Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Huzursuz topraklar üzerindeyiz... ADNAN B NYAZAR DOĞAN DURU MÜZ SYEN H TÜRK YE HEP RÖVANŞ PEŞ NDE Genel olarak bir bireyin huzur konusunun dışında konuların etkisinde kaldığı bir ülkede yaşıyoruz. Aslında belki insanların yaşantılarına göre değişiyor bu bakış açısı ama ben kendi adıma böyle hissediyorum. 2011 yılında her türlü özgürlüğün sınırlandırılmaya zorlandığı bir gerçek. Bir birey olarak eğer böyle hissediyorsam, böyle hisseden başkaları da varsa bu konu bence yaşadığımız dönem ve koşullar için çok ciddi bir sorun. Kısaca hiç huzurlu değilim hatta kendim ve hayatım için yapmam gerekenlere odaklanmakta güçlük çekiyorum. Herkes başka yerlerde arayabilir huzuru… Manevi çözümleri de vardır kimine göre maddi çözümleri de. Genel olarak iletişim aygıtlarına yakınlığınız varsa sabahtan akşama kadar yalanlar söyleyen, kendi çıkarları için insanlıktan çıkmış insanların kurmacasında önemsiz bir detay gibi hissediyorsunuz kendinizi… Değer denen kavramın vasatlığa ve bilinirliğe kodlandığını düşündüğünüzde daha da yıpranıyorsunuz. Huzura ulaşmanın yolu pek mümkün görünmüyor. Bu konuları dert etmeyen insanlardan olursanız belki ama o insanlık da sorgulanması gereken bir şey. Türkiye hep bir rövanş peşinde. çinde bir dolu öfke ve itilmişlik biriktirmiş bir toplumun “modern” denen şeyden intikamına sahne oluyor kanımca. Dahası yıllardır itildiği, ezildiği durumu, olduğundan kat kat fazla abartarak aynı silahla toplumsal barıştan yanaymış gibi gözükerek rövanşını almaya çabalıyor. Barışın olabilmesi için seçilmişlerin belli bir dönem için aramızdan çıkmış insanlar olduklarını hatırlamaları gerekiyor. Kendilerini bireylerin üstünde gördükleri, padişah gibi hissettikleri noktada barış söz konusu olamaz. Üstelik komşularla ilişkileri iç siyaset malzemesi olarak kullanmak, din ve ümmet ekseninde bir haritayı aklının bir köşesinde tutmak, sınırları olan tanımlara girmek yaşadığımız zaman dilimi için oldukça ilkel. Kısacası huzur yok, barış yok. Öfke, intikam ve hâlâ ilkel bir ideoloji peşine takılmış insanların yalanlar ve hilelerle kitleleri mutasyona uğratması durumu var. G uzur nerede? slam’da mı, isyanda mı? Sağda mı solda mı? çimizde mi, sevdiğimizde mi yoksa bir hayal mi? Pek çok mezar taşına “huzur içinde yatsın” denmesinin sebebi de belki bu dünyada huzurun olmaması! Kim bilir? Ama toprağın altındaki faili meçhullerin huzursuzlukla çürüyen bedenlerine ne demeli? Gerçekleri örtbas etmenin huzursuzluğunu vicdanlarına sığdıranlara peki, ya da “orantılı” şiddetin getirdiği acıların mirasına? Evet, huzursuzluk mirasımız ve büyüyor. Elbette herkesin “huzuru” aradığı, “huzur” dediği şey farklı. Gündemimiz ortada. Kavga, gürültü, feryat, figan... Tartışmasız, sataşmasız, kavgasız, gürültüsüz bir gün yok! Çok mu karamsar bu tablo? Değil, belki de biz alıştığını sevenlerdeniz. Yani huzursuzlukla besleniyoruz. Bununla beslenen sistemin tüm organları bunu bize benimsetti. şte tam bu noktada