerine kafa yormaya başladığından beri solcu, lisede sosyalist, 12 Mart’tan sonra DevGençli. Karizmatik, ikna edici kişiliğiyle DevGenç'in önemli isimlerinden oluyor. Orta yaşını aşmış, AP’li karıkoca da oğuluyla dünyaya başka yerden bakmayı öğreniyor. Nasıl bakmasınlar; 70’lerde faşistler tarafından üç kere evleri taranıyor. Hem de onlar içindeyken. Faruk’un en büyük eğlencesi abisi ve arkadaşlarını dinlemek. Gitar çalıp, şarkı söyledikleri anlarda ne yapıp edip ilişiyor yanlarına. O da abisi gibi, daha adil, iyi bir dünya istiyor. Dünyayı değiştireceklerine dair inancı sonsuz. Sadece onun mu? Türkiye tarihinde solun en kitleselleştiği yıllar yaşanıyor... Ölümle erken tanışıyor Faruk, o dönemin tüm çocukları gibi. Tarih 1 Mayıs 77. 13’ünde Faruk. Evden çıkarmıyor babası. Öğleden sonra eylem bitmiştir diye yasak kalkınca bir arkadaşıyla yürüyerek Hasköy’den Taksim’e çıkıyor Faruk. Kazancı Yokuşu’ndan alanı seyrediyor. Eve döndüğünde televizyondan görüyor Taksim’de 34 kişinin öldürüldüğünü. Abisi Hayrettin’in aralarında olup olmadığını öğrenmek için beklediği birkaç saat, ömründen birkaç yıl götürüyor. Abisinin iyi, ancak ticaret dersi öğretmeni Mustafa Elmas’ın ESRA öldürülenler arasında olduğunu AÇIKGÖZ öğrendiğinde biraz daha yaşlanıyor. Faruk Eren hâlâ abisini arıyor! Foto: Erhan Arık Her ölüm canını yakıyor, ama biri var ki, unutamıyor. Yıl, 1979. Her gün kere gözaltına alınıyor. Tekel’de memur kbal. 12 Eylül silahlar patlıyor mahallede, faşistlerin saldırıları artık daha öncesinin önemli memur örgütlenmesi Tüm Memurlar sistemli. Gençler belinde tabanca, solcu kahvehanelerinde Birleşme ve Dayanışma Derneği’nde çalışıyor. nöbet tutuyor. 16’sındaki Kubilay Yeşilkaya ve 17’sindeki Baskınlardan kaçmanın yolunu apar topar taşınmakta Enver Er, işte bu nöbetlerden birinde öldürülüyor; kahvedeki buluyor Eren ailesi. Avcılar’dalar. Haftanın birkaç günü, 1520 kişinin hayatını kurtarmak için. kisi de Faruk’un yakın akrabalarının bile bilmediği yeni evde, korkusuz bir araya arkadaşı... “Her akşam okuldan dönen ablamı durakta geliyor bütün aile. 12 Eylül, uykuda yakalıyor Faruk ve kbal’i. beklerdim” diyerek anlatıyor gözlerine düşen karartıya Hayrettin evde değil. Anneleri uyandırıyor; “ htilal oldu” diyor. rağmen konuşmaya çalışarak, “Ablam da solcu, faşistler Evdeki tek kitabı saklayıp, radyonun başına geçiyorlar: saldırır diye endişe ettiğimizden onunla eve kadar yürürdüm. “Sıkıyönetim komutanlıkları, ülkede devlet otoritesinin Bu bekleyişlerde birkaç kez, Kasımpaşa MHP’den tesisi, asayiş, emniyet, huzur, can ve mal güvenliğinin mahalleye gelen taksiler gördüm, bir faşistin evine sağlanması için, lüzum görecekleri her türlü tertip ve tedbiri giriyorlardı. Her görüşte, koşup abilere haber verdim. Ancak almaya yetkili kılınmışlardır.” hiç saldırı olmuyordu. O akşam da aynı rotayı izlediler. Hayrettin 12 Eylül’den sonra da Ablamı eve bırakıp, haberdar etmeye birkaç kere geliyor eve. Bir bayram gidecektim, ancak