Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
R PAZAR 9 14/6/07 15:39 Page 1 PAZAR EKİ 9 CMYK 17 HAZİRAN 2007 / SAYI 1108 PAZAR SÖYLEŞİLERİ ‘Deneme’ türü üzerine Ataol Behramoğlu u hafta edebiyatta “deneme” türü üzerinde söyleşelim istedim. Çağdaş edebiyatımızda bu türün ilk örneklerinin Ahmet Hâşim, Ahmet Rasim, Refik Halit Karay, Falih Rıfkı Atay gibi, çoğunlukla gazeteci kimliğine de sahip yazarlarımızca verildiği kabul ediliyor. Bu alanda verimli, zengin bir geleneğimiz var. Daha yakın zamanlara doğru, siyasal içerikli köşe yazılarıyla deneme türünün özelliklerini kimi kez ayrı yazılarda kimi kez tek bir yazı içinde harmanlayan gelmiş geçmiş ve günümüzdeki usta yazarlarımız arasında (Sabahattin Ali’yi unutmaksızın) Aziz Nesin, İlhan Selçuk, Oktay Akbal, Çetin Altan’la başlayarak başkaca isimler de sayabiliriz… Salt edebiyatçı kimlikli deneme yazarı denildiğinde ise aklıma bir çırpıda Sabahattin Eyüboğlu, Vedat Günyol, Salâh Birsel adları geliyor... Felsefecidenemeci olarak Nermi Uygur bu alanda ayrı bir yere sahip. Nurullah Ataç? Bu çok özgün yazarımızın kimliğinde ağır basan yön, deneme yazarlığı mı,edebiyat eleştirmenliği midir? Öncü bir edebiyat eleştirmeni olduğu kuşkusuz. Fakat hiç unutmadığım “ola ki son çizeklerimdir” cümlesiyle başlayan yazısının da aralarında yer aldığı (ne yazık ki gerçekten de) son yazılarındaki deneme tadı çok açıktır. Deneme ve eleştiri, özellikle de edebiyat eleştirisi arasında ne gibi ayrımlar olabilir? Bu ayrımlardan başlıcası bence, adı üstünde, edebiyat eleştirisinde irdelenen bir edebiyat ürününün söz konusu oluşudur. Bunun yanı sıra da, edebiyat eleştirisinin bir savı olmalı. Yoksulluğun fotoğrafları Can Ertuna aklaşık bir buçuk ay önceydi... Gecenin ilerleyen saatlerinde Taksim’den Beşiktaş’a dönme telaşında, ara sokaklardan Tarlabaşı Bulvarı’na iniyorum. Her zaman taksiye bindiğim köşede sırada olanı bulup şoför yanına oturuyorum, “Beşiktaş’a” diyorum, yüzüne bile doğru dürüst bakmadan. Meydan’a çıkan yolda trafik sıkışık. Birer sigara yakıyoruz karşılıklı ve muhabbet başlıyor. Evli ve iki çocuk babası, doğma büyüme Hisarüstülü eski oto tamircisi, yeni taksici Şevket Şahintaş’la o akşam tanışıyorum. B Şevket Şahintaş taksi şoförü. Geceleri çalışıyor ve yol boyunca İstanbul’un Y yalnızlarını, evsizlerini, kimsesizlerini izliyor. Torpidosunda bir fotoğraf makinesi var, izlediği hayatların fotoğraflarını da çekiyor. İsteği fotoğraflarını görenlerin artık onlar yokmuş gibi davranmamalarını sağlamak, sokakta bir tek bile evsiz bırakmamak... 2005 KIŞI ÇOK SOĞUKTU Konuştukça şaşkınlığım artıyor. Birbirinden farklı hikâyeler, hepsi bir roman olan hayatlar dinlemeye alışığım bu kısa taksi yolculuklarında, ama bu kez karşımda yüreği gibi kocaman bir “hayat projesi” olan biri var. “Ben sokakta kalanların fotoğraflarını çekiyorum” diye başlıyor söze “2005 kışı çok soğuktu. Titreyerek hatta inleyerek uyuyan insanlar gördüm. İnsanların algılamaları üzüyor beni. Yoldaki elektrik direği, ya da köşe başındaki vitrin gibi normal ve sıradan olarak algılıyoruz onları. Bu normal değil, bu insanlar böyle yaşamamalı”. Şahintaş, üzerine