merkezi Avustralya’nın Sydney kentinde bulunan Ekonomi ve Barış Enstitüsü’nün (The Institute for Economics and Peace) son yıllarda hazırladığı “Küresel Barış Endeksi”nin 2011 yılı sonuçları göze çarpıyor. Bu kurum ne iş yapar? Ekonomi ve Barış Enstitüsü (IEP), ekonomik gelişme ile barış arasındaki karşılıklı ilişkiyi araştırmak amacıyla 2007 yılında Sydney’de kurulmuş, kâr amacı gütmeyen bir araştırma birliği. Endeks, şiddet ve savaşın olmamasını esas alan negatif barış tanımının ötesinde, ekonomik, sosyal ve siyasi adaleti de içeren pozitif barış yaklaşımından hareket ediyor. Şimdi sıkı durun! Hani bayılıyoruz ya listelerde ilk sıralara oynamaya, bu listenin hiç gündeme gelmeme sebebi de bundan yoksun olması. Çünkü Türkiye, 153 ülke arasında 127. sırada! Üstelik Küresel Barış Endeksi, 2007 yılından beri yayımlanıyor ve Türkiye her yıl geriliyor. Sıralamaya giren 144 ülke askeri harcamalarından komşu ülkelerle ilişkilerine ve insan hakları uygulamalarına kadar toplam 24 gösterge ile değerlendiriliyor. Tabii, “barış” kavramının temel belirleyicilerinden demokrasi şeffaflık, eğitim ve maddi refah gibi bileşenler de endeksin bünyesinde değerlendiriliyor. Endeksin kaynağı da Uluslararası Stratejik Çalışmalar Enstitüsü, Dünya Bankası ve BM. Biz de istedik ki, insanlarla huzuru ve huzursuzluğu konuşalım. Ama inanın konuşmak, yorum almak için insan bulmakta zorlandık. Çok mu huzurlular da konuşmadılar? Hayır, çekindiler, işin aslı korktular. “Şimdi zamanı değil” dediler. Barış Endeksi kendini daha başta haklı çıkardı. şte ulaşabildiklerimizin anlattıkları. lk söz Barış Çalışmaları Uzmanı Doç. Dr. Havva Kök Arslan’da. Herkesin “huzuru” aradığı, “huzur” dediği şey farklı. Türkiye'nin gündemi ise aşikâr; kavga, gürültü, feryat, figan... Tartışmasız, sataşmasız, gürültüsüz bir gün yok! Merkezi Avustralya'nın Sydney kentinde bulunan Ekonomi ve Barış Enstitüsü'nün, “Küresel Barış Endeksi”nin 2011 yılı sonuçları da bunu AL DEN Z USLU doğruluyor. Türkiye, 153 ülke arasında 127. sırada. Üstelik Küresel Barış Endeksi, 2007 yılından beri yayımlanıyor ve Türkiye her yıl geriliyor. terminolojisi ile ifade edersek Türk toplumunun dünya görüşü ve olayları algılama seviyesinin henüz ‘var olma’, ‘hayatta kalma’ evresini tam olarak aşamadığı. Yani ülkemizde insanlar hâlâ geleceklerine dair ne ekonomik, ne toplumsal ne de güvenlik bağlamında güven duymadıkları için en ufak bir çatışmada korkup sorunları zorla, güçle, kavgayla çözme yoluna başvuruyorlar. Bunun lider seçmedeki tezahürü otoriter ve kavgacı liderler lehine oluyor. Siz ne kadar huzurlusunuz? Bunu şahsi hayatıma yönelik olarak soruyorsanız, “artık” daha huzurluyum. Neden “artık”, neden “daha” bunların benim özel hayatımla ilgili okuyucuyu ilgilendirmeyen cevapları var. Ama tek bir cümleyle şunu söyleyebilirim; çünkü barış çalışmaları ile ilgilenmeye başladıktan sonra farkındalık düzeyim arttı ve bu da benim sorunların çözümünde daha donanımlı olmamı sağladı. Huzura ulaşmanın yolu nedir, var