annem kaygılandığı günü abisiyle Beyoğlu’na gidişlerini için ağlamaya başladı, gidemedim. hatırlıyor Faruk. Ara sokaklardan tabii. Yine her zamanki gibi olur, diye 12 Eylül’ün Peter Sellers’ın Pembe Panter filminde düşündüm. Ancak o gece faşistler, üzerinden 31 yıl gülmekten karınları ağrıyor, biralarını silahlarla kahvehaneyi taramış. Katilleri içip dönüyorlar. Bu abisiyle son çıkışı. hâlâ bulunamadı.” geçti. Tam 31 21 Kasım 1980’de arkadaşı Ahmet Çocukluğunun son kırıntısını da bu yıldır, Gayrettepe Öztürk’le buluşmaya giderken cinayetlerle yitiriyor Faruk; 15’inde Saraçhane’de gözaltına alınıyor koca bir adam! Abisi Hayrettin, Siyasi Şube’ye Hayrettin. Babasına ait Murat 124 sıkıyönetim ilanından itibaren aranıyor. götürüldüğünden otomobil de onunla. Gözaltına Bir polis geliyor baskına, bir asker. beri, Hayrettin alındığını öğrendiklerinde babası kalp Evin, bir gecede iki kez basıldığı spazmı geçiriyor. Elmas, Karagümrük oluyor. 80’in Mayıs’ında yine geliyor Eren’i arıyor ailesi; Karakolu’nda gözaltı defterinde polis. Saat sabahın beşi. Elmas açıyor yas tutacak bir oğlunun adını görüyor. Gayrettepe’ye, kapıyı, “Hayri evde yok” diyor, daha bir Siyasi Şube’ye, gönderildiğini şey denelmeden. “Bu sefer” diyor mezar istiyor. 12 öğrenince soluğu orada alıyor. Ancak polis sırıtarak, “Hayri için gelmedik”. Eylül’ün ilk tek söylenen: “Gözaltında böyle biri Faruk’u 2. Şube’ye götürüyorlar, yok”. Karakola dönüyor, ama nafile Sirkeci’ye. Üç gün orada, 17 gün “kaybedilen” defterde sadece yırtık bir sayfa buluyor! Gayrettepe’de işkenceden geçiyor. insanlarından biri Tekrar siyasi şubeye gittiğinde Suçu, silahla yakalanan birilerinin arabalarını görüyor bahçede, “Yalan Hayrettin. şte bu onun adını vermesi. Mahkeme söylüyorsunuz, arabamız bahçede, tutuksuz yargılanmak üzere serbest yüzden kardeşi oğlum da burada” diye bağırmasıyla, bırakıyor. Çok geçmeden, aranma Faruk, 12 Eylül’ü yaka paça dışarı atılması bir oluyor. emri çıkarılıyor hakkında. Mayıstan Hayrettin şubenin alt katında... eylüle kadar kaçak yaşıyor. Bir evden hiç unutmayacak. Hücrede... Çıplak... Kendisine işkence diğerine… Arada abisiyle karşılaşıyor; yapan polislere küfürle karşılık veriyor. Hayrettin de aranıyor. Ablası da birkaç Elmas, yıllarca her cumartesi Galatasaray Lisesi önünde oğlunun akıbetini sordu, Faruk da onunlaydı... Faruk (en önde) abisi ve ablaları ile. Marşlar söylüyor. Bunları daha sonra Hayrettin'le aynı operasyonda yakalanan Ahmet Öztürk, Ahmet Ok, Şaban Arslan, Turgut Karataş ve Fevzi Rakıcı’dan dinliyor Faruk. Öztürk, her mahkemede Hayrettin’in akıbetini öğrenmek için dilekçe veriyor, ancak hepsi yanıtsız kalıyor. Bu süreçte annesinin yanında olamıyor Faruk, aranıyor. 16'sında daha. Yıl, 1982. Arkadaşlarıyla hâlâ bir şeyler yapmaya devam ediyor Faruk. Kapı altlarından bildiri atıyor. Dallas’ın insanları televizyona kitlediği saatte yazılama yapıyorlar. Korkmuyor, tuhaf bir cesaret içinde. Çok da kızgın. Dile kolay, faşistlerin, polislerin silahla, işkencede öldürdüğü, idam edilen, tanıdığı, dostu 30 kişinin yükünü taşıyor çocuk boynunda. Bir gün oturup Ölüm Listesi yapıyor, hepsinin tek tek adını yazarak. 