22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

6 PAZAR YAZILARI 9 AĞUSTOS 2009 / SAYI 1220 Yazarımsılar ADNAN BİNYAZAR “Ahlak” kavramı belli tanımlarla sınırlanamaz. Çünkü toplumların kültür alanı genişledikçe ahlak ilkeleri de değişime uğruyor. Toplu yaşam, düzeni sağlayacak ilke oluşumuna yol açmıştır. Deneyimler, düşünsel gelişmeler, sanatsal üretim; ilkelerin anlam alanını sürekli besleyip genişletir. Her değişim, olayları değişik açıdan yorumlama yetisi kazandırır insana. Hıristiyanlığın yayılışı, İslamlığın doğuşu, sınıfsal katmanlaşmalar, aydınlanma devrimi; ahlak kavramında yeni ölçütleri zorunlu kılmıştır. Bilim insanının ahlak anlayışıyla, yaşamının odağına dinselliği oturtanların ahlaka bakışlarındaki farklılık bu doğal değişimin sonucudur. Bundan dolayı, “insanın doğuştan getirdiği ya da sonradan kazandığı, birtakım tutum ve davranışların tümü... Kişide huy olarak bilinen iyi ve güzel nitelikler... Toplum içinde bireylerin uymak zorunda bulundukları davranış biçim ve kuralları...” türünden ahlak tanımları yalnızca sözlüklerde yer alabilecek, anlam alanı kalıplaşmış sözel biçimlemelerdir. Bu içerikteki bir ahlak tanımı rahatlıkla “erdem, görgü, kişilik” vb. kavramlara da uyarlanabilir. Hırsızlığı zekâ ve kurnazlık ürünü sayan toplumlarda, gözden sürme çalmayı en iyi beceren kişinin erdemli ya da ahlaklı sayılması gibi, insanın düşünsel gelişimine ya da çöküşüne göre, bir kavramın anlam alanı kapsam kazanır, ya da tıkızlaşıp yozlaşır... Çelişkili bu durum, değersizliğin “değer” sayıldığı toplumların ölümcül hastalığıdır. Hayat, ancak zamanı yenmesini bilenler için bir değerdir. Bu bilinçten yoksun olanlarda zaman kaygısı yoktur. Onlar, günlerini gün etmekten, çıkarlarını yoluna koymaktan başka bir şey düşünmezler. Bu yapıdaki kişilerin günümüzün kimi yazarlarını anıştırması ne acı! Düşünsel bağımsızlığı kişiliğine yansıyan bir yazar, sırtını bir yere dayamaz. JeanPaul Sartre’ın vurguladığı gibi, o, aç milyonlardan yanadır; egemen güçlerin, emperyalistlerin, haksızlığı hak sayanların el ulağı değildir! Hele, cebini çıkarı uğruna yabancı paralarla dolduran döneklerden hiç değil!.. Oysa günümüzde, nice değerleri adlarıyla kirleten yazarımsılar ortalarda fink atıyor. Biri çıkıp da bunları bilimsanatdüşünce ahlakının imbiğinden geçirse, hepsi kendini zamanın kokuşmuş çöplüğünde bulur! Çok kişi, ağzı kalabalık, kendini ayrıcalıklı gösteren, bir yerlere girip çıkan, özel uçaklarda viski yerine şerbet içen bağımlı gazetecileri yazar sanıyor... Cehalet, cahilin incili kaftanıdır; düşüncenin bir namusu olduğunu akıllarından bile geçirmeyen bu tür adamların ağzına bakarak ülkeyi yönetmeye kalkanlar ne yazık ki her dönemde onlardan az olmamıştır! Bugünküler, kurtuluşkuruluş yıllarında İngiliz koruyuculuğu ve Amerikan güdümüyle bağımsızlığa ereceğimizi savunanları aratmıyorlar. O dönemde de az değillerdi. Tarihte bu yer hiç