da biz mi bilmiyoruz ya da değerlendiriyor. Sonuç ortada, Türkiye epey huzursuz ve mutsuz. Neden? Evet, Türkiye 2010 yılının GPI endeksinde 121. sırada iken bu yıl 127. sıraya gerilemiş. Bence bunda seçim öncesi dönemdeki propaganda konuşmalarının çok etkisi oldu. Partiler oylarını arttırmak için hep kutuplaştırıcı konuşmalar yaptı. Kamuoyunda, doğru ya da yanlış, seçim konuşmalarında uzlaşmacı değil çatışmacı, ben en iyisini bilirim edasında, maço liderlerin daha çok oy topladığı yönünde bir kanı var. O nedenle liderler de bu yönde kavgacı ve otoriter bir profil çiziyor, ya da Türk toplumu zaten o karakterde liderleri seçiyor. O nedenle seçim öncesinde Kürt sorununda mesela AKP bile başlangıçtaki söyleminin aksine çözümden değil sorunun yokluğundan bahsetmeye başladı. Ergenekon davasının sonuçlanmaması, AB ile ilişkilerin duraklaması, toplumu geren diğer konular arasında. Bunlar görünen nedenler. Ama bence en önemlisi gelişimsel psikoloji llustrasyon: Arda Aktaş Merkezi Avustralya’nın Sydney kentinde bulunan Ekonomi ve Barış Enstitüsü’nün (IEP) son yıllarda hazırladığı “Küresel Barış Endeksi”nin 2011 yılı sonuçlarına göre Türkiye, 153 ülke arasında 127. Bu endeksin kriterleri neler? Ekonomi ve Barış Enstitüsü (The Institute for Economics and Peace IEP), ekonomik gelişme ile barış arasındaki karşılıklı ilişkiyi araştırmak amacıyla 2007 yılında Sydney’de kurulmuş kâr amacı gütmeyen bir araştırma kurumu. Her yıl yayımladıkları Küresel Barış Endeksi (Global Peace Index GPI), şimdiden gerek devlet kuruluşları, gerek üniversiteler, gerekse diğer araştırma kurumları tarafından başvurulan önemli bir veri kaynağı niteliğinde. IEP, barışın ekonomi üzerindeki etkisinin dünya genelinde tam olarak anlaşılmadığı düşüncesi ve iş dünyasının şiddetin olduğu yerlerden kaçarak şiddetin olmadığı yerlere yatırım yaptığı varsayımıyla, ülkelerin ne kadar barışçıl olduklarına dair veriler sunmayı amaçlıyor. Burada barışçıldan kasıt doğrudan şiddetin olmaması durumu. GPI 153 ülke üzerine yaptığı araştırmalarla, ne içeride ne de dışarıda herhangi bir çatışmaya girmeyen ülkelerin toplumsal, kültürel özellikleri ve kurumsal yapıları nasıldır onu ortaya koyuyor. 23 gösterge üzerinden araştırma yapan endeks, ülkeleri devam eden iç ve dış çatışmaların varlığı, toplumdaki güvenlik algısı ve silahlanma düzeyi olmak üzere toplam üç kritere göre ondan kaçıyoruz? Bunun tek yolu bütün bir toplumun farkındalık düzeyini arttırmak. Yani yukarıdaki sorunuzdan devam edersek, toplum olarak bilişsel düzeyimizi “var olma mücadelesi” noktasından daha yukarılara taşımak gerekiyor. Bundan sonra kaç evre var, bu uzmanlara göre değişiyor. Ama üzerinde anlaşılan konu şu ki, Abraham Maslow’un hiyerarşik yapılandırmasında ekonomik ve güvenlik bağlamında temel ihtiyaçlarını karşılayamamış toplumlarda özgürlüklerin kısıtlanması, silahlanmaya ağırlık verilmesi ve her sorunu fiziksel ya da psikolojik şiddet yöntemlerine başvurarak çözmek gayet olağan. Bu sadece bizim topluma yönelik