Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
9 AĞUSTOS 2009 / SAYI 1220 7 DÜNYALI YAZILAR Bu ülkeyi sanatçılar daha iyi yönetebilir ZUHAL AYTOLUN Gafletin böylesi... ZÜLAL KALKANDELEN ir süredir okuduğum “Muslim Women Reformers Inspiring Voices Against Oppression” (Müslüman Kadın ReformcularZulme Karşı İlham Verici Sesler) adlı kitabı henüz bitirdim. Geçen ay Prometheus Books tarafından yayımlanan kitabın yazarı, Avustralyalı kadın psikiyatrist Ida Lichter. Lichter, 513 sayfalık eserini, “Reform için savaşıp, Cihad’ın hedefi olarak yaşamını kaybeden Müslüman kadın kahramanlara” adamış. Çoğunluğu Müslüman coğrafyasında yaşayan bu kahramanların hikâyelerini ülkelerine göre ele almış. Bazı eksikleri olmakla birlikte, bana göre, okumaya değer bir çalışma yapmış Lichter... Kitabı elime alır almaz, Türkiye ile ilgili yazılanlara baktım. Bu başlıkta sadece iki sivil toplum örgütünden söz ediliyor. Birisi, Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde kurulan ilk kadın merkezi KAMER; diğeri de, Kadın Adayları Destekleme ve Eğitme Derneği KADER. Türkiye’ye ayrılan sekiz sayfalık bölüm, Atatürk devrimleriyle Türk kadınına verilen haklarla başlıyor. Neler anlatılıyor? 1926’da Medeni Kanun’un kabulüyle çok eşlilik yasaklandı.... Eğitim, boşanma, miras gibi konularda kadınlara eşit haklar sağlandı... Türk kadını, 1930’ların ortalarına kadar seçme ve seçilme hakkını kazandı... 17 Türk kadını ilk kez Meclis’e girdi... Türkiye, 1934 yılında, dünyada bir kadının yüksek mahkemede göreve seçildiği ilk ülke oldu. (Kitapta adı verilmemiş ama biz burada analım; dünyada “ilk kadın Danıştay daire başkanı” olarak adını tarihe yazdıran kişi Firdevs Menteşe’ydi.) Bütün bunlardan sonra Atatürk’ün şu sözüne yer verilmiş; “Siyasi ve sosyal hakların kadın tarafından kullanılmasının, insanlığın mutluluğu ve saygınlığı açısından gerekli olduğuna inanıyorum.” Y avuz Bingöl, türküleriyle, sesiyle, müziğiyle girdi hayatımıza. Gün geldi oyunculuğunu konuşmaya başladık. Dizilerde de rol aldı, filmlerde de. Ancak en çok Cannes’dan ödülle dönen Üç Maymun rolü kazındı hafızalara. Peki, müziğinden çok oyunculuğu tartışılan, eleştirilen, hatta “Türkücüden oyuncu olur mu?” şeklinde yürüyen konuşmalardan nasıl arındırmıştı kendisini? Nasıl bakmıştı yoluna? Biz de Bingöl’ü tanımak ve önümüzdeki süreçteki projelerini konuşmak üzere buluştuk. Sakin ve kendinden emin tavrıyla anlattı kendini. Hem ülkede yaşananlara dem vurdu, hem de yapmak istediklerinden söz etti samimi bir şekilde; bazen kırgın ama çokça umut yüklü... Önümüzdeki süreçte Gecenin Kanatları’nda izleyeceğiz Bingöl’ü. Bir de yeni sezonda tiyatro oyununda. Edebiyatçı bir baba ve müzisyen bir annenin oğlu olarak onlardan nasıl etkilendiniz ve nasıl başladı sanat yolculuğunuz? En çok annemden etkilendim. Bizim evde müzik sesi eksik olmazdı. Hep bir bağlama sesi çalınırdı kulağımıza. Kurs görmedim ama usta çırak ilişkisiyle annem sayesinde geliştirdim bağlamayı. Babamınsa etkisi başka. Okul müdürlüğü ve öğretmenliği boyunca hep öğrencileriyle iç içeydim. Yıl sonu müsamerelerinde sahneye çıkardım. Ta ki 12 yaşına kadar. Konservatuvara girdim ve Batı bölümünde okudum. Her alanında bulundum müziğin. Mutfakta iyi pişmiş bir müzisyenim aslında. Oyunculuk nasıl başladı peki? Tesadüfen başladı aslında. Sonra da Cannes’a kadar giden bir hikâyem oldu. Cannes, filmin başarısıydı. Ben ondan beslenmiş oldum. Nuri Bilge, büyük bir yetenek sonuçta. O açıdan şanslıyım. İnsanlar yüzlerce film çekiyor ama ben oynadığım beşinci filmde bu başarıyı yakaladım. Oyunculuk mu müzik mi desek? Müzik tabii. Ben şarkı söylemeyi başka bir boyut olarak