Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
4 PAZAR YAZILARI 26 TEMMUZ 2009 / SAYI 1218 Atları da vururlar... ADNAN BİNYAZAR Zeynep Oral: Torunlar beni kötü yola soktu... MİYASE İLKNUR eynep Oral, bizim gazete içinde “devremülk” diye ad taktığımız beşinci katın sakinlerinden. Yazarların olduğu bu katta bir ikisi dışında her gün gelenlerin sayısı az olduğu için herhalde bu isim takılmış. Bu katın sakinleri de sakin insanlardır genelde. Eğer kafanızı içeriye uzatmazsınız birilerinin orada olduğunu fark etmezsiniz. Zeynep Oral olduğu zamanlar hariç. Aslında o da yapısı gereği çok sakindir ama onun geldiği hemen belli olur. Gelir gelmez bir çırpıda gazeteyi dolaşır. Koridorlarda karşılaşmadıysanız ya bulunduğu odadan ya da Genel Yayın Yönetmeni İbrahim Yıldız’ın odasından gelen cıvıl cıvıl kadın sesinden onun geldiğini anlarsınız. Muhtemelen son gittiği iş gezisindeki izlenimlerini anlatıyordur. Diğer yazarların çoğu evden yazdıkları için “devre mülk”e sık gelemiyorlar. Ama Zeynep Oral’ın ki pek öyle değil. O Şükran Soner gibi, o panelden bu panele, o kültürsanat festivalinden ötekine ya da çalıştığı bir sivil toplum örgütünün faaliyetleriyle haşır neşir olduğundan yazısını bazen evden yazmak zorunda kalıyor. Bavulu kapı arkasında gazetecilerdendir. Yine İbrahim Yıldız’ın odasındaki bir sohbet sırasında “Torunlar nasıl” sorusuna “Yedisi de çok iyi” deyince şaşkınlıktan donakaldık. Meğer tam yedi tane torunu varmış Zeynep Oral’ın. İki oğuldan yedi torun. Büyük oğlu Emre Oral, 1968 doğumlu, işletmeci. Zeynep Oral’ın deyimiyle “68 Baharı” her daim “filozof”. Küçük oğlu Kerem Oral 1970 doğumlu, baba mesleği mimarlık icra ediyor. Zeynep Oral, ona hamileyken “Hair Müzikali”ni Türkçeye çeviriyormuş, o nedenle her daim delikanlı olduğunu söylüyor. Hep kültür sanat konusunda söyleşi yapılacak değil ya Zeynep Oral’la. Biz de torunlarını konuşalım istedik. Ailesinin özele giriyor diye azıcık muhalefeti oldu ama neyse ki “torun” konusu açılınca gözlerinin içi gülen Zeynep Oral’ı ikna etmek pek zor almadı. İ C M Y B C MY B yi yetişmenin besleyici kaynakları sınırsızdır. Bireysel farklılıklar sınırsızlığın alanını daha da genişletir. Yetişimde çevresel koşullarla kültürel ortamın ne denli belirleyici olduğu biliniyor. Ortam ne denli elverişli olursa olsun, aileokulyönetim arasında bir etkileşim yaratılamamışsa, en yetenekli kişilerde bile gelişme olmaz. Bir yanda yetişmekte olanı yönlendirirken dilinde tüy bittiğini söyleyen babaanneağabeyakraba; onun karşısında, elinden öfkeli çıkışlar yapmaktan öte bir şey gelmeyen genç varsa, böyle bir ortamda ne etkileşimden, ne dayanışmadan söz edilebilir. Aile içinde alışkanlığa dönüşen bu çatışma iki tarafta da kişilik aşınmasına yol açar ki, bu, onlar arasındaki kopukluğun da temel nedenidir. Bu kopukluk, geleceğini yalnızca futbol yıldızı ya da şarkıcı olma hayalleriyle süsleyen bilinçsiz gençlerde tam bir yıkıma yol açar. Genci tekdüzeleşmiş yaşamından alıp üretici alanlara sanat değeri olan müzik, resim, yazınsal ve düşünsel kitaplar yöneltir. Kültürel beslenmesi bu alanlardansa kişi yeni bir kimlik kazanabilir. Öyle değilse, ancak sıradanlığını sürdürür. Yetişme çağındaki