bir şey değil. nsan her yerde insan. Eğer onun beslenme, barınma, sağlık, güvenlik, özgürlük, kendini ifade etme, kimliğini yaşama gibi en temel ihtiyaçlarını karşılamasına engeller koyarsanız, şiddete başvurma ihtimali artar. Dolayısıyla yapılması gereken bir taraftan insanların ihtiyaçlarını karşılamak için imkânlar yaratırken, diğer yandan barış için farkındalık düzeylerini arttırıcı eğitimler verilmesi, barış kültürünün geliştirilmesi ve yazılı ve görsel basının da bu yönde yayınlar yapması. Çünkü ben medyanın da şiddetin körüklenmesi açısından çok önemli bir rol oynadığını düşünüyorum. IEP endeksi, Uluslararası Stratejik Çalışmalar Enstitüsü, Dünya Bankası ve BM verilerinden yararlanılarak hazırlanmış. Her şey bir yana bilgi kaynakları konusunda ne düşünüyorsunuz? IEP’nin amacı, kendilerinin de ifade ettiği gibi, öncelikle negatif barış anlamında fiziksel şiddetin ekonomik yatırımlara etkisini ortaya koymak. O nedenle, mevcut iç ve dış çatışmaların varlığı, bunun ekonomiye etkisi, milli gelir düzeyi, silahlanma düzeyi gibi istatistiki, nicel bilgileri güvenilirlik oranı yüksek her kaynaktan alabilirsiniz. Önemli olan onu nasıl yorumladığınız ve ne için kullandığınız. Öte yandan, GPI hazırlanırken sadece nicel değil nitel yöntemlere de başvurulmuş. Elbette hiçbir sosyal araştırma tam olarak tarafsız ve nesnel olamaz ama yine de IEP, Transparency International, Political Democracy Index to 2010, Gender Gap Index gibi farklı kaynaklara da başvurarak mümkün olduğunca yansız veriler sunmaya çalışmış. lk üç sırada zlanda, Yeni Zelanda, Japonya var. Nedir bu işin sırrı? Bir defa hemen şunu belirteyim ki GPI’nın asıl amacı pozitif barış dediğimiz ekonomik refahın eşit bir şekilde dağıtılmasını, adalette eşitliği, her bireyin özgürce kendini ifade etme düzeyini, kadın erkek eşitliğini ölçmek değil. Amaç daha çok iç ve dış çatışmanın olup olmadığını, silahlanma seviyesini ve toplumdaki güvenlik algısını ölçmek. Bu kriterleri dikkate aldığımız zaman da bu ülkelerin ilk üç sırada çıkması normal. Dolayısıyla bu işin sırrı öncelikle iç barışı sağlamak, komşu ülkelerle her türlü çatışmaya son verip işbirliğine gitmek, bütçeyi savunmadan çok eğitim ve sağlık harcamalarına ayırmaktan geçiyor. Önümüzdeki süreçte Türkiye toplumsal barış ve huzur için nasıl bir ilerleme kaydedebilir ya da artık listenin en son sırasına mı oturur? Ben o kadar kötümser olmak istemiyorum. Her ne kadar ekonomik ilerlememize tezat bir şekilde ülkemizde şiddet ve çatışma artıyorsa da, bir taraftan da mesela sizin gibi bu durumu sorgulayan ve uzlaştırma kültürüne ihtiyaç hisseden insanlar da çoğalıyor. G Bir Anadolu Ozanı Yıl 1951. Dicle Köy Enstitüsü’nde öğrenciyim. Her gün olmasa da Diyarbakır’a gittiğimde Cumhuriyet gazetesini görüyorum. O günkü gazetede bir yazar Diyarbakır’ı anlatıyor. Hem de beyniyle bedeniyle... Olağanüstü bir olay bu! Gazetelerde hep stanbul’a, Ankara’ya ilişkin haberler okuyorum; demek Diyarbakır’da da anlatılacak şeyler var... Doğduğum