Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
8 5 EKİM 2008 / SAYI 1176 Bağımsızların stratejisi Zülal Kalkandelen A merika’da John McCain’in ve Barack Obama’nın değişimi temsil edemeyeceğini düşünenlerin katıldığı bir panelden söz etmiştim geçen hafta. Bugünkü yazıda ise, bu grupta yer alanların bir ay sonraki başkanlık seçiminde izlemeyi planladıkları yöntemleri aktaracağım. Belki bu yöntemler, ülkemizde kendi görüşlerine uygun parti bulamayanlara da bir fikir verebilir... *** Birinci yöntem, halkın sorunlarını seçim sürecinin odağı haline getirmek. Örneğin, medyanın günlerce haber yaptığı “Rujlu Pitbull” gibi gündem saptıran polemikler yerine, eğitim olanaklarındaki eşitsizliğe dikkat çekmek. Çünkü horoz dövüşünü andıran kapışmaların medya üzerinden sürdürülmesi, gerçek sorunlara yönelik çözümlerin tartışılmasını engelliyor. Bu nedenle, partilerin somut planlarını açıklamalarını sağlamak için baskı oluşturacak sivil toplum örgütlerinin güçlendirilmesi amaçlanıyor. İkinci yöntem, bağımsız medyayı desteklemek. Doğruyu ancak siyasi iktidarla çıkar ilişkisi içinde olmayan gazeteciler aktarabilir. Halkın bu gerçeğin farkına varması için, medyaiktidar ilişkisinin mide bulandırıcı örnekleri hakkında kamuoyunun sürekli bilgilendirilmesi hedefleniyor. Üçüncü yöntem, bağımsız medyanın yanı sıra, internet üzerindeki bireysel blogların gücünden yararlanmak. Amerika’daki seçim sürecini yakından izlerseniz, bu “blogosphere” denilen yeni dünyanın, çok büyük boyutlara ulaştığını görüyorsunuz. Bir blogda yer alan bir makale, on binlerce kişi tarafından okunup elektronik postalarla sayısız insana ulaştırılıyor. Bir de bakıyorsunuz, ertesi gün herkes aynı yazıdan söz eder hale gelmiş. Barack Obama ve John McCain. Özellikle gençler arasında olağanüstü bir popülaritesi olan bu dünyanın içinde etkili bir biçimde yer almak, bu kesimin enerjisini siyaset sahnesine yöneltmek açısından çok önemli. Öyle ki, birçok kişi, bloglar aracılığıyla gerçekleri duyurmayı, Obama’nın önerdiği değişikliklerden daha devrimci buluyor. *** Görüldüğü gibi, Amerika’da Cumhuriyetçi ve Demokrat grupların dışında kalan bağımsızların seçim stratejisi, doğrudan medya üzerinde etkinlik kurmaya yönelik. Holding medyasının oluşturduğu engeli aşmak için kullanacakları araçlar da, bağımsız gazete ve dergiler ile sivil toplum örgütleri. Bu gazete ve dergiler, gönüllülük esasına göre çalışan insanlar tarafından çıkarılıp, okur desteği ve yapılan bağışlarla ayakta duruyor. Milyon dolarlık dev medya kuruluşlarının reklam bombardımanı karşısında yılmadan yollarına devam etmeleri ise, gerçekten hayranlık verici. Çünkü onların asıl gücü, tabandan gelen sahiplenme duygusu... *** Aslında Amerikalı bağımsızların hepsinin kalbinde üçünçü bir büyük parti yatıyor. İki büyük partinin egemen olduğu siyasi sistemin, ciddi bir kısırdöngü yarattığını düşünüyorlar. Çünkü bu durum onların görüşlerini duyurmalarını önlüyor. Haksız da değiller... Tüm dünya sadece McCain’i ve Obama’yı aday sanarken, gerçekte başkanlık için yarışan dört aday daha var: Bağımsız aday Ralph Nader, Yeşil Parti’nin siyahi kadın adayı Cynthia McKinney, Libertaryen Parti’nin adayı Bob Barr, Sosyalizm ve Özgürlük Partisi’nin adayı Gloria La Riva... Fakat hiçbirisinin adı medyada geçmediği gibi, seçimden önce adayların katılacağı ve televizyondan yayımlanacak tartışma programlarına da davet edilmiyorlar. Cumhuriyetçi ya da Demokrat Parti’den olmayanlara söz hakkı yok... Ve bu durum Amerikan Anayasası’na aykırı... “Özgürlükler ülkesi” Amerika’da durum bu... G www.zulalkalkandelen / kzulal@yahoo.com Şiirselliği öldürmek Adnan Binyazar 12 Mart öncesinde Nâzım Hikmet şiirinin serbest kalmasıyla bir tabu yıkılmış; Darvin, Marx, Engels, Politzer gibi düşünürlerin raflarda görülmesi, özgür bir okuma ortamının doğmasına yol açmıştı. Aydın kıyımına yönelen 12 Mart cuntası, okuru kitaptan koparmaya kalkıştıysa da gelişmenin önünü alamadı, 12 Mart sonrasında okuma yeniden hayatın içine girdi. 