sayfalar dolusu yazı yazılan ancak buna rağmen hâlâ yaşadıkları sokakların dekoru gibi algılanan bu insanların imgelerinin, makinesinin flaşı gibi insanların gözünü hatta yüreğini almasını istiyor. “Yüzlerce insanı sokakta yatarken fotoğraflarsam insanlar bu yüzlerce kareden kaçamaz diye düşündüm” diyor. Önde gelen fotoğraf kuramcısı Willem Flusser, “Artık açıklamalardan o kadar bezdik ki kavramsal düşünceden kurtulmamızı sağlayan şey olan fotoğrafa sarıldık” diyerek modern insanın fotoğrafla olan ilişkisini açıklıyordu. 2005 kışına kadar eline doğru dürüst bir fotoğraf makinesı bile almayan Şahintaş, Beyoğlu’ndaki sürekli bir müşterisinin tavsiyesiyle yarıprofesyonel küçük bir fotoğraf makinesi edinmiş, Eminönü’nden. Yanından hiç ayırmadığı bu makinayla tam iki buçuk senedir bu dev metropolün banklarını, otobüs duraklarını, kuytu duvar diplerini, kendine döşek yapan insanları fotoğraflıyor. Gecenin geç saatlerinde Tarlabaşı, Kasımpaşa, Beyoğlu sokaklarında kendine yeni yüzler arıyor. Sonunda tam da düşündüğü gibi eşi bulunmaz bir portfolyoya, bu kentin sokakta yaşayanlarının görsel envanterine sahip oluyor. İstediği gibi; insanları rahatsız edecek 400’ün üzerinde fotoğraf çekiyor. GECE UMUTLARIN BİTTİĞİ ZAMANDIR Amacı, sokaktaki yüzleri fotoğraf karelerinde sabitlemek ve böylece görmezden gelinemeyecek bir imgeler ordusu yaratmak. Ancak insanlarda yaratmak istediği duygunun zamanla kendisini de sardığını söylüyor. İlk fotoğraflarını çektikten sonra içine yerleşen bu duygu onun bir parçası artık: “Önce de durumu görüyorsunuz, 35 saniye bakıyorsunuz ama eve gelince olay bitiyor. Fakat fotoğraf çekince onu eve getiriyorsunuz. O etkiyi taşıyorsunuz uzun süre.” Bugüne kadar ne bir sergi gezen ne de bir fotoğraf dergisinin sayfalarını karıştıran Şahintaş’ın kendi tarzı var, fotoğraflarını gönderdiği fotokritik web sayfasında da bir hayran kitlesi: “İsim olmadan da bu Şevket Şahintaş’ın fotoğrafı diyorlar. Fotoğraflarda arka planı hep siyah bırakmaya çalışıyorum. Gözün ve beynin sadece insana ve onun perişanlığına, sakalına, elbise Montaigne. Deneme yazısının savı olamaz mı? “Deneme” kavramının kendisi, bunun olamayacağına işaret ediyor. Dünya edebiyatında bir yazın türünü adlandırmak için “deneme” (Fransızca “essai”) sözcüğünü ilk kez Montaigne kullanmış… 15801595 yılları arasında yazılan “denemeler”ini kapsayan kitap, o günlerden bu günlere öyle sanıyorum ki yine bütün dünya edebiyatının en çok sayıda dile çevrilen ve en çok basılmış ve basılmakta olan baş yapıtları arasındadır. Dilimizde de günümüze kadar birçok kez yeni basım yapan yapıtın (sanıyorum ki) ilk çevirisi bizim usta deneme yazarlarımızdan Sabahattin Eyüboğlu’nun ürünüdür.. Okur deneme türüne ilgi duyuyor. Bu ilginin nedenleri neler olabilir? Herhangi bir konuyu bilimsel olarak kanıtlamak, eleştiri yapmak, şiirsel etki uyandırmak ya da eğlendirmek gibi bir amacı bulunmayan (hiç değilse başlıca amacı bunlardan biri olmayan) bir yazı türü hangi bakımdan ilgi çekici olabilir? Sorunun yanıtını belki yine “deneme” kavramının kendisinde bulabiliriz. Deneme yazarı bir şeyi kanıtlama çabasında olmasa da onu