1982 Kasımı’nda yakalanıp abisinin “kaybolduğu” şubeye götürülüyor; Gayrettepe’ye. şkencenin haddi hesabı yok. TKP’li Mustafa Hayrullahoğlu o sırada işkencede öldürülüyor. Kulaksız Kimsesizler Mezarlığı’na gömülüyor. Uzun uğraşlardan sonra bulabiliyor ailesi ölü bedenini... Faruk 45 gün kalıyor Gayrettepe’de. O 45 gün kim bilir neler geçiyor aklından? Belki abisi geliyor gözlerinin önüne, belki ondan bir iz, duvara yazılmış bir isim arıyor. Arada polisler, abin de aranıyor, diyor küstahça, dalga geçer gibi… DevSol ana davasından tutuklanıp, önce Selimiye Askeri Cezaevi’ne, sonra Metris'e götürülüyor. Yer olmadığı için veremliler koğuşuna koyuluyor. Metris’te kaldığı üç yılın yarısını bu koğuşta geçiriyor. Yıllar sonra doktora gittiğinde verem geçirdiğini, ciğerinde iz kaldığını, geçmeyeceğini öğrenecek işte bu koğuş yüzünden… Cezaevindekilerin bir kısmı onun, çoğu abisinin arkadaşı. Orada yaşadıkları başka bir haberin konusu, “Bilinen Metris” diyor kısaca, “açlık grevleri, direnişler filan”… Açlık grevlerinden birinde tüm dişlerini kaybediyor. Tek tip elbise dayatması nedeniyle, doktora bile çıkamadıkları günlerde kendi kendine zona hastalığını atlatıyor. Bütün bunlar bir yana, cezaevinde en çok Boğaz’ı özlüyor. Bir de kızlarla flört etmeyi. 21 yaşında bir delikanlı o, ne yapsın? Her gün cezaevi önünde eylem yapıyor anneler. Dayağa, hırpalanmaya rağmen. Elmas da içlerinde. Taksim’de, 12 Eylül’den sonra ilk pankart açanlar da onlar, tutuklu yakınları. nsan Hakları Derneği, TAYAD hep o mücadelelerin ürünü. 85’te tutuksuz yargılanmak üzere salıveriliyor Faruk. 18 yaşında başlayan davadan, 45’ine gelince beraat edebiliyor. Şimdi Vatan gazetesinde çalışıyor Faruk. Yaşadıklarını, daha çok da 12 Eylül öncesini anlatan bir kitap yazıyor. Yaşanılanlar bilinsin istiyor, bilinsin ki bir daha yaşanmasına izin verilmesin. Zamanı gelince sekiz yaşındaki kızına da bu yüzden detaylarıyla anlatacak her şeyi. Şimdilik sadece fotoğraflardan tanıyor kızı amcasını. Bir de Elmas ve Kemalettin’in anlattıklarından. Elmas 82’sinde şimdi, Kemalettin’se 85’inde. 31 yıldır “Çiçekle donatacakları bir mezar” bekliyorlar. 12 Eylül, onların çalınmış oğulları, Faruk’un kardeşlik hakkı. Mezarsız bir ölüm yası… Öyleyse 12 Eylül geçti nasıl denir? G ADNAN B NYAZAR Uşaklık sayrılığı S hakespeare’in Hamlet oyununda, etkili sahnelerden biri şudur: Görevi, bizde padişahın ilişkilerini yürüten danışmanına denk düşen Danimarka Sarayının Başmabeyincisi Polonius; kralla kraliçenin yönlendirmesiyle, delirdiğini sandıkları Prens Hamlet’in gizini öğrenmeye çalışır. Ne amaçla izlendiğini sezen Prens Hamlet, söz oyunlarıyla Polonius’u kaçacak delik arayan fareye çevirir. HAMLET: Şu bulutu görüyor musun; bak, işte şurada, şurada! Bir deveye benziyor