kenti kucaklayacak kadar büyüyor yüreğim. Tepemde mavi gök daha da mavileşiyor. Yollar genişliyor, sokaklarda meyan şerbetçilerinin, süt/yoğurt satıcılarının sesi gürleşiyor, çeşmelerden kristal parlaklığında sular akıyor... O gün bir köşeye oturup olanca paramı vererek aldığım gazetemin sayfalarını coşkuyla, yırtarcasına açıyorum. Her aldığımda beni beynimin büyülü dünyasında dolaştıran matbaa kokusunu içime çeke çeke şu satırları okuyorum: Bu şehir kılıf içinde. Bu şehir kendisini öylesine gizlemiş ki, tadına varabilmek, onu sevebilmek için emek istiyor, terlemek istiyor. Bu şehri kılıfından soyup mahremiyetine girmeli. Bu iş zor iş ya, değer. Bunu yapabildin mi büyülendin demektir. Diyarbakır seni büyülemiştir, kurtuluş yok. O şehrin kılıfı içinde olanlardan biriyim ben de; peki, bunları söyleyen kim? Elbette kalıp sözleri bir araya getireceğim diye yırtınan bir övgü tellalı değil... Şehrin büyülü dünyasına girdiğine göre, doğanın kilimine söz nakşı işleyen bir ozan... nce Memed daha yayımlanmamış ki, onun soluğu gür, düşüncesi evreni tutan, sazının teli binlerce yıl uzaktaki kentlerin ustalarınca çekilen koca Yaşar Kemal olduğu bilinsin! Gece gündüz okuduğum yıllar. Balkanlar’ın Gorki’si sayılan Panait strati’nin Kodin, Baraga’nın Dikenleri, Kira Kiralina, Angel Dayı romanları elimden düşmüyor. Diyarbakır’ın her taşı sevda kokan sokaklarında Shakespeare’in Romeo ve Juliet’inden dizelerle dolaşıyorum. Duyumsama gücünün ürünü olan sanat, çağlar boyu kuşaktan kuşağa geçen bir mirastır. Yaşar Kemal’in Röportaj Yazarlığında 60 Yıl (Yapı Kredi Yayınları) yapıtı yayımlanınca bunları anımsıyor, 2010 yılının bahar aylarında Diyarbakır’da katıldığım bir toplantıda söze neden “Diyarbakır sırdır” diye başladığımı anlıyorum. Yüreğime serin sular serpiliyor... Yaşar Kemal’in röportajları, sıradan insan manzaraları, sorunsal olayların betimi değildir. Onun, gözünü değdirdiği, kalemine doladığı her varlık; insanbitkibörtü böcekdağlar, ovalar; sözcüklerle örgülenen deyiş yaratılarıdır. Öykülerinin, romanlarının, yazdığı her satırın özsuyunda röportajlarının besleyici gücü vardır. Yazarın röportaja verdiği önemi şu tanımdan çıkarabiliriz: Röportaj bir edebiyat sayılabilir mi? (...) Röportaj bir edebiyat sayılmak ne, röportaj bal gibi edebiyattır. Onu haberden ayıran nitelik onun edebiyat gücüdür. Haber bir yaratma değildir, bir taşımadır. Aslında röportaj, taşıma anlamına geliyor ya, yanlış, o taşıma olan haberdir, hem de gerçek anlamıyla. Röportaj bir yaratmadır. Gerçeğe, gerçeğin özüne yaratılmadan varılamaz. Yaratmadan hiç kimse hiçbir şekilde gerçeği yakalayamaz, yakalarsa da karşısındakine anlatamaz. Röportaj, yazarın yöneldiği insan varlığının, doğa betimlemelerinin nasıl bir kök kültürden beslenip bir deyiş akışkanlığı kazandığının ana kaynağıdır. Bunu ayrıntısıyla öğrenmek isteyenler; Yaşar Kemal’in ele alıp irdelediği toplumsal konuları edebiyat sosyolojisi açısından ayrıntılı yönleriyle inceleyen Aziz Şeker’in Bir Anadolu Ozanı Yaşar Kemal (Eğiten Kitap Yayınları) adlı geniş oylumlu eserini okumalıdırlar. G binyazar@gmail.com SPONSORLU DARBELER Huzursuz ülke, ya kendi yapısından huzursuzdur ya da huzursuz edilir. Türkiye için ikisi de geçerli. Uzaklardan gelen göç yorgunu bir halk, toprağa bağlı geçmişiyle kravatlı kültürün hemen dibinde yaşarken elbette şaşırır. Ama Türkiye, daha çok rahatsız, huzursuz edilmiştir. Emperyalist pazar niteliği, küresel müttefik ambalajıyla paketlenmiş, enerji coğrafyasında petrolsüz bırakılmıştır. Pekâlâ bir üçüncü model olabilecekken, doğusunun gözünde 'batı özentisi', batısının nazarında ise 'gerici barbar' polikalarına maruz kalmıştır. Sınıfsal uyanışı ve siyasal gelişim arayışı, dış destekli oligarşi tarafından 'sponsorlu darbelerle' engellenmiştir. Tüm tarihi sürmanşet yaşamış halk, son çeyrek yüzyılda iç savaşla bölünmeye çalışılmış ama 'Yunus Emre ruhunun' bilgece sağduyusuyla ateş, ülke geneline yayılmamıştır. Huzursuz ve mutsuz olabilir Türkiye ama asla umutsuz değildir. Ayrıca, stanbul'u aldığımızdan beri tüm papalar sinirli, onların negatif elektriği de huzuru azaltıyor olabilir'. G SIRRI SÜREYYA ÖNDER M LLETVEK L C M Y B C MY B Huzursuzuz ama neden? Cumhuriyet, kurulduğu yıllardaki zaruri şartların doğurduğu sorulara, o zamanki imkânlar çerçevesinde verilmiş bir cevaptı. Bu “zaruret” hali daha sonra iman haline getirildi. man her daim tartışma dışıdır, dolayısıyla “gelişme ve dönüşme” içermesi düşünülemez. Bir dar görüşlülüğün yerini bir başka dar görüşlülüğün alması sonucunda elde kalan sadece huzursuzluktur. Bilimsel bir göze sahip olanlar her daim huzursuzdur. Sosyalist bir gözü de içeriyorsa, huzursuzluk daima bir mücadele ve umut diyalektiği ile beraberdir. Peki ya özgürlüklerin kısıtlandığı, şiddetin sürdüğü, silah harcamalarının yüksek olduğu bir ortamda huzura ulaşmanın yolu nedir? Sebep olarak sizin saydığınız şeyleri değiştirmek, halkların ve yoksulların yararını gözetecek şekilde dönüştürmek gerek... Huzur, barıştan geçiyor o belli. Ama herkes barış için savaşıyor. Türkiye bu endekse göre pek barışçıl değil. Barışın barışçıl yöntemlerle geldiği bir tek ülke bilmiyorum... G LEVENT KAZAK SENAR ST,OYUNCU HUZURSUZLUK, MÜCADELE VE UMUT D YALEKT Ğ LE BERABERD R Aslında Küresel Barış Endeksi değerlendirme kriterlerine bakılırsa neden en son sırada olmadığımızı merak edebilir insan. Devam eden bir savaş, verilen şehitler, komşu ülkelerle ilişkiler, terör eylemi sayısı, suç oranı, tutuklu sayısı, silah sayısı, asker, polis sayısı, insan hakları ihlalleri vs.. Mesela Hindistan ve srail sıralamada bizim de altımızda... Aynı coğrafi kaderi paylaşıyoruz maalesef. Silah üreticilerinin müşteri profiline en uygun bölgedeyiz. Ben ise pek huzurla ölçmüyorum hayatımı. Huzur sanatçıyı körleştirir, huzuru dert etmemek gerekir. Yazarak, çizerek elimden geldiğince kendi mücadelemi veriyorum. Bir kere bir partinin bu kadar büyümesine alışık değilim. Tek başına her türlü düzenlemeyi yapabilecek, yetkileri neredeyse sınırsız