araştırıyor, irdeliyor ve yapıtına bence asıl çekiciliğini de bu alçak gönüllülük, çabasındaki bu içtenlik kazandırıyor… Felsefi metin ya da şiir olmaya özenen bir deneme yazısından aynı zevkin alınabileceğini sanmıyorum… Fakat başarılı bir denemede hem felsefi bir derinlik hem de şiire özgü bir “kendiliğindenlik” olması gerektiğini de yadsıyamam... Tam tersine, deneme türünde okura çekici gelen, mantığa özgü uslamlamayla şiire özgü doğaçlamanın birlikteliği olmalı... Türün özgünlüğü de belki tam burada, bu buluşmadadır… Kanıtlama ya da şiirsel etki uyandırma çabasında olmayan, fakat yaşanmışlığı ve düşünülmüşlüğü duyumsanan bir yaşamsal (düşünsel) deneyimin, alçak gönüllüce, okuru zorlamaksızın aktarımı… Yaşamın anlamı konusunda kafası karışmış günümüz okurunun, kurgusal edebiyat, bilimsel metinler ve öğretici köşe yazıları kadar, deneme türünün gerçek örneklerine de gereksinimi olduğunu düşünüyorum... ataolb@cumhuriyet.com.tr sindeki kire, yorgun yüzlere yoğunlaşılmasını istiyorum. Gece umutların bittiği zamandır. Bu da fotoğrafa yansıyor.” 2005 kışında bir otobüs durağında devamlı çektiği, her gece aynı battaniyeye sarınarak yatan, bacağı sakat, bastonlu adam kaybolunca üzülüyor, ama sokağın kendine özgü dinamiğinden çıkan yeni fikirlere sırtını dönmüyor: “Bir kişi var, onu tabelaların önünde çekiyorum. Reklam tabelalarının değiştiğini, ama bir insan hayatının değişmediğini gösteren sadece onun fotoğraflarından oluşan bir sergi düşünüyorum. Dün gece bir fotoğraf çektim, adam beni tanıdı,11,5 yıl önce de fotoğrafını çekmişim. Evde fotoğrafa bakarken ben de onu burnundan tanıdım. Bir yılda insanların ne hale geldiğini göstermek istiyorum.” ONLAR SOKAKTAYSA MUTLU OLAMAM İstanbul sokakları gecelerinde pek çok tehlike barındırıyor. Madde bağımlılarından, popüler deyimle tinerci ve balicilerden çekiniyor Şahintaş. “Birkaç badire atlattım ” diyor, “Ama onları fotoğraflamaktan vazgeçemiyorum. Ben bırakırsam onlar orada kalacak gibi hissediyorum. 8 11 yaşı arasında kızımın yanında olamadım. Gece fotoğraf çekiyorum, sabah evde fotoğrafları bilgisayarıma aktarıp uyuyorum, sonra yeniden yola çıkıyorum. Eşim ve çocuklar beni iyi tanıyorlar, bırakmayacağımı biliyor, hatta destekliyorlar.” İstediği bu dev metropoldeki yaldızlı projelerle kıyaslanınca oldukça basit. “Bu insanlara kışın barınacak bir yer sağlanmasını istiyorum. Ben iyi bir fotğrafçı olsam ve o insanlar sokakta Şevket Şahintaş. kalmaya devam ederse mutlu olmayacağımı çok iyi biliyorum. Beyoğlu’nda milyarlarca lira harcanarak yapılan kaldırım taşları söküldü. Oysa o paralarla bu sokakta yatan insanlara kışın barınak sağlanabilir.” Şevket Şahintaş fotoğraf camiasında da tanınan bir isim. ODTÜ Mezunlar Derneği’ndeki dia gösterisini, Ulis Fotofest’teki sunuşu, onu da Boğaziçi Üniversitesi ve Çanakkale Fotoğraf Festivali’ndeki etkinlikler takip ediyor. Şimdi yurtdışındaki festival ve sergilere katılma hazırlığında. Ancak bu çalışmasının bedeli ağır. Zira bütün bu etkinlikler onun mesleği taksicilikten uzak kalması demek. Kredi kartı borçlarının “belini kırdığını” söylüyor. Şahintaş’ın “bir sonraki adımla” ilgili acelesi yok. En güçlü fotoğraflarını bir kitapta toplamayı hedefliyor, ne zaman sorusunu “zamanı gelince” diye yanıtlıyor. Kitabın sonunda sokağı da yazacak. Fotoğrafların atlatamadıklarını, karşılaştığı çarpıklıkları, İstanbul’un bilinmeyen yüzünü satırlara dökecek. Susan Sontag “Fotoğraf Üzerine” adlı kitabında “Her zaman toplumsal tepelere ve çukurlara hayranlık beslemiştir” dediği fotoğraf sanatının arayışlarından birini de “hali vakti yerinde olanların ezilenlerin çevresinde fır dönmesi” olarak tanımlamıştı. Fransız şair Baudelaire’e göre ise fotoğraf makinası “orta sınıf aylağının gözünün bir uzantısı”ydı. Ancak Şahintaş ne bu “hali vakti yerinde olan” kitleye dahil ne de bir “orta sınıf aylağı”. O tam da ekmeğini kazandığı sokağı görüntüleyen bir “içeriden göz”. İşte bu yüzden azmi tükenmiyor, alışılmış kalıpların ötesinde fotoğraflar çekiyor ve bize görmediklerimizi gösteriyor. Düzenimiz bozulmasın! Aylin Kotil endimizi başkalarının yerine koymak çok sık yaptığımız bir davranış şekli değildir. Ancak karşımızdakinden sıkça bekleriz. Neden anlayamadığımızın ve neden anlaşılamadığımızın cevabıdır da aslında bu. Modern zamanlarda bu davranışa empati kurmak diyoruz, ancak ben, onun yerine “kendimi, senin yerine koyabiliyorum” demeyi tercih ediyorum. İlişkilerde genelde artıda gibi gözükenler empati kurmayı daha çabuk unutabiliyor. Mesela iş bekleyen biri karşısındakinin soluklanmak isteyeceğini hissedemiyor. Ya da toksa karşısındakinin acıkmış olabileceğini düşünemiyor. Baskın karakter ise suskun olanı ezmiş olabileceğini aklına K getirmiyor. En son şeker reklamlarına tepki veren anneden yükseldi çığlık. “Kızım şeker hastası lütfen kaldırılsın bu tür reklamlar” dedi. Kaç kişi duydu? Sonuç değişti mi? Ya parasına para katacak diye yeşil alanları içi sızlamadan talan etmek isteyenler? Yeşil alanı kalmamış büyük şehirlerde kamuya açık bir avuç yeşil alanda (ve en ucuza) hafta sonunu geçirmek isteyenin bu isteğini algılayabiliyor mu acaba? Sonra kişisel ve toplumsal patlamalar yaşıyoruz. Çünkü en güzel duygumuz ıskalanıyor: Anlaşılabilmek… Birbirimizi anlamaya çalışmayıp, her şeyi bağıra bağıra, göstere göstere yapmayı sever hale geliyoruz… Öylesinin makbul olduğu ezberletildiği için. Böyle olunca iktidarlar da halkın refah seviyesini yükseltmek, kendi ayaklarının üzerinde durmalarını sağlamak yerine, onları dağıttıkları yardımlara muhtaç ve minnet duyar hale getiriyorlar. Neden? Çünkü yardımlar şovla dağıtılır, herkes izler ve dağıtanların çok iyi insan olduğu izlenimi toplumda yerleşir. Kendi ayakları üzerinde duran, yardıma muhtaç hale gelmeyen bir toplumu yaratmak esas görevleri iken, toplumu ezerek daha da silikleştirirler. En alttan en üste kendimizi başkalarının yerine koymayı sevmiyoruz. Sadece benim işim halledilsin, benim gemim yürüsün diyoruz. Bu da yetmiyor bütün bunlar olurken benden de bir şey eksilmesin diye diretiyoruz. Böyle olunca ne çekirdek ailede anlaşabiliyoruz, ne de büyük topluluklarda. Tepki verirken bile sadece neye karşı olduğumuzu biliyoruz ancak ne istediğimizi bilmiyoruz. Aslında biliyoruz: Düzenimiz bozulmasın yeter diyoruz!.. aylin@kotilsarigul.com