12 Mart ortamında Yaşar Kemal, yerine oturmuş bir yazardı. 1960 sonrasında, köylünün bürokrasiyle çatışmasını öne çıkaran Fakir Baykurt ilgi odağı oldu. Bir Gün Tek Başına adlı romanında 27 Mayıs’ı anlatan Vedat Türkali 12 Mart edebiyatçılarının cesaretini arttırmıştır. Adalet Ağaoğlu Ölmeye Yatmak’ta yalnızlaşan bireyin gerçeğini yansıtırken, Bir Düğüm Gecesi’nde, askeri cuntayla sermaye kesimi arasındaki kan bağına attı neşterini. Öte yandan, opera Sanatçısı Ruhi Su’nun, türkülerimizi opera ağzıyla söylemesi bir yenilikti. Böylece halk, yüzyıllar sonra Pir Sultan’la, Kazak Abdal’la, Karacaoğlan’la, Dadaloğlu’yla kucaklaşıyordu. Ayrıca, Kuzgun Acar’ın emekçi elini andıran yontusunu görmek için Antalya’ya gidenler oluyordu. O Antalya ki, orada yontular yasaklandı, nü’lerin kalçalarına tülbent bağlandı... Bu bağlamda sözü şiire getirmek istiyorum. 12 Mart döneminde Nâzım’ın şiiri kitlesel coşkuyla algılanmıştır; şiirsel değerinden çok slogan olacak söylemiyle... Oysa sloganlaşan şiirin ne sanatsallığı kalır, ne şiirselliği... Kitlesel coşkunun şiirselliği öldürdüğünün kanıtıdır bu! Belli şair, romancı, ressam, yontucu ya da müzikçilerle yetinmenin, toplumsal duyarlık körleşmesine yol açtığını belirtmeye gerek yok. Ataol Behramoğlu’nun Çağdaş Rus Şiiri Antolojisi (Can Yayınları), soruna bu açıdan bakmayı da düşündürüyor. Arada Ataol Behramoğlu. şunu da belirtmeliyim; bir başka edebiyattan şiir çevrilecekse, bunu Behramoğlu gibi, dili damıtık, söylem gücü yüksek şairler yapmalıdır. Yoksa şiir, çeviren şairin yaratıcı damarından beslenmiyorsa şiirselliğinden çok şey yitiriyor. Behramoğlu’nun Antoloji’si, okuyanı, Vladimir Solovyev’den Yuri Kuznetsov’a, şiirin uzun yolunda imgenin geniş ovalarıyla, şiirsel inceliğin yeraltı derinlikleriyle karşılaştırıyor. Öyle ki, Yesenin okunmazsa Rus şiirinin eksileceğini, Mayakovski görmezden gelinirse şiir dağlarının çökeceğini düşünüyorsunuz. Şiir yazıp, Mayakovski’nin, “Kütükten kafaları yontarız biz de” dizesinin geçtiği “Şair İşçidir”, Yesenin’in “Köpeğin Şarkısı” şiirini okumamış olanlar, yazdıklarına beğenisizlik çamuru bulayacaklarını bilmelidirler. 12 Mart sonrası, Nâzım Hikmet, Ahmed Arif, Hasan Hüseyin gibi şairler öne çıkarılırken, örneğin Ahmet Muhip Dıranas, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Oktay Rifat, Cahit Külebi... gibi nice şiir devi, beğeni imbiğinden geçirilmeden “burjuva şairi” sayılmıştır. Oysa yazılan, şiir niteliği taşıyorsa, elinde devrim bayrağı dalgalandıran ne ise, sevgilinin kirpiğine imge düşüren de odur. 12 Mart düşünceye devinim kazandırmadı değil, ama şiiri sloganlaştırarak şairi hayatın dışına itti. Peki, şairi olmayan bir toplumda “kütükten kafaları” kim yontacak?.. binyazar@gmail.com Kapitalizmin ahlakı var mı? Enver Aysever L eylâ Erbil ‘Mektup Aşkları’ romanında savruk bir gençliğin acılarını dillendirir. Kimlik sorunlarını, ruhlarına yerleşen ahlaki açmazları su yüzüne çıkarır. Modernleşme sancısından tutun, kapitalist şiddetin yarattığı acımasızlığa kadar her şeyi bulursunuz bu mektuplarda! Bir yerinde “bir ülkede devrim olmadan onun ahlakını bulmak gülünç savdır.” diye yazar Jale. Romanın başkişisi. Haklıdır elbet. Toplumsal düzen kendi ahlakını birlikte yaratır. Tüketim üzerine kurulu, aç gözlü kalabalıklar giderek yamyamlaşır. Birbirini ezen insanlar görürüz, doymayan gövdeler, tiksindirici bakışlar, et, şehvet bir yana; pisliği, şiddeti kanıksar, önümüzde ırzına geçilen tüm değerlerin hiçleşmesine başımızı çevirir oluruz. Susarız, varlığımızı