bir parti endişe duymak için başlı başına bir sebep, çünkü fren mekanizman yok. Karşısında da sürekli evlerinin iç dekorasyonuyla uğraşan bir muhalefet var, soğuk, halktan ve gerçeklerden uzak bir muhalefet. Evet, huzursuzum.. Sorun şu, biri için huzur diğeri için huzursuzluk olabiliyor. Bu durumu ortadan kaldırmak zor, çünkü bilerek, TOPRAĞIN ALTI FA L MEÇHULLERLE DOLU Türkiye şimdiye kadar kapalı bir toplum olarak yaşadı. Kendine bile hesap vermedi. Şiddet, derin devlet, mafya, kara para, darbeler... Her darbe bizi biraz daha geri götürdü, biraz daha içimize kapandık. Hesapsızlığımız ve şiddetimiz artarak devam etti. Toprağın altı faili meçhullerle doldu. Halkımızın kanıyla suladık topraklarımızı. Tabii ki baktığınızda çok korkunç bir tablo, acılar üstüne kurulan bir sistem bu. Ancak şimdi bir şeyler konuşulmaya başlandı, ilk defa bazı şeylerin hesabı soruluyor. Bunca yıllık kirlenmenin temizlenebilmesi için çok zamana ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Hâlâ dokunulamayan isimler var. Bunların bir an önce ortaya çıkması, onlara hesap sorulması gerekli. Savaş dünyanın her yerinde büyük bir para kapısı, katiller yaratır. Kara paranın en önemli kaynağı. Biz bunun karşısında durmalıyız. Şiddete prim vermek ancak yeni şiddet ortamları yaratır. Korkusuz ve şeffaf bir toplum için bütün gücümüzü kullanmamız gerekiyor. Ekonomik güç, bunun halka yönlendirilmesi okuma yazma oranının artması, daha bilinçli toplum yaratmak yeni kurulan hükümetlerin en önemli ödevi olmalı. ktidar kavgalarını bir tarafa bırakıp dil, din farkı gözetmeksizin insanını kucaklayabilen yapılanmalara ihtiyacımız var. Biz çoksesli bir toplumuz. Farklılıklarımızla yüzleşmemiz, çoksesliliğimizi güzel bir güç haline getirmemiz gerekiyor. Aşırı milliyetçi tutumlar bugüne kadar yalnızca şiddet getirdi. Toplum olarak insanı ön plana koymaktan başka şansımız yok. Anayasanın birinci maddesi insan hakkı olmalı. Çünkü insanın hakkının gözetilmediği bir toplumun hayat damarları oluşamaz. G VEDAT ÖZDEM ROĞLU M ZAH YAZARI HUZUR, V CDAN VE EMPAT DE hesaplanarak konulmuş bu kutuplaşma. Başkasına yapılanı kendine yapılıyormuş gibi görmek, algılamak en doğrusu. Sapı samandan ayırmanın tek sağlaması şimdilik bu diye düşünüyorum; vicdan ve empati. Genelde polar bir düşünce biçimi hâkim, “öyle değilsen böylesin”, arası yok, ara kavramlar anlamını yitirmiş vaziyette. Büyük bir kutuplaşma var. Farklı renkler de o kutuplara itiliyor. Vicdanımıza biraz daha fazla kulak vermemiz, fikirlerimizi söylememiz, tartışmamız, özgürlük alanlarımızı korumamız gerekiyor. Türkiye bu endekse göre pek barışçıl değil. Evet, sinirli bir ülke Türkiye. Sinirli olmak içinde türlü sebepleri var. Bir yandan da cehennemin ortasındayız, kazan kaynıyor. Dış ilişkiler açısından barıştan yana pek şansımız yok. Kendi kararlarımızı da kendimiz veremiyoruz, bağımlıyız. Ne içinde kalabiliyoruz bu kaosun, ne de büsbütün dışında, yekpare geniş bir planın parçalanmaz akışında... G DERYA ALABORA OYUNCU