Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
6 14 EKİM 2007 / SAYI 1125 7 Suç, ceza ve “Rıza” Esra Açıkgöz A danaİstanbul arasında çalışan bir kamyon şoförünün hikâyesi bu. Hayattaki tek varlığı kamyonu İstanbul’da bozulunca, onu tamir ettirmek için para bulma telaşına düşen, bunun için de her şeyi yapan, hatta cinayet işleyen bir kamyon şoförünün hikâyesi. Adı, Rıza… İşte yazar, yönetmen ve ressam Tayfun Pirselimoğlu, 25 festivali gezen ve gezmeye devam eden filminde bunu anlatıyor. Filmin adı da kamyon şoförüyle aynı. “Rıza” şimdi 44. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde. Biz de Tayfun Pirselimoğlu ile filmini, Rıza gibi “tutunamayanlar”ı konuştuk… Gerek romanlarınızda gerekse filmlerinizde baktığınız yer, sıradan insanların yaşamları. Neden? Çünkü o yaşamlar direkt bir şeye işaret etmiyorlar ve bunun getirdiği büyük bir merak var. “Hiçbir şey yok”un arkasındaki hâl beni çok ilgilendiriyor. Kalabalıklardaki bireyin hikâyesine ulaşmak bir kazıma, tabakaları kaldırma işlemini, ilmikleri teker teker çözmeyi gerektiriyor ve ben de bunu yapmayı çok seviyorum. Bence sıradanlık çok tehlikeli de, çünkü kendini dışarıya vermese de, orada çok tehlikeli, yırtıcı, çekici bir şey olabilir. Bu olasılık çok ilginç geliyor bana. Filminiz suç çizgisini geçmenin çok da zor olmadığını, insanların kaybetme korkusuyla bu çizgiyi geçebileceğini gösteriyor. Bu ürkütücü de… Aslında bunu biraz daha kazıyınca, “Bir insan neden suça bulaşır, bunun arkasında yatan nedir”i de irdeleyen bir hikâye çıkıyor. Bu anlamıyla Türkiye’nin bir analizi de, çünkü ekonominin iyiye gittiği söylense de işsizlik artıyor ve bundan etkilenen insanlar hep göz ardı ediliyor. Bu gi derek büyüyen bir tehlike. Bunun insanı sürüklediği sıkıntı, bunalım haliyle çok ilgileniyorum. Bu filmin dertlerinden biri de bunu göstermekti. Diğer dertleri neler? Tedirginliğimi ifade etmek... Bir şey beni rahatsız ettiğinde, dürtüklediğinde onun bir şekilde dışarı çıkması gerekiyor. Bu bazen roman, film ya da resim olarak ortaya çıkıyor. Bu hikâye de bana senaryo olarak geldi, ben de onu takip ettim. İnsan beni çok ilgilendiriyor. İnsanlarla göz göze gelmek, otobüsteki kadın, Yeni Camii’nin önündeki pazarda dolaşan kadın, Küçükpazar’daki küçük esnaf... Filmin büyük bölümü de Küçükpazar’da geçiyor. Evet, Rıza İstanbul’a geldiğinde Küçükpazar’da bir otelde kalıyor. Orası Rıza gibi İstanbul’a gelip, takılıp kalmış insanlarla dolu. Çoğu insan İstanbul’u kısıtlı bir alanda yaşıyor ve İstanbul'u o kadar sanıyor. İstanbul'un resmi nüfusu 13 milyon, ancak bu hayatların çoğunu İstanbullu saymıyoruz. Küçükpazar İstanbul’un tam göbeğinde olsa da, İstanbul hayatının dışında tutuluyor. Oradaki hayatların etrafından dolaşıp geçiyor insanlar. Bu kadar yakın olup da bu kadar uzak kalmak nasıl olabilir? Bu çelişki beni yıllardır çok ilgilendiriyor. Oradaki yaşamlar tokat gibi çarpıyor insanın yüzüne, demiştiniz bir röportajınızda. Neydi bu tokatlar? Küçükpazar’da daha çok bekâr odaları var. Kirası 100 milyon olan bir odada 46 kişi kalıyor. Buraların sıhhi şartları çok kötü, banyo bile yok. Onun için Küçükpazar çevresinde, içinde duşlar ve dikiş makinesi olan pek çok çamaşırhane var. Küçükpazar’a daha çok sokak çalgıcılığı yapan Romanya’dan gelen müzisyenler, denizciler, şoförler, göçle gelenler yerleşmiş. Samimiyetle baktığınızda kalp ağrısı yapacak, çok zor hayatlar var. Bu filmde mahalle baskısı var! Müge Serçek 1. Sayfanın devamı Janjan’ı çekmeye nasıl karar verdiniz? Aslında biraz tesadüf oldu. Ben “hoşgörüsüzlük” üzerine hikâyeler çekmeyi severim. Toplumsal hoşgörüsüzlük konusuna takıntılıyım ve bu konunun işlenmesi taraftarıyım. Erdoğan Akduman’ın bir senaryosu vardı. Karşılıklı sohbet ederken “Bu hikâyeyi hayata geçirelim” diye karar verdik ve çalışmalara başladık. Bu filmde izleyiciye asıl anlatmak istediğiniz nedir? “Hoşgörüsüzlük” ne sizin için? Son zamanlarda gündemimizi “mahalle baskısı” diye bir kavram meşgul etmeye başladı. Bu film de toplumsal baskıyı ve hoşgörüsüzlüğü anlatıyor. Toplum genç bir kız ve erkeğin arasındaki ilişkiye aşırı tepki gösteriyor ve bunun sonucunda baskı ve şiddet meydana geliyor. Bu bir linç kültürüdür. Günümüz Türkiye’sinde de bu tür olaylara çok rastlıyoruz. Janjan’da kim, kime karşı hoşgörüsüz? Janjan yoksul ve mütevazı Anadolu kasabasında yaşayan genç ve zararsız bir delidir. Kasabalı bu deliyi parıltılı, yanardöner anlamına gelen Janjan ismiyle çağırır. Evinde barındığı Murtaza Efendi, ömrünün son demlerinde başlık parası olarak arazisini vererek köyden genç ve çok güzel bir kızı eş olarak alır. Kızın ailesi kasabaya göçmüş, Doğulu, feodal yapıya sahip bir ailedir. Kızlarını da yokluktan dolayı feda etmişlerdir. Murtaza Efendi kıskançlığı yüzünden kızı sokağa çıkarmaz, onu rahatlıkla görebilen tek kişi Janjan’dır. Kasabalı gençlerinde kışkırtmasıyla Janjan’la Güzel’in kader birliğinden doğan arkadaşlığı bir süre sonra aşka dönüşür ve kız hamile kalır. Kasabada bu aşkın dedikodusu yayılınca Janjan’a duyulan sempati nefrete dönüşür. Güzel, doğum yaptıktan sonra felaket başlar. Güzel’in imam nikâhlı yaşlı kocası onu babasına teslim eder, arazilerini ve başlık parasını geri alır. Babanın önündeki tek çözüm kızını öldürerek bu namus lekesini temizlemektir. Aynı biçimde Janjan da kasaba halkının gözündeki saygıyı ve hoşgörüyü kaybetmiş, zina suçu işlemiş bayağı bir kişiliğe dönüşmüştür ve cezalandırılmalıdır. Peki, kasabalılar yaptıkları baskı ve hoşgörüsüzlüğün farkına varıp pişman oluyorlar mı? Evet. Filmin sürpriz bir sonu var. Çektiğim filmlerimde kahramanları abartmam, olduğu gibi göstermeye çalışırım. Sinemacı tarzım budur. Bu hikâyede de keskin iyilerkötüler yok. Dolayısıyla kasabalı tarafından yapılan baskı ve şiddet yerini pişmanlığa bırakıyor. Filmin çekimlerini nerelerde gerçekleştirdiniz? Filmi Batı Anadolu taraflarında çekmeyi düşünüyordum. Uzunca bir araştırma döneminden sonra Kütahya’nın Eskigediz beldesinde çekmeye karar verdik. Eskigediz beldesi 1970’te yaşanan ve büyük kayıplara neden olan ünlü Gediz Depremi sonrasında terk edilen bir yer. Tarihi film çekmek isteyenler için, Osmanlı dönemi mimarisinde ahşap evleri ve yemyeşil çevresi ile adeta doğal bir