bir gence sanatsal eğitim verilmeyip, kafası ezbere dayanan bilgilerle doldurulursa, onun tekdüzeleşmiş alışkanlıklarından kopması olanaksızdır. Bu eğitimden yoksun bırakılan gence bundan büyük kötülük de yapılamaz. Gençleri testlerle sonu gelmez yarışmalara sokan ezberci eğitimin zararı buradan geliyor. Var sayalım, genç, testlerden geçip üniversitenin istediği bölümüne girdi, istediği olamıyor. Oluyor, iş bulamıyor. Buluyor, ama kendi eğitim alanının dışında... Öyleyse niye onca sınav, yıllar alan öğrenim? İlköğretimden başlayıp üniversiteye, gençlerin yarış atları gibi koşuya sokulmaları, eğitimin en kör noktasıdır. Devlet ve hükümet yöneticileri, eğitimciler; ulusal emek birikiminde bunun ne kayıplara yol açtığını düşünüyorlar mı? Bu kargaşa, Horace McCoy’un, 1929’da Amerika’yı sarsan ekonomik bunalımı konu ettiği “Atları da Vururlar” adlı romanındaki olayları anımsatıyor. İşsizlik doruk noktasına varmış, halk, tutunabilecek dallar arıyor. Sydney Pollac’ın 1969 yapımı filminde, 1500 dolar ödüllü dans yarışmasına katılanlar, elenene değin pistte koşacaklardır. Bu insanlık dışı yarışma, eski Roma’da gladyatörlerin birbirini öldürmesini tribünlerde sevinçle izleyip çılgınca alkışlayan bilinçsiz kalabalıkları getiriyor gözler önüne. Katılımcılar direnemeyip azaldıkça pist ölüm kalım arenasına dönüyor. Sonunda, tragedyalarda olduğu gibi, biri kadın, biri erkek, iki kişi dans pistinde ölümün kara kucağına düşüyor. Dünyada haksızlığın, eşitsizliğin önü alınmadıkça dans pistlerinde ölüme gidenler hep olacaktır. Bizde ekonomik darlığın da etkisiyle eğitimin düştüğü şu sefalete bakın!.. Üniversite giriş sınavlarında sıfır puan alan 30 bin genç bunu kadere bağlıyor. Cinnet getirenler, eşlerini, çocuklarını öldürüp şakağına tabanca dayıyor, sevdalılar sevgililerinin boğazını kesip kayıplara karışıyor... 20. yüzyılda, koşmaktan yılkıya çıkarılan atları vuruyorlardı. Günümüzün çarpık düzeninde ise, kötülüğün gazabına uğrayan soylu atlar, tanrı bozuntularının kirli sunaklarında toplu katliama uğruyor... G binyazar@gmail.com Z müthiş bir özgüven veriyor. O nedenle yineliyorum; yaş almak iyi bir şey. Zamanını seçtiğini söyleyen Zeynep Oral, sürekli gezen, bir yığın sivil toplum örgütünde faal bir şekilde çalışan, paneller, konferanslar ve tabii ki gazete yazılarıyla kitaplar arasında dolaşıyor... Bunları özellikle mi seçtiniz yoksa bir şekilde sürükleniyor musunuz? Y oo, kesinlikle sürüklenme değil. Bazen sürüklenme oluyor tabii ama bilinçli bir seçim. Öyle inanıyorum ki bu ülkede her şeyden ben sorumluyum. Eğer bu ülkede iyi bir şeyler oluyorsa da sorumluyum, kötülükler, haksızlıklar, yoksulluklar, yolsuzluklar oluyorsa da sorumluyum. İnsanların yalnız eleştirmesine ve yakınmasına müthiş karşıyım. Ancak para kazanma dışında o eleştirdiğimiz gelebilir miyiz ya da sen bize gelebilir misin?” dedikleri anda ne yazı, ne randevu, ne toplantı, ne verilmiş söz hiçbirini gözüm görmüyor. İki oğuldan yedi torun. Küçük çapta siz de bir aşiret olmuşsunuz. Oral aşireti. Bizim çocuklar biraz çalışkan çıktılar. Aslında çocuklarım ve “kızlarım” dediğim (Nuşin ve Virginie) gelinlerimin iş yoğunluğu hayli fazla. Ama demek ki çocukları da çok