değil mi? POLONIUS: Doğru, vallahi, tıpkı bir deve. HAMLET: Bense bir fareye benzetiyorum. POLONIUS: Evet, sırtı, tam bir fare sırtı. HAMLET: Balina sırtı mı yoksa? POLONIUS: Tamam, ta kendisi, balina sırtı. Gökte bir bulut parçası... Onu önce deveye benzet; iki saniye sonra fareye, beş saniye sonra balinaya!.. Görmediğini hiç düşünmeden görmüş gibi onaylayan uşak ruhlu adamların, Pavlov’un şartlandırılmış köpeğinden ne farkı var! Düzeysizlik geçer akçe sayıldı mı, mantardan da tez ürer. nsandır yanılır; ama bir anda deveyi fare, fareyi balina gören, hiç değilse uşak yerine konulduğunun binyazar@gmail.com C M Y B C MY B ayrımında olsun... Olamaz; uşaklık beyin körlüğüdür; er ya da dişi, beyne alçalma duygusunun virüsü girdi mi, onu uşaklık sayrılığından hiçbir güç kurtaramaz! Hamlet, başka bir sahnede de düzenbazlıklarını örtmeye çalışan Polonius’u kirli paspas gibi yerden yere vurur. Şu birkaç söz, uşak ruhluların, kişiliklerini nasıl ayaklar altına serdiklerinin unutulmaz kanıtıdır: POLONIUS: Beni tanıdınız mı efendimiz? HAMLET: Tanımaz mıyım, bir kadın tellalısınız. POLONIUS: Yanlış, değilim efendim. HAMLET – Öyleyse onun kadar namuslu olmanızı dilerim. POLONIUS: Namuslu mu dediniz? HAMLET: Evet, bayım; dünyamızın bugünlerinde, namuslu insan ancak binde bir çıkıyor. POLONIUS: Çok doğru, efendimiz. Klasik eser budur işte; piyasa döküntüsü eserler gibi gizlemez; namussuzun namussuzluğunu, iffetsizin iffetsizliğini, onursuzun onursuzluğunu, soysuzun soysuzluğunu yüzüne çarpar! Kişinin, dincilik kaftanına bürünerek laikliği benimsemeyişi, düzeyinin ölçüsüdür. Şu günlerde internet ortamına düşen bir haber doğruysa, orada sözü edilen kişi, Atatürk’ün gözü gibi koruduğu, dünya basınında saygınlığı olan bir kurumun başında bulunuyor. Bulunur; ama ağzından şu tür sözcükler çıkıyorsa, kişisel sorun olmaktan çıkar, ahlak sorununa dönüşür bu: Devletin tanımı: “Devlet, helvadan yapılmış puttur.” Ona göre laiklik de bir et parçası: “Eskiden Türklerin yetiştirdiği ‘marimus öküzü’nün sol arka bacağının uyluk yeri ile işkembesinin ayrıldığı yerde bir et parçası bulunur. şte tam buraya ‘laik’ denir. Ve bugün kullandığımız kelimenin de aslı buradan gelmektedir.” Oysa devlet, erdemle ayakta durur; o kişinin kullandığı şu sözler, Atatürk’ün kurduğu o soylu kurumun yöneticisinin ağzına yakışıyor mu? “Pez...nkler”, “Elin o...pusu”, “Ula ben böyle laikliğin...” Türkiye’nin can evinde engerekler çöreklenmiş; haberin var mı, “kör pencere?” Böylelerinin zararı, buyruğunda çalışanlar kadar, ona görev verene de dokunuyor. Seçimle gelen siyasetçilerin, bunları görevlendirirken devletin varlığını, saygınlığını, onurunu düşünmesi gerekmez mi? Düşünmeyenin yaptığı, Polonius örneğinde olduğu gibi devlet sahnesinde kukla oynatmaktır... Albert Sorel, “Devletler kendilerinden başka hâkim, çıkarlarından başka yasa tanımazlar.” diyor. Yöneticiler, onların, tarihin sayfalarında yer alan hazin öykülerini okumalıdırlar öncelikle... G