plato. Eskigedizliler son derece misafirperver insanlar ve film ekibine çok yardımcı oldular. Kalabalık sahnelerde yüze yakın belde sakini rol aldı. Filmin ufak bir bölümü de Berlin’de gerçekleştirdik. Oyuncu seçimini nasıl gerçekleştirdiniz? Pek tanınmayan genç oyuculara şans vermişsiniz. Tanınmamış oyuncular olsun biye bir ısrarım olmadı. Güzel karakteri için genç yaşlarda ve tanınmış oyunculara da teklif götürdüm, ancak zamanlarımız uyuşmadı. Oyunculuk eğitimi alan kişileri araştırmaya başladık. Selen Seyven Müjdat Gezen Tiyatro okulunda eğitim almış yetenekli bir genç, Janjan’ı canlandıran Berk Hakman da birkaç dizide rol almış başarılı bir oyuncu. Bu iki oyuncuyla filmi yapabileceğime inandım. Kasabanın gençlerini canlandıran oyuncularımız da yine okullu oyunculardan. Filmdeki diğer oyuncularımızda zaten tiyatro kökenli, çok tecrübeliler. Filmdeki tüm oyuncular rollerinin hakkını vererek oynadılar. Filmin bütçesini nasıl karşıladınız? Kültür bakanlığının yeni destekleme yasasından faydalanarak projemi önerdim ve kabul edildi. Böylece film bütçesinin yüzde 30’unu Kültür Bakanlığı’ndan aldım. Geri kalanını çekimler bitene kadar ben finansa etmeye çalıştım, ancak yeterli olmayınca çekimler bittikten sonra birkaç ortak aldım. Filmin hem yönetmeni hem de yapımcısısınız, bunun size getirdiği avantajlar ve dezavantajlar neler? Filmler çekilirken en büyük sıkıntı bütçelerde yaşanır. Sıkıntı çekmeyen filmler ya çok popüler filmlerdir ya da uluslararası ortaklar bulan sağlam projelerdir. Bu filmde de yeterli bütçe akışı sağlayamadığım için sıkıntı çektim. Tabii ki bütçemiz daha büyük olsaydı her şey daha kolay ve daha rahat olurdu. En azından çektiğimiz sıkıntıların bir kısmını çekmezdik. Avantaja gelince; yapımcı baskısı yaşamıyorsunuz, film şöyle olsun, şu sanatçı oynasın denmiyor. Para kazanmaya yönelik belli belirsiz bir baskı kurulmasını engelleyen bir şey. Yönetmen istediği gibi filmini çekiyor. Ben de filmimi istediğim gibi çektim. Tabii ki daha iyi yapım koşullarında çalışmayı isterdim. “Sır Çocukları” filminizle birçok ödül aldınız. Bu filmde öyle bir beklentiniz var mı? Ödül beklemek için film yapmadım. Bir yönetmen kendini ifade edebilmesi ve derdinin anlatabilmesi için film yapar ve bunu insanlarla paylaşır. Ben seyircimle paylaşmak istediğim şeyler olduğu için film yapıyorum. Ödül kazanmasını değil, ama çok seyredilmesini isterim. Her film yönetmenin bir feryadıdır. Feryadı duyan ne kadar fazla olursa o kadar iyi olur. Yoksulluk nedeniyle babası yaşında bir adama başlık parası karşılığı satılan Güzel ve kasabanın delisi Janjan. Filme ismini de veren deliyi Berk Hakman oynuyor, Güzel’i ise Selen Seyven. “Janjan”ın yönetmeni Aydın Sayman bir aşk hikâyesi üzerinden mahalle baskısını ve hoşgörüsüzlüğü anlatıyor. Film, 44. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde yarışacak. Yönetmen Aydın Sayman... Işık Saçan Apollon: Coppola Aslı Selçuk rken gelişmişliği, üniversite formasyonu, çeşitli yetenekleri, ticari ve sanatsal başarıları, tartışılan serüvenci kişiliği, sinemaya yaptığı büyük katkıları, olağanüstü başarılardan iflaslara dek uzanan sanat yaşamı Francis Ford Coppola’yı yetmişlerin Hollywood Yeni Dalga Akımı’nın en önemli temsilcisi yaptı. Coppola, George Lucas, Steven Spielberg, John Milius, Peter Bogdanovich, William Friedkin, Martin Scorsese, Brian de Palma ile birlikte yetmişlerin dahi çocukları kuşağındandı. Müzikle, sanatçılarla dolu bir ailede büyüdü. Dedesi August Coppola, 1900’lerin başında Napoli’den Amerika’ya ünlü Enrico Caruso’nun piyano eşlikçisi olarak gelmişti. New York doğumlu İtalyan kökenli Amerikalı babası Carmine bestecimüzisyen, annesi Italia Pennino ise İtalyan filmlerinin oyuncusuydu. 1939’da Detroit’te doğan Francis, New York’un Queens semtinde büyüdü. On yaşında çocuk felcinden ötürü yatağından kalkamayan Francis ailesine kukla gösterileri yapıyor, babasının 8 mm amatör kamerasıyla çektiği kısa metrajlarını gösteriyordu. Babası Carmine ileriki yıllarda filmlerinin müziklerini besteleyecek, kızkardeşi Talia da (Shire) filmlerinde oynayacaktı. California Üniversitesi Sinema Bölümü’nü (UCLA) bitiren (196067) Francis Coppola, B tipi filmlerin ünlü adı Roger Corman’ın yanında yetişti. İlk düşük bütçeli korku filmi Dementia 13’ün (63) yapımcısı da Corman’dı. Film, korku türünün klasikleri arasına girdi. Reflections in a Golden Eye (Altın Gözde Yansımalar), Patton (General Patton), Is Paris Burning? (Paris Yanıyor mu?), This Property is Condemned (Lanetli Kadın) gibi önemli çalışmaların senaristliğini üstlenen Francis’in çalışkanlığını ödüllendiren yapımcı şirket Seven Arts ona sakar genç bir adamın serüvenlerini anlattığı You’re a Big Boy Now’ı (Artık Büyüdün Oğlum/67) çekme olanağını verdi. Pahalı müzikal Finian’s Rainbow’un (1968) ardından küçük bir ekiple yabancılaşma, iletişimsizlik ve Amerikan tarzı yaşamı The Rain People’da (Buhranlı Yıllar/69) başarıyla aktardı. Dostu George Lucas’la büyük stüdyolara karşı bağımsız yapımlar üretmeyi amaçlayarak American Zoetrope şirketini kurdu (69). Buhranlı Yıllar ve Lucas’ın THX 1138’i şirketi iflasa sürükledi. Tam bu zor zamanda Paramount ona Mario Puzo’nun The Godfather (Baba) romanını çekmesini önerdi (72). Baba’yla yeniden toparlanan Coppola sinema tarihinin en çok iş yapan E Rıza, hayattaki tek varlığını, kamyonunu kaybetmemek için her şeyi göze alan hatta cinayet bile işleyen bir kamyon şoförünün hikâyesini anlatıyor... Tayfun Pirselimoğlu son filmi “Rıza”da bir kamyon şoförünün hikâyesi üzerinden, İstanbul’da hayata tutunmaya çalışan pek çok kişinin de yaşamını anlatıyor. Film, izleyicileri suç ve ceza üzerine düşündürüyor, bir vicdan muhasebesi yaptırıyor ama “doğru”ya işaret etmeden. “Filmin ucu açık” diyor Pirselimoğlu “O müphemliği herkesin kendi içinde tanımlayıp kendi huzurunu ya da huzursuzluğu bulması gerekir”. İzleyicinin zor hayatları izlemekten pek haz almadığı, hatta kaçtığı söylenir sıklıkla… Acıları görmezden gelen ya da acıtıcı bir haberde zaplama ihtiyacı duyanlar, evet, bu filmi izlemezler. Ancak bununla ilgilenmiyorum, benim sinema yapma nedenim bu değil. İnsanların beni rahatsız eden bir şeyden rahatsız olabilecekleri düşüncesinden yola çıkarak, bunu bir şekilde ifade ediyor, payıma düşen vicdani görevi yerine getirdiğimi düşünüyorum. O ilişkinin sorumluluğu bundan sonra seyirciye kalmış. Sorumlulukları yerine getirme, getirmeme konusunu kişi kendi vicdanında tartar. SİNEMAYA YENİ YÜZLER... Vicdan, suç ve ceza deyince akla hemen Dostoyevski geliyor. Ki siz de onu ayrı bir yazar olarak gördüğünüzü belirtiyorsunuz. Sizin suç ve cezanızın dengesi nerede? Suç ve cezanın dengesini kuran vicdandır. Dostoyevski, bunların ilk kapısını açan ve bunu en iyi yapan kişi olduğundan bunlardan bahsettiğimizde onun toprağına giriyoruz. O toprakların ucu bucağı görünmez. Orada herkesin gideceği bir yol var. Ben kendiminkini böyle bir film yaparak anlatmaya çalışıyorum, ancak nihai bir sonucu işaret etmiyorum. Tam tersine ucu açık. O müphemliği herkesin kendi içinde tanımlayıp kendi huzurunu ya da huzursuzluğu bulması gerekir. Rıza Akın, Nurcan Eren gibi sinema deneyimi olmayan oyuncuları oynatarak bir risk almışsınız. Neden? Filmin hakikiliği adına yaptığım bir seçim bu. Rıza’nın acıtıcı hikâyesinin samimi şekilde ifade edilmesinin böyle sağ lanacağını düşündüm. Sinema tecrübesi olmayan insanlarla çalışmak konusunda tedirginlik duysam da, oyunculuk adına olağanüstü bir sonuç çıktı. Kendi adıma da mutluyum, çünkü yönetmenlik, sinemanın karanlık yollarından sağ salim çıkma halidir. Filmin pek çok festivale davet edildiği düşünülürse çıkmışsınız da... Evet, bundan dolayı da huzurluyum doğrusu. Her ne kadar film izleyenlere huzursuzluk hissi verse de... 25'e yakın festivalden davet aldık, dolaşıyoruz. Sırada Antalya Film Festivali var. Hiçbir festivale bir beklenti ile bakmıyorum. Ortaya çıkanı beğenenler olur, beğenmeyenler olur. İşin bu tarafı çok ilgilendirmiyor. Demin söylediğim huzuru yakalamak benim için çok daha önemli. Sinema yapma nedenlerim arasında ödül almak gibi bir neden yok, ama alırsam da ne âlâ... Mühendislik okudunuz, Viyana’da resim eğitimi aldınız. Sonra da yazarlık ve yönetmenlik... Bu dağılma anlamına gelmiyor. Bir hikâyenin çeşitli anlatım biçimleri vardır, benim yollarım fazla sadece. Bundan da mutluyum. 20 Kasım’da Ankara Atlas Galeri’de Felluce sergisinin devamı niteliğindeki “Ve Gemi Batıyor” sergimi açacağım mesela. Filmden size ne kaldı? En önemlisi bu filmde babamın oynamış olması. Kendisini otele bırakmış oğlunun gelip almasını isteyen ve sürekli televizyon izleyen bir yaşlı adam rolündeydi ve çok iyi oynadı. Ancak filmi göremeden vefat etti, o yüzden benim için çok önemli. Ayrıca filmi arkadaşlarımla yapmış olmaktan da çok gururluyum. Francis Ford Coppola, eşi Eleanor’la... üçlemesini gerçekleştirdi (Baba, Baba 2, Baba 3’ün uluslararası getirisi 800 milyon dolardır). Coppola, The Conversation’da (Konuşma/74) yalnız bir dinleme uzmanının trajediyle sonuçlanan portresini yetkinlikle çizdi. Konuşma, Baba 2 (74) ve Apocalypse Now (Kıyamet/79) Amerikan toplumunu içerden yansıtan başarılı bir üçlemeydi. The Conversation, erkin, elinde bulunduran kadar denetim altında tutanı da ezdiği, yıktığı gerçeğini geleneksel Amerikan gerilim biçemiyle yansıttı. Baba 2’de etnik, ekonomik