görüyorum. Oyunculuk yaparken de çok farklı duyguları yaşıyorsunuz, ama müzikten kopmam mümkün değil. Gerçi biraz uzak kaldım, ama eylül ayında yeni albümümü çıkarıyorum. Çekincelerim var tabii. Sahneye, seyirci karşısına çıkmaya alışkınım yıllardır, ezberime de güveniyorum. Karakteri de iyi tahlil edersem yapabilirim gibi geliyor. Çocukluğumda tiyatro sahnesine çıkmıştım. Deneyimim var. Ama tiyatroda kariyer yapmak kolay değil. Ben sadece denemek istiyorum. Kimse yanlış anlamasın, saygısızlık yapmak istemem. “Denenecek şey mi bu” diyenler çıkabilir. Oysa ben çok şey öğreneceğimi düşünerek deniyorum. Sanatın her alanından bir şeyler öğrenmeye çalışıyorum. Tıpkı bir okul gibi. Çok sakin ve dingin anlatıyorsunuz. Bu tevazu mu yoksa yapınızdan mı kaynaklanıyor? Ya da bir yerlerden taşan bir enerji var da yavaş yavaş mı açığa çıkarıyorsunuz? Dingin biri değilim aslında. Mesela kimsenin kızmayacağı şeye kızabilirim ya da herkesin sinirlendiği bir olayı sakin karşılayabilirim. Kendi içimde bir tenhalığım da var. Ben bağlantıları biraz ters bir adamım galiba. Ama zaten hayat her yönüyle zorlaştı. Artık çember daralıyor. Son 1520 yıldır yapılan sitelerde duvarlar yükseliyor, güvenlik artıyor. Çemberin dışıysa bambaşka bir hayat. ÇEMBERİN DIŞI... Peki siz o çemberin hangi tarafındasınız? Çemberin dışıyla daha çok ilgileniyorum. Dünyanın diğer ucunda yaşanan bir olaydan çok fazla etkilenebiliyorsunuz. Baktığınızda bizim ülkenin koşulları da çok sert. Önemli bir yaşa kadar çok sıkıntı çektim. Hâlâ da bitmiş değil sıkıntılar. 1617 yaşında askeri darbe, 1984’ten sonra askerlik. Hem ülkede hem de çevresinde savaş, kan, katliamlar gördü bizim kuşak. Belli bir yaşa gelmiş olsak da hala zor bir dünyada yaşıyoruz. Kırgınlıklarınız var mı? Pişmanlıklar, kırgınlıklar, kızgınlıklar... Hayat böyle bir şey. Sevinçlerimiz daha az. Mutluluk çok da insana ait bir şey değil. Mutsuz olmayı daha kolay becerebiliyoruz. Öyle bir toplumuz. Belki de dünyanın sorunu bu. Pişmanlıklar, kırgınlıklar, denemeler, başarı ya da başarısızlıklarla beraber tam da olmak istediğiniz noktada mısınız? Yoksa kaçırdığınız şeyler var mı? Elbette vardır. Türkan Saylan hoca gibi çocukların ve gençlerin eğitimini karşılayan bir vakıf kurmak istiyorum. Bir de siyaset tabii ki. Kültür bakanı olmak isterim. Ülkeye hizmetim geçer diye düşünüyorum. Siyasetten kaçmamak gerek. Babadan oğla geçer gibi değil, taze kanla beslenmeli. Meclis’te sanatçı da olmalı, öğretmen de, esnaf da. Sanatçılar genellikle “sanat siyasetin üzerindedir” diyerek uzak dururlar. Ben öyle düşünmeyenlerdenim. İçine girmeliyiz. Bu ülkeyi daha iyi yönetebilir sanatçılar. Daha güler yüzlü bir ülke olabiliriz; daha hoşgörülü, anlayışlı... Siyaset demişken, politik sinemayı nasıl görüyorsunuz? Yılmaz Güney’den sonra kimse politik sinema yapmadı ki. Herkes kıyısından geçiyor. Türkiye’deki gerçekleri eğip bükmeden anlatan biri yok sinemada. Popüler işler yapılıyor hep. Maraş Katliamı’nın, Çorum’un, Sıvas’ın anlatılması lazım mesela. Güneydoğu ve Kürtlerle ilgili filmler yapmak lazım. Biraz da bıçak sırtı bir iş. Sistem izin vermiyor zaten. Ama sinemanın bağımsızlığına ve sanatın gücüne inanmak gerekiyor. Sizin böyle bir projeniz var mı? Ben yapmak isterim demiyorum, yapılmalı. Mahsun’un Güneşi Gördüm filmi cesur bir adım mesela. Yeterli değil, daha fazlası yapılmalı. Türkiye’de aslında hâlâ görünmeyen bir denetim mekanizması var. Hiçbir şeyin özgür olmadığı bir ülkede yaşıyoruz; hem de özgürmüş gibi gözükürken. Gizli bir güç, el varmış gibi. İnsanlar sanıyor ki 80 darbesi yaşandı bitti. Oysaki etkisi sürüyor. Zor Türkiye’de bazı şeyleri özgürce ifade edebilmek. Yine de umudu yitirmemek lazım. Gecenin Kanatları’nda da zor bir role soyunuyorsunuz... Senaryosunu Mahsun Kırmızıgül yazdı, Serdar Akar yönetiyor. O da bıçak sırtı bir hikâye. İntihar eylemcisi bir kadın militanın hikâyesi anlatılıyor. O örgütün liderini oynuyorum. Evet, zor bir rol... G B TİYATROYU DENEYECEĞİM... Çok eleştirildiniz, “Türkücüydü, oyuncu oldu” diye. Peki ya oyuncu olduktan sonra size karşı davranışlarda değişiklik gözlemlediniz mi? Fanatik dinleyici kitlem, türkü söylememi ve başka şekilde görünmememi istiyor. Ama söz ettiğiniz eleştirileri, oyunculuktaki başarılar yok etti. Artık eski eleştiriler yok. “Fena değil, bu işi de kıvıracak adam galiba” dediler belki de. O yüzden üzerime gelmediler. Olsa da aldırmam zaten. Belki Türkiye’de her şey birbirine geçmiş durumda, kimin ne yaptığı belli değil. O yüzden bu kadar eleştiri yapılıyordur. Ama iyi ile kötü bir şekilde ayrılıyor birbirinden. Bunu görmek lazım. Farklı bir alanda görmek mümkün olacak mı sizi? Var mı bir projeniz? Yönetmenlik düşünmedim hiç. Ama insanın kendi hikâyesini daha iyi çekebileceğine inanıyorum. Ciddi bir teknik destekle tabii. Yaşamıma ilişkin birkaç öyküm var, belki ileride sinema filmi olarak değerlendirebilirim. Bu yıl ise tiyatro denemek istiyorum. Sadri Alışık Tiyatrosu’yla 72. Koğuş’ta Tatar Ramazan’ı canlandıracağım. İlk kez bir tiyatro sahnesinde olacağım. Benim için önemli bir deneyim. İlk kez tiyatro sahnesine çıkıyor olmak çok cesur bir girişim değil mi? *** Fakat Türkiye ile ilgili sorun şu ki; yeni kurulan Cumhuriyet’te kadın hakları konusunda atılan o büyük adımlara karşın, bugün Türk kadını, sosyal ve siyasal alanda olması gereken yerin çok gerisindedir... Ida Lichter, kitabında “1990’lardan bu yana Türkiye’nin İslami köktendinciliğin dirilişine tanık olduğunu; kadın hayatının (ve bedeninin), İslamı modernleştirme çabaları için bir sahne haline geldiğini” yazmış. Peki, ne oldu da “insanlığın mutluluğu ve saygınlığı açısından gerekli olan haklardan” vazgeçme gafletine düşüldü? Nasıl oldu da Türkiye, 83 yıl önce Ortadoğu’da ve hatta dünyada kadın hakları konusunda önder bir ülkeyken, bugün döneminin çok gerisine düştü? Geçmişte kadınların birçok alanda öncü olabildiği bir ülke, neden 2000’lerde kadınerkek eşitliğinde Avrupa standartlarını yakalayamadı? Zaman ilerledikçe gündeme gelen bu geriye gidişin sorumluları olmalıdır... Kimlerdir onlar? Kadının hayatını ve bedenini tahakküm altına alma gayretine düşenlerdir elbette... 2007’de hazırladıkları anayasa taslağında, kadınları “çocuklar, yaşlılar ve engelliler gibi özel surette korumayı gerektiren kesimler” arasında sayanlardır... “Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir” şeklindeki maddeyi kaşla göz arasında değiştirme hevesine kapılanlardır... Kadına, “Meslek sahibi ol, ekonomik özgürlüğünü kazan,” demek yerine, durmadan en az üç çocuk doğurmasını öğütleyen siyasetçilerdir... Kadın üzerinde egemenlik kurmak için dini siyasete alet edenlerdir... Açıkça bir baskı aracı olan türbanı, çarşafı, “özgürlük” adına savunanlardır... Mustafa Kemal Atatürk’ün açtığı uygarlık yolunu, laiklik ilkesinden verdikleri ödünlerle tıkayanlardır... İnsanlığın mutluluğu ve saygınlığı açısından gerekli haklardan vazgeçenlerdir... Bu, gafletin ta kendisidir... G www.zulalkalkandelen.com / kzulal@yahoo.com Yavuz Bingöl’ü herkes farklı bir yönüyle tanıyor. Kimisi için sesi, kimisi için oyunculuğu ön planda. Siyasete uzak görünse de aslında tam kalbinde, ama karar için zamanı olduğunu düşünüyor. Türkiye’nin daha yaşanabilir bir yer olabileceğine inanıyor. Fotoğraf: Vedat Arık C M Y B C MY B