sürdürmek için, üç kuruş daha fazla kazanmak adına dilsizleşir ve bayağılaşırız. Bizi bu hallere koyanın kapitalizm olduğunu bilir kimimiz, yine de ses etmeyiz… Patronlar dünyasına yardım ve yataklık etmek zorunda kalırız. Söverler, haksız işten çıkarırlar, maaşlarımızı yarıya indirirler, emeğimizi sömürürler, çocuklarımızın geleceğini çalarlar, gık demeyiz. İşsizlik, açlık, sefalet diye bela vardır. Yoksulluk kişiyi soysuzlaştırır. Kapitalizm; birilerinin egemenliği sürsün diye, büyük yoksullar, yoksulluklar yaratan düzenin adıdır. Bir büyük yalanın adı... İktisat tarihçileri için bulunmaz bir fırsatı yaşıyoruz. Küresel kapitalizmin iflasını görüyoruz. ABD yüzyılın, belki insanlık tarihinin en tuhaf çalkantısını üretti ve ihraç ediyor. Adı iktisadi kriz olan bu meselenin gerçek ismini kimse söylemiyor, söyleyemiyor; bu kapitalizmin çöküşüdür! Çok katlı, konforlu plazalarda bir koşuşturma ki, sormayın gitsin... Telefonlar susmuyor, ekranlarda akan rakam dizinleri baş döndürüyor. Sürekli bir düşüş, korkutucu bir iflas bu! Kıçlarında ütülü, pahalı kumaştan pantolonları terden sırsıklam... Genel müdürler, genel koordinatörler, bütün sorumlu geneller ayvayı yemiş durumda... Ağlamaklı gözlerle birbirlerine bakıyorlar... Paranın imparatorluğu sallanıyor... Kasalarında gizledikleri borsa senetleri, çekleri, paracıkları eriyor... Kıçlarına kaçıyor anlayacağınız bu düzen! İnsanların kanını emerek, kandırarak, işkence ederek yarattıkları yapı, şimdi onları tüketiyor. Çalışanların isyan ederek, haykırarak başaramadığını; aşağılık düzen kendi kendine yaptı... Kapitalizm insanlık mahkemesi için hazırlanıyor ve bir gün, tam da bu düzenden insanların kanlarını içenlerin hesap günü olacaktır. Korku çağının sonu gelecektir... ABD’den 700 milyar dolarlık kurtarma planının geçmediği haberini işitince bir kahkaha attım. Parlementer ABD’li salaklar, bu türden bir kurtarmanın sosyalizm anlamına geleceğini söylemişler... Yanlış biliyorlar; bu sosyalizm değildir. Sadece, siz konforlu koltuklarınızda dünyayı sömürme çalışması yapanların beceriksizliğinin, devlet eliyle, devlet kapitalizmiyle onarılma çabasıdır. Yani, siz alçaklar, dünyanın tüm halklarının kanını daha iyi emesiniz diye bir düzenlemedir. Sosyalizm başka bir şeydir ve sizin onu düşlemeniz olanaksızdır! Borsalar düştükçe, bankalar battıkça, faizler yükseldikçe; paradan para kazananların, halkı soyanların düzeni bozuldukça keyfim yerine geliyor. Devrimler böyle zamanlarda filizlenir. Daha çok işsiz, aç, çaresiz insan oldukça; bir başka dünya mümkün diyenler artacaktır. Bizim kaybedecek milyon dolarlarımız, yalılarımız, bankalarımız, fabrikalarımız, farklı borsalarda adımıza çalışan adamlarımız yok. Bizim kaybedeceğimiz kaynayan tenceremizdeki lokmamızdır. Olsun. Bu görkemli dönüşüme tanıklık ederken, iki kaşık az sallarız... Kapitalizm öylesi alçak bir düzendir ki, insanı soysuzlaştırır, haysiyetsizleştirir. Görüyoruz; bayram diye yardım eden sözde Müslümanları! Sadaka kültürüyle yetişen toplumun insanları; bir paket pirinç için, iki kilo bulgur, şeker için birbirini nasıl eziyor. Ayşe teyzelerin, Fatma ninelerin birbirlerini nasıl aşağıladığını, onurlarını ayakaltına alan bir yarışa nasıl girdiğini izliyoruz. Haysiyetiyle oynanan yoksul insan; aç karnı için komşusuyla saç saça baş başa kavga ediyor. Kameralar çekiyor, gazeteler yazıyor ve o adi hayırsever işadamı, belediye başkanı ve onun meclisteki temsilcileri gülüyor. Acı olan; böyle aşağılık bir uygulamaya maruz kalan teyzelerin, amcaların, ninelerin avuçlarını Tanrı’ya açıp şükretmeleri. Kapitalizm; şükür kültürüdür, sus payının dağıtıldığı düzendir... Ahlaksızlığın adıdır. Bir başka dünya mümkün! Adı sosyalizm olan... G www.enveraysever.com C M Y B C MY B