boş kalmamıştır, kalmayacaktır da... Ahlak yoksunu bu tür kişilerin yerini her zaman dolduran biri çıkacaktır... Onlarla ancak ahlakını vicdanıyla besleyen kişiler baş edebilir. Böyle bir vicdanın tanımı sözlüklerde değil, kendini aklın ışığıyla donatanların beynindedir. Kesin olan şudur ki; cebinde çıkar şebekelerinin çekini taşıyan dönek ruhlu yazarımsılar, böyle bir vicdana hep yabancı kalacaklardır... G binyazar@gmail.com Goa’dan ilham aldı, tasarımlarını yarattı Burcu Kutluk; Türkiye güzelliği, modellik ve oyunculuk sıfatlarının hepsini geride bırakıp bir yolculuğa çıktı. Hindistan’da üç yıl süren bu içsel yolculuğun sonunda tasarımcı olarak Türkiye’ye döndü ama aklı hâlâ Goa’da... SİNEM DÖNMEZ ROL YAPMAKTANSA “OLMAK” DAHA KOLAY Fotoğraf: Vedat Arık T ürkiye güzeli, model ve oyuncu. Ama hepsi eskide kalmış, şimdi ise ilhamını Hindistan’ın rengârenk Goa eyaletinden almış bir tasarımcı Burcu Kutluk. İlk koleksiyonu Lakshmi’yi geçtiğimiz günlerde tanıttı. Hint sarilerinden yaptığı kimono, sabahlık benzeri giysilerden oluşan koleksiyonunu konuşmak üzere buluştuk Kutluk’la. Goa’nın renklerini, ruhunu tanımış iki kişi olarak sohbetimizin tadı da başka oldu. Hindistan’a gitmek aniden alınacak bir karar değildir. Üstelik sadece gezmeye değil, bir süre yaşamaya gidiyorsanız gerçekten bir nedeniniz olmalı. Peki Kutluk’un yolu Hindistan’la nasıl kesişti? Türkiye’de yaşadığı büyük koşuşturmacadan çok sıkılması olarak açıklıyor bunu Kutluk. Bir yandan okul, bir yandan modellik, diğer yandan yeni başladığı oyunculuk derken, “durmak” istemiş. Kendisine “bu hayat nereye gidiyor” diye sormasıyla da ağır çekime geçmiş her şey. “Başka şeyler aramaya başladım, sonra bu arayış kendi içime doğru bir yolculuğa dönüştü” diye anlatıyor o günleri. “Aslında yoga ve Osho gibi spiritüel anlamda gelişimime katkısı olan şeylerin hayatıma girmesiyle başladı her şey” diyor. Tüm bunların kalbi de Hindistan olduğu için kalkıp gitmiş. Önce iki ay diye düşünmüş, sonra altı aya uzatmış, bir yılın sonunda da dönmek istememiş. Ta ki üç yılın sonuna kadar... Zaten hızlı olan yaşamına bir anda giren oyunculuk kafasını karıştırmış Kutluk’un. Ben bunu yapmayı gerçekten istiyor muyum, oyunculuk nasıl bir şeydir sorusunu sorabilecek, kavrayabilecek bir durumda değilmiş ilk teklifler geldiğinde. Şu an bağımsız bir filmde rol alan Kutluk, artık oyunculuğun nasıl bir şey olduğunu anladığını söylüyor. “Oyunculuğun bana ne kadar yakın olduğunu anlıyorum ancak onu göremedikten sonra yapmanın âlemi yoktu” diyor. Elif ve Ertan Alagöz’ün yönetmenliğini üstlendiği, Okan Yalabık, Azra Akın, Cemal Hünal, Kaan Urgancıoğlu’yla birlikte rol aldıkları filmin çekimleri bitmek üzere. Bu sırada Jack Nicholson, Johny Depp’in koçları Eric Morris’in kursuna gitmiş. Metotsuzluk üzerine bir kuramı olan Morris, “Rol yapmak değil, olmak” düsturunu benimsetmiş Kutluk’a. “Oynamak çok yorucu, olmak