seviyorlar. Küçük oğlumun iki tane ikizi var. Öbürünün üç. Bebeklerle ilgili çok sevdiğim bir Rus atasözü var, bunun ne kadar doğru olduğunu torun sahibi olduktan sonra anladım. Şöyle diyor atasözü; “Anne ile baba bebek biran önce uyusun ister. Büyükanne ile büyükbaba ise bebek biran önce uyansın ister” Bu çok doğru bir söz. Eğer onlara gittiğimde bebekler Zeynep Oral’a bakıp da yedi torun sahibi olduğunu tahmin etmek çok zor. Neredeyse küçük bir aşiret olmuşlar. Kitaplar, gazete yazıları, paneller, konferanslar, sivil Oral oğullarıyla. Yıl 1970. toplum örgütlerinin çalışmaları arasında önceliği artık torunları olmuş Zeynep Oral’ın. Açıkça söylüyor, onlar aradığında verilmiş sözleri bile olsa gözü hiçbir şeyi görmüyor... dezavantajlarını o günle bugün arasında kıyaslar mısınız? Bugün basında çalışan çok kadın var ama manşetleri hâlâ erkekler atıyor. Yöneticilerin ezici çoğunluğu erkek. Eski yıllarda kadınların meslekte tutunabilmesi için erkeklerin on katı fazla çalışması gerekiyordu. Eşit işe kesinlikle eşit ücret almadık. Bugün gazetecilik çok farklı. Etaplar atlaya atlaya gidilebilir. Herhangi bir alanda ünlü olmak gazeteye yazı yazmak için yeterli. Mesleğe başladığımız yıllarda öyle değildi. Köşe yazarlığı yapmak için önce muhabirlik yapmış olmak gerekirdi. Medya dünyasında bugün görünürlük ön planda. Hiç anlamadığım bir şey var; çirkin, şişman, kel kafalı erkekler kaç yaşında olursa olsun görsel medyada boy gösterip ahkam kesebiliyor ama aynı şey kadınlar için geçerli değil. Çocukların işinizle ilgisi ne? En büyük destekçim, en sıkı eleştirmenlerim onlar. “Meslek Yarası” kitabımda hem çocukların hem Ahmet’in işimle ilişkilerini ayrıntılarıyla anlattım. “Kadın Olmak” kitabım 1985’te yayımlandı, ki en popüler kitabım, bugünün yetişkinlerini kadın sorunlarıyla karşı karşıya getirmekte önemli rol oynadı. Yıllar sonra çocuklar bana itiraf ettiler: “Yazdığın tüm kitaplar içinde en çok o işimize yaradı. Evden aşırıp gözüne girmek istediğimiz kızlara senin kitabı hediye ederdik!” Şaka bir yana hem iki çocuk, hem eşim habire beni daha çok çalışmaya zorlar... Eşiniz ünlü bir mimar ve o da en az sizin kadar yoğun. Türk erkekleri genelde yoğun bir işte çalışıyorsa eşlerinin arkasını toparlamasını bekler ve ister. Ahmet Bey’den bu yönde sızlanmalar olmadı mı hiç? Ahmet’i tanıdığımda ona âşık oldum ve evlendim. Ondan profesyonelliği öğrendim. İnsanın yaptığı işin onun kimliğini belirlediğini öğrendim. Emeğin, çalışmanın, işin, amaç değil, araç olduğunu, kişinin kendini geliştirmesi için bir araç olduğunu öğrendim. O bir ‘mükemmeliyetçi.” İnsanın, bir iş yapıyorsa, yapabileceğinin en iyisini yapması gerektiğini savunur. Hayatta yalnızca kendimle yarışmam gerektiğini de ondan öğrendim. Daha ilk günden, öğrenmenin, çalışmanın, bizim yaşam biçimimiz olacağını kavradım... O gün bugün, hep yanımda oldu, beni destekledi, hep ufkumu genişletti. G Zeynep ve Ahmet Oral yedi torunuyla birlikte (üstte). Yıl 1976, Oral çocukları Emre ve Kerem’le (altta). YEDİ TORUN, 17 KİTAP Zeynep Oral’ın malvarlığı herhalde bu olmalı. Yedi torun, 17 kitap. Evet kitaplarım, torunların, dostlarım ve sevdiklerim. Sizin fizyonominize bakınca yedi torunlu bir babaanne olacağınıza kimse ihtimal vermez? Merak etmeyin yaşınızı sormayacağım. V alla yaşımı göğsümü gere gere söylerim. 63 yaşındayım. Yaş almak muhteşem bir şeymiş. Hiç ama hiç unutmuyorum, o zaman Cumhuriyet gazetesinde değildim; tam da elli yaşımı bitirdiğim gün Cumhuriyet’ten biri telefon edip “Elli yaş üzerine kadınlarla röportaj yapıyoruz, yaşlanmak nasıl bir şey?” diye sordu. Cevabım çok içtendi, “Yaş almak müthiş bir özgürlük kazandırıyor insana. Harika bir özellik bu. İkincisi daha seçici oluyorsun. Zamanını, yaptığın işleri, dostlukları seçiyorsun. O da insana şeyleri düzeltmek için çalışırsak, emeğimizi ve zamanımızı verirsek o zaman eleştirmeye hakkımız olabilir. Yoksa parmağını bile oynatmadan eleştirenlere çok karşıyım. Daha da ileri gidiyorum, sivil toplum kuruluşlarında çalışmayan insanlara benim zerre kadar saygım yok. Aaa biz güya torunları konuşacaktık, nerelere gittik? Bu kadar yoğunluk içinde torunlara yeteri kadar zaman ayırabiliyor musunuz? Bu torunlar beni kötü yola soktu. Eskiden işim her şeyden önemliydi. O an yazı yazmam gerekiyorsa gözüm hiçbir şeyi görmezdi. Şimdi torunlar yüzünden yalan söylediğim oluyor. Bütün torunlar, tabii konuşabilen torunlar bana “Zeyno” diyor. Hiçbiri babaanne ya da nine demiyor. Bütün yakınlarım bana “Zeyno” dediği için onlar da duya duya aynı şekilde söylemeye başladılar. Bazen torunlardan bir telefon, “Zeynooo, bizi hiç özlemedin mi? Sana uyuyorsa bayağı bozuluyorum. Bir an önce uyansalar da biraz okşasam ve oynasam diyorum. Sizin üç torununuz sanırım aynı gün doğdu, değil mi? Tamamen rastlantı. İki ayrı hastanede, İstanbul trafiğinde ve ben o gün yazımı yazamadım. O gün önce büyüklerin çocuğu olurken ben de “Küçük nerde, niye ağabeyinin yanında değil” diye söyleniyorum. Küçüğe telefon ediyorum, o da renk vermiyor ve “Anne işim var” diyor. Meğer beni heyecanlandırmamak içinmiş. Onun üzerine büyük oğlum dedi ki, “Anne kardeşime kızma çünkü onların da şu anda diğer hastanede bebekleri oluyor.” Ben heyecandan ne yapacağımı şaşırdım. Torunlarla Ahmet Oral’ın mı sizin mi aranız daha iyi? Hanginize daha düşkünler? Eşimin çalışmaları çok yoğun. Ama şunu itiraf edebilirim, eşim de çocuklardan söz ederken sesi değişiyor. Torunlar ikimizin de en yumuşak tarafı. Artık sohbetimiz torun sohbetine yönelik olmaya başladı. Oturunca şu şunu yaptı diye torunlardan söze başlıyoruz. KADIN OLMAK... 53 yaşında babaanne oldunuz. Siz mi, çocuklar mı aceleci davrandınız? Hem ben hem de çocuklar. İnsan kendi çocuklarını büyütürken hep büyük sorumluluk, korkular, aman yanlış yapmayayım, en doğrusunu, en iyisini yapayım kaygısı var. Ancak torunda bu tür kaygılarınız yok. İşe gidersin aklın evde kalır, eve gelirsin aklın iştedir. Annem bu konuda bana çok destek oldu. Ama en az onun kadar yardımcı olan biri de kocam... Kadın gazetecilerin çocuk sayısı nadiren biri geçiyor. Siz iki çocuğa nasıl cesaret ettiniz? Siz herhangi bir erkeğe, babalık görevleriyle, iş hayatınızı nasıl denkleştiriyorsunuz, nasıl vakit ayırabiliyorsunuz diye sordunuz mu? Lütfen ayrımcılık yapmayalım. Sizin mesleğe başladığınız yıllarda kadın gazeteci sayısı fazla değildi. Basında kadın olmanın avantaj ve