yapılandırmaları açığa çıkararak erkin insanı nasıl yalnızlığa gömdüğünü gösterdi. Kıyamet’de düş ile gerçek arasındaki sınırları, Amerikan tarihinin karanlık bir önemini Vienam Savaşı’nı bir ölüm ve yıkım operası olarak ele aldı. Oyuncu yönetimindeki başarısı, görüntü yönetmenleri Gordon Willis, Vittorio Storaro, set tasarımcısı Dean Tavoularis’in destekleriyle de Coppola romanesk sinemanın ustasına dönüştü. Bu üçlemede onun operacı lirizmini, duyarlığını yansıtan İtalyan kökenleri vardı. Kıyamet, Coppola’nın Altın Çağı’nın bitimi oldu. One From the Heart (82) adlı aşk filminde bilgisayar ve video tekniklerini denemek isteyen sinemacı bütçeyi aşıp yeniden iflas etti. Yirmilerin Harlem’inde geçen müzikal gangster filmi The Cotton Club (84) finansal anlamda onu iyice zayıflattı. Düşük bütçeli gençlik filmleri The Outsiders, Rumble Fish’i (Siyam Balığı/83) yaptı. Her ikisinden de para kaybetse de Hollywood’a Matt Dillon, Mickey Rourke, yeğeni Nicolas Cage, Tom Cruise, Diane Lane gibi yıldızları çabuk parlayacak oyuncuları soktu. Peggy Sue Got Married’i (Peggy Sue Evleniyor/86) bir gençlik komedisi, Gardens of Stone’u (Taş Bahçeler/87) Vietnam sonrası dram, Tucker: The Man and His Dream’i (88) endüstriyel lobilerle savaşan bir araba üreticisinin portresiydi. Taş Bahçeler’i çekerken yıkıcı bir trajedi yaşadı, oğlu Gian Carlo’yu motor kazasında yitirdi. Üçlemenin en zayıfı Baba 3’ü (90) çektikten sonra Bram Stoker’s Dracula’yı (92) olağanüstü bir görsellikle sinemaya aktardı. Filmin dünya getirisi 200 milyon doları buldu. Küçük kızı Gia için çocuk filmi Jack’i (96) çekti. John Grisham’ın çok satışlı romanı The Rainmaker’ı (97) uyarladıktan sonra on yıl süresince, yani 2007’ye dek setlerden uzaklaştı. Francis Ford Coppola sinema sanatına sürekli hizmet verdi. Yapımcı olarak genç yetenekleri destekledi, onların kamera önünde ve arkasında yer almalarını sağladı. Akira Kurosawa’nın Kagemusha’sının (Gölge Savaşçı/80) yapımcısı oldu, Abel Gance’ın 1927 tarihli sessiz klasiği Napolyon’u restore ettirdi. Paul Schrader (Mishima), Wim Wenders (Hammett), Kenneth Branagh (Frankenstein), kızı Sofia Coppola’nın (The Virgin Suicides, Lost in Translation,) filmlerini finanse ettti. Coppola’nın yönetmen, yapımcı, senarist, besteci, restoratör, bağcı olmanın dışında yemek tutkusunu sergilediği “Coppola’nın Seçtikleri” adlı bir yiyecek hattı da var. Yönetmen, Türsak’la Aksav’ın ortaklaşa düzenlediği 44. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin onur konuğu. Sinemayı yürekten sevmiş üstelik çevresine sevgiyle davranmış olan Francis Ford Coppola’ya “Işık Saçan Apollon” ödülü veriliyor. Yönetmenin Romen yazar Mircea Eliade’ın kitabından uyarladığı son çalışması Youth Without Youth da (Gençliğini Yitirmiş Gençlik/2007) festivalde gösterilecek. Ünlü yönetmen Francis Ford Coppola, 44. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin onur konuğu olarak Türkiye’ye geliyor. Yetmişlerin “Yeni Dalga Akımı”nın temsilcisi, ünlü yönetmene “Işık Saçan Apollon” ödülü verilecek. Festivalde son filmi “Gençliğini Yitirmiş Gençlik” de gösterilecek.