çok kolay. O kişi olduğunuzda, kendinizi o noktaya getirebildiğiniz sıfır noktasında o karakterin duygu durumu nedir sorusunu soruyorsunuz. Ve o duygu durumuna ben nasıl girebilirim diye düşünüyorsunuz. Çalıştıkça insana çok iyi geliyor, dışavurabilme hissi çok güzel. Kendimi oyunculuk konusunda geliştirmeye çalışıyorum. Kendinden sıyrılmak lazım” diyor. G KENDİMİ KEŞFETTİM... Pune, Hindistan’ın güneyinde bir şehir. Meditasyon anlamında aradığınız her şeyi bulabileceğiniz yerlerden biri. Burcu Kutluk da orada meditasyonun derinliklerine girmiş, pek çok türünü denemiş. Musonlar bastırdıktan sonra Goa’yı bulmuş. “Goa’ya gittiğim otobüsten sabah çok erken saatlerde indim, yolda yavaş yavaş ağaçlar üstüme gelmeye başladı, turuncu bir toprak ve muhteşem Portekiz evlerini gördüm. Durdum ve tamam dedim. Burada yaşamak istiyorum, artık arayacak bir şey yok.” Goa’da uzunca bir süre kalmış. “Acaba her şeyin bu kadar hızlı ve bu kadar otomatik bir şekilde aktığını düşünen bir tek ben miyim” sorusunun yanıtını da Goa’da bulmuş: “Hayır.” İçinde olan biteni ise bir yolculuk olarak tarif ediyor Kutluk. Durup bir mola verdikten sonra içinde bloke ettiği, görmezden geldiği enerjiyi keşfettiğini anlatıyor: “Ben kim olduğumu; neyi, niye yaptığımı anlamakla ilgili bir yolculuğa çıktım. Bir şekilde kendimi daha açık hissetmeye başladım yeni gelen enerjilere; bu kıyafet yapmaksa kıyafet yapmak, resim yapmaksa resim yapmak, şarkı söylemekse şarkı söylemek. Varolan, akan bir enerji, o yüzden göremiyoruz, tutuyoruz, bloke ediyoruz. Kendimize hep sıfatlar veriyoruz, cı eklerini kullanıyoruz. Onlar ortadan kalkınca o enerjiyi görebiliyorsun. Durup, ben ne yapmak istiyorum ve neyim sorusunu sormak aslolan. O noktada elinde olanları kaybetmekten korkmamak gerekiyor. Bu ille de Hindistan değil ama insan hayatında bir noktada durmayı bilmek lazım.” Lakshmi’nin moda çekimi. Neden kıyafet tasarlamayı seçti peki? Hindistan’ın geleneksel giysisi sarilerden çok etkilendiğini söylüyor Kutluk. Hiçbir medeniyetin artık geleneksel giysilerine o kadar da bağlı olmadığını söylüyor. “Küçücük fakir bir evin içinden bir kız çıkıyor, üzerinde cart pembe bir sari, saçları örülü, gözleri sürmeli, tertemiz banyodan çıkmış gibi görünüyor, o kadar zarif, o kadar güzel ki... Ama banyosu yok biliyorum olmadığını. Gerçekten her biri zarafetin sembolü” diyor. Sarilerin renklerinin o geniş dünyasından da çok etkilenmiş. O zenginlik, kendini renkle ifade etme biçimleri ve saf ipekten yapılmaları çok hoşuna gitmiş. O da kendisine etekler, elbiseler çizip dikmeye başlamış. Ama Goa’da hava çok sıcak olduğundan onları giyecek ortam yok. Bu yüzden de kendisi gibi evde vakit geçirmeyi seven kadınlar için giysiler tasarlamaya başlamış. “Ben de evde oturmayı, kitap okumayı, müzik dinlemeyi çok seviyorum. O zaman evde giyilebilecek bir kıyafet yaratmak istedim. Sabahlık, kimono cinsi şeyleri çok seviyorum; seksi hissettiriyor, hem de yokmuş gibi rahatlar. Kendime ve arkadaşlarıma bunlardan yapmaya başladım” diye anlatıyor tasarımlarının başlangıcını. Daha sonra eski sarileri toplamaya başlamış. Kullandığı sarilerin her biri tek. Kutluk, tasarımlarını etnik giysilerden hoşlanan ve kendine güvenen kadınların tercih edebileceğini söylüyor. Daha sonra farklı kumaşlar kullanmayı da düşünüyor; çanta, takı, sandalet gibi alternatifler de tasarlamayı planlıyor. Kutluk’un tasarımları Ümit Ünal’ın Tünel’deki Doors adlı atölyesinde bulunabilir. G Bölünmüşlük nedir bilirim... AYLİN KOTİL azılarımı takip edenler annemin Alman olduğunu bilirler. Eski Doğu Almanya’dan. Tam açılım, Kürt meseleleri konuşulduğunda hep içimi burkan duyguların yüzeye çıktığını hissettim. Neden? Çünkü duvarın her iki yanında randevulaşan akrabalara şahit oldum çocukluğumda. Akrabalar, dostlar, kardeşler duvarın çizdiği sınırla birbirinden ayrılmıştı Almanya’da. Aynı dili konuştukları ve aynı ırktan oldukları halde. Hatta komşular bile o duvarın gazabına uğramıştı. Her gün rahat rahat konuşurken ayırıvermişti duvar onları. Duvarın iki arka tarafı o zamanın şartlarında haftalar öncesinden anlaşılır, gün ve saat tayin edilir, birbirlerine uzaktan el sallayabilmek için organize Y C M Y B C MY B olurlardı. Bu trajedi onların hayatının bir süsü ve ne yazık ki hayatlarının bir heyecan vesilesi olurdu. Duvarın Batı tarafındakiler uzunca bir süre branda çekerek nöbet tuttu. Duvarın Doğu tarafından atlamak isteyen olursa kurtarabilmek için. Daha sonraki yıllarda duvardan atlayıp ölen yaşlı kadının fotoğrafları filmlere bile konu olacaktı. Sınırı korumakla görevli Doğu Alman askeri kaçarken arkadaşlarına yalvaran gözlerle bakacaktı beni vurmayın diye. Onu vurmadılar. Hatta şimdi eski duvarın olduğu yere heykelini diktiler. Geçen altmış yıllık zaman, iki tarafın üzüntüsünden başka bir fayda sağlamadı. Şimdi duvarın olduğu yeri ziyaret eden gençler bu kavganın sebebini anlamakta zorlanıyor. Yaşanan bunca acının ve kaybolan bir kuşağın acıları siz oraları gezerken ister istemez sizi sarıyor. Tüm bunlar gözümün önünden geçerken Kurtuluş Savaşı’nı birlikte verdiğimiz aklıma geliyor. Ve varsa bir Kürt sorunu ne zaman başladı, neden hâlâ çözülemiyor anlamakta güçlük çekiyorum. Bu kadar genç, birbirini neden vurduğunu bile bilmeden öldü. Evlere düşen acı bazen iki misli. Çünkü hem asker ölüyor aynı evden hem de kardeşi olan karşı taraf! Aynı evlerin içinde taraf oldular, görünmeyen duvarlar çekildi evlere. Daha ne kadar acı çekmemiz gerekiyor? Önümüzdeki kuşaklar bir anlam veremediğinde ve neden diye sorduğunda onlara ne söyleyeceğiz? İşin beni en çok ilgilendiren tarafı ölen genç çocuklar, acı çeken aileler... Geç kalınmış çözümleri daha ne kadar bekleyeceğiz? Evlerdeki duvarlar ne zaman yıkılacak? G Aylin@kotil.web.tr
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle