Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
6 15 Mayıs 2021 Cumartesi Timsah’ın karnından hesaplaşma Yavuz KOÇ Dasdas tarafından online olarak izleyici karşısına çıkan, Tom Basden tarafından yazılan oyunun çevirisi İlksen Başarır’a, dekor tasarımı Cansu Gürgen, Avşar Gürpınar, Mete Godollar ve Metincan Güzel’e, ışık tasarımı Cem Yılmazer’e, şapka tasarımı Mücella Mert’e, ses ve müzik tasarımı ise Ahmet Kenan Bilgiç’e ait. Oyunun yönetmen koltuğunda ise Mert Fırat ve Volkan Yosunlu’yu görüyoruz. Yaklaşık 90 dakika ve tek perde sahnelenen oyunda Alper Baytekin, Berkay Tulumbacı, Naz Çağla Irmak ve Özgün Aydın’dan oluşan güçlü bir kadro bulunuyor. Tom Basden’ın, Dostoyevski’nin aynı öyküsünden esinle yazdığı oyun, gösteri toplumunun sistemle el sıkışmayı seçen aktörleriyle, bir timsahın karnından “hesaplaşıyor”. Oyun, en az hayatta olduğu kadar “tuhaf ama gerçek”. Uzun yıllar İstanbul Devlet Tiyatrosu’nda kapalı gişe sahnelenen İkinci Dereceden İşsizlik Yanığı adlı oyunla başarılı bir performans sergileyen Berkay Tulumbacı, Timsah oyunuyla da benzer performansını sürdürmeye devam ediyor. Sürreal bir karakterin altı boş egosunu sahneye iyi yansıtmış. Karakterin antipatikliği bir yana içinde bulunduğu durumu tüm yönleriyle göstermesi, seyirci üstünde güzel ve anlamlı bir ifade bırakmasına neden oluyor. SEYİRCİYE TUTULAN AYNA Daha önce Moda Sahnesi’nin sergilediği Köleler Adası adlı oyunda izleme fırsatı bulduğum Alper Baytekin, şahane bir komedi oyuncusu olduğunu bu oyunla bir kez daha kanıtlıyor. Adına karakomedi, yabancılaşma ne derseniz deyin Baytekin’in fars öğelerinde çok iyi olduğu açık. Tutkulu oyunculuğu ve düşmeyen temposu ile oyunun izlenirliğine büyük oranda katkı sağlıyor. Başarılı performansından dolayı her türlü övgüyü hak ediyor. Özgün Aydın ise Tulumbacı’nın canlandırdığı karakterin aksine realist tutumuyla bir denge sağlıyor. Aynı zamanda bu denge seyirciye ayna tutarak bir bütünü gösteriyor. Yaşanan bu denge seyircinin hangi duyguya yakınsa o yoldan ilerlemesine olanak sağlıyor. Özetle Aydın’ın, çıkardığı karakteri özümsediğini ve sahneye çok iyi yansıttığını söyleyebilirim. Oyundaki diğer oyunculardan biri olan Naz Çağla Irmak, iki ana karakter olan Tulumbacı ve Aydın’ın karakterlerinin yansıttığı roller arasındaki dengeyi çok iyi koruyor. Bir yandan hayatın gerçekleriyle yüzleşirken diğer yandan da kalbinin sesini dinlediğini görüyoruz. Aslında Irmak’ın oynadığı bu karakterin bize en yakın karakter olduğunu söyleyebilirim. Sonuç olarak Irmak, bu karakter geçişlerini etkili performansıyla göstermeyi başarmış. REJİ AKILLI VE SÜRÜKLEYİCİ Cem Yılmazer’in bu oyundaki ışık tasarımı günümüz çağdaş tiyatro anlayışının güzel bir örneği olmuş. Minimalist dekor yapısına uyguladığı ışık çalışmasıyla oyunun anlatımına büyük ölçüde destek vermiş. Yaratıcı ve farklı çözümler sunan usta sanatçıyı tebrik ediyorum. Cem Yılmazer’in ışık tasarımıyla bir bütünlük sağlayan dekor tasarımının oyunun ruhuna ve dokusuna hizmet ettiğini görüyoruz. Bu minimalist çalışmada görev alan Cansu Gürgen, Avşar Gürpınar, Mete Godollar ve Metincan Güzel’i kutlarım. Ses ve müzik tasarımında Ahmet Kenan Bilgiç ve şapka tasarımında Mücella Mert üzerine düşen görevi başarıyla yerine getirmiş. Oyunun yönetmenlik koltuğunu paylaşan Mert Fırat ve Volkan Yosunlu iyi bir ikili olmuş. Cast seçiminin başarılı ve oyunun izlenirliği için ne kadar gerekli olduğunu görüyoruz. Akıcı ve sürükleyici rejileriyle oyun boyunca kopmuyoruz. İki yönetmeni de kutluyorum. Bu başarılı oyununun izleyici ile buluşmasını sağlayan tüm ekibi kutlarım. Alkışınız bol olsun... Fransa’nın Dilemması: Dreyfus ve Polanski Sanatçı ile sanatını birbirinden ayırmalı mıyız? Muhtemelen bu soruya herkesin yanıtı farklı olacaktır zira mesele objektif olmaktan bir hayli uzak... Sinema tarihine pek çok başyapıt armağan eden Roman Polanski, J’Accuse (Suçluyorum) filmiyle festivallerde ödülleri toplarken Metoo depreminin yıkıntıları altında kaldı ve tecavüz suçlamalarıyla büyük hayal kırıklığı yarattı. Kendi adıma uzunca bir müddet, Fransa’nın Üçüncü Cumhuriyet devri üzerine çalışmış olmama rağmen, Dreyfus Olayı’nı konu edinen bu filmi izlemek istemediğimi itiraf etmeliyim. Ancak film eleştirisinin, yalnızca eseri incelemek olduğuna ve dolayısıyla onu yaratan kişinin karakterinden bağımsız değerlendirilmesi gerektiğine inandığım için daha fazla kayıtsız kalamadım. Bein Connect’te yayımlandığını görünce de üzerine yazmaya karar verdim. Vicdanen, tıpkı Emile Zola gibi ben de Roman Polanski’yi “suçluyorum” ancak onun yönetmen kimliğini ve sinema tarihine katkılarını tümüyle görmezden gelmenin doğru olmadığı kanısındayım. En önemlisi de J’Accuse’ün, eser olma haliyle, objektif bir değerlendirmeyi hak ettiğini düşünüyorum. Çünkü J’Accuse, hem Polanski’nin kariyeri ve hem de epik sinema için mühim bir film. Sinema tarihi açısından Fransa’nın Dreyfus hadisesi üzerine ilk filmi olmasının yanı sıra, Polanski’nin kişisel “onuru” açısından da önem taşıyor. Kendisini bir bakıma Alfred Dreyfus ile özdeşleştiren Polanski, filmin yarattığı etkiye benzer bir biçimde, 19. yüzyılın sonlarında Fransa’da toplumsal bir ayrışmaya dönüşen ve ülkeyi Dreyfusçüler ve Dreyfus aleyhtarları olarak ikiye bölen bir olayı masaya yatırıyor. Tarihte Dreyfus Olayı olarak adlandırılan ve Fransız Üçüncü Cumhuriyeti’nin Panama Skandalı ile Bulanjist hareketle birlikte üç büyük krizinden birine dönüşen konuyu, Robert Harris’in kitabından hareketle senaryolaştırıyor. Ve ortaya, gücünden bir şey kaybetmediğini kanıtlamak isteyen Polanski’nin gövde gösterisine dönüştürdüğü bir eser çıkıyor. O kadar ki, titizlikle düşünülmüş ayrıntılarıyla J’Accuse, adeta tarihi bir film nasıl yapılır sorusunun yanıtını veriyor bizlere... Film, 22 Aralık 1894 günü Invalides meydanında, Fransa’nın o dönemde içinde bulunduğu kasvetli atmosbasakbicak@gmail.com Başak Bıçak ferle uyumlu bir planla, Yüzbaşı Alfres nın ötesinde büyük bir fırtınaya dönüşmesinin Dreyfus’ün (Louis Garrel) rütbelerinin asıl sebebi, Fransa’nın 1870 yılında Sedan’da, söküldüğü ve vatan hainliğiyle suçlan Almanya karşısında aldığı hezimetin ülkede intidığı sahneyle açılıyor. Bu görkemli açılı kamcı bir milliyetçiliği körüklemesi… III. Napolşa Louis Garrel kusursuz performansıyla eşlik yon devrinin çöküşü ve Üçüncü Cumhuriyet’in ederken törenin gerisinde kalan askerler arasın kurulmasıyla sonuçlanan bu savaş, Fransız kimda Dreyfus Olayı’nın ve pek tabii filmin ana ar liğinin yaratılmaya çalışıldığı bir dönemde Franterlerini oluşturacak karakterleri görüyoruz. Ya sız halkı için büyük önem taşıyordu. Filmde de şananların asıl sorumlusu Albay Sandherr (Eric top atışının yapıldığı sekansta Almanlara yöneRuf) ve filmin tüm yükünü, Dreyfus’ten bile daha lik bu düşmanlığın uzantılarını görmek mümkün. fazla sırtlayacak olan Albay Picquart (Jean Du Dolayısıyla yıllar boyunca beslenen milliyetjardin). çi duygular karşısında Dreyfus meselesinde geri Nitekim film boyunca, Alman askeri ataşesine adım atmak sadece ordu açısından değil, aynı yazılan mektup nedeniyle Dreyfus’ün casusluk zamanda skandallarla tahtı sallanan Cumhurila suçlanarak Şeytan Adası’na sürülmesini ek yet için de problemdi. Hal böyle olunca da meseriyetle Picquart’ın anıları vasıtasıyla izliyor ve selenin ülke çapında bir krize dönüşmesi uzun dava sürecini onun gözünden takip ediyoruz. sürmedi ve dava, Emile Zola’nın, L’Aurore isimDreyfus’ün masum olduğuna inanan Picquart’ın li gazetede 13 Ocak 1898’de, dönemin cumhikâyenin ana figürüne dönüşmesi elbette dihurbaşkanı Felix Faure’a ithafen kaleme aldığer karakterlerin tek boyutlu olmalarına sebebi ğı “J’Accuse” başlıklı yazısıyla geri dönülemez yet veriyor ancak Dujardin’in olağanüstü yoru bir boyut kazandı. Filmde söz konusu sahnenin, mu filmin bu açığını kapatmaya yetiyor. Kafka Alexandre Desplat’nın tansiyonu yükselten notaesk bir bürokrasinin ülkenin her yerine nüfuz et ları eşliğinde tarihe unutulmaz bir tanıklığa dötiği bir yerde, soruşturmalar, davalar ve mahke nüştüğünü de eklemeliyim. me süreçleriyle öykünün gerilim damarı besleÖzetle J’Accuse, hem böylesi önemli nirken durağan akışın temelinde anlatıbir davayı bazı tarihi figür eknın edebi tonunu muhafaza etme gayresikleri ve ZolaPicquart tanışıkti yatıyor. J’Accuse’ün güçlü anlatısına tezat yanılgısı ise seyirciPuanım: lığı dışında büyük oranda tari8/10 hi gerçeklere bağlı kalarak öyküleştiriyor hem de ışık kullanısinin meseleye ve döneme tümından sanat yönetimine, mümüyle hâkim olduğu yönündeziklerine, kostümlerine değin ki inancı… Zira tarihe uzak bir izleyici için adeta bir epik anlatı dersi veriyor. RoJ’Accuse’deki referansları yakalamak oldukça man Polanski, kendisiyle özdeşleştirdiği Dreygüç. Öykünün katmanlarını oluşturan milliyetçi fus hadisesinde, elbette Dreyfus’ün masum oldulik, Alman düşmanlığı ve antisemitizm gibi kav ğu gerçeğini gözden kaçırıyor. Ancak yine de ramların dönemin Fransa’sında nasıl bu kadar Fransa’nın belle époque’una dair göz kamaştıtaraftar bulabildiği açıklığa kavuşmuyor. Drey rıcı bir film yaparak ustalığını konuşturmayı da fus Olayı’nın, salt bir antisemitist hadise olma ihmal etmiyor. EKRANIN TÜRKÇEYLE İMTİHANI Canım Türkçem güzel dilim, ne hallerdesin ekranda farkında mısın? Yazıldığı gibi okunan, okunduğu gibi yazılan bir dil değil ki Türkçem. İçim sızlıyor ve görüyorum ki çok kişi aynı şeyi hissediyor benimle. Pek çok dile göre “Yazıldığı gibi okunur” demek kolay ama işin aslı öyle değil. Sosyal medyada ekran hatalarından bahsediliyor, sunucular, haberciler, muhabirler, ekElif Aktuğ randaki altyazılar alay konusu oluyor. Yapılan hatalar ilkokul üçte öğrendiğimiz çok basit dilbilgisi kurallarıyla alakalı, ayrı yazılan da’lar, ki’ler yani. Demet Akalın’ın Twitter’da yazdığı cümleler gibi, TDK’yi baştan yaratan şarkıcımızın cümleleri gibi, haber kanalında da altyazılar geçerken aklımı oynatacak gibi oluyorum. Alelacele yazılıyor birçok şey kabul ama alelacele yazarken imla hatası yapılır, bilgi hatası değil! OBAĞĞMA KİM ACABA? Haber okuyan kişinin “Obağğma” demesi delirtiyor beni. “Obama” diyememesini geçiyorum, bir anlam bulmaya çalışıyorum aklımca “Amerikalılar gibi söylüyor garibim öyle öğrenmiş demek ki” diye düşünüyorum. “Ama o zaman ekrana çıkıp haber okumaması gerekiyor” diyor iç sesim! Ah bir de habercilerin özellikle melodili haber okuması, tam bir fiyasko. Virgülde, noktada es verilmiyor; aklına neresi yattıysa, neresini duraklamaya layık gördüyse hanım kızımız orada nefesleniyor. “Münhaasır” deniyor mesela, a kısa olacak, “münhasır” diyeceksiniz çok mu zor? “İtibaren, itibarı, itibarıyla” mesela, bu kelimeler nasıl okunacak bihaberler. TRT spikeri, eğitmen Jülide Sönmez, sosyal medya hesabında dilimizi doğru kullanmak ve konuşmakla alakalı müthiş bilgiler veriyor. Takip etmelisiniz, ekranda olmak şart mıdır, asla değil. Güzel ve doğru konuşan insan, güzel insandır, kesin bilgi… Ahkâm kesiyorum sanmayın… Ekran zor mecra. Bizzat yıllarca canlı yayın yapan biri olarak söylüyorum, temposu da dinamiği Arka Pencere MÜZİKLİ ŞAHMARAN CANLI CANLI İtiraf ediyorum, pandemi dönemine dek, herhangi bir tiyatro oyununu ekranda izlememiştim. Oysa dünyada pek çok tiyatro yayın yapıyor, gösterilerini sergiliyor. Üstelik büyük bütçeli, sıkı oyuncuların rol aldığı temsiller bunlar. Geçtiğimiz aylarda National Theatre’ın web sitesinde yetenek abidesi Gillian Anderson’un başrolde yer aldığı “Arzu Tramvayı”nı izledim, James McAvoy’un inanılmaz başarıyla canlandırdığı “Cyrano De Bergerac”ı izledim, Jane Eyre’i izledim, “Kral George’un Deliliği”ni izledim. Heyecanla “Şahmaran”ı bekliyorum şimdi. Eh bizim oyuncularımız dünya çapında işler yapıyor, onlardan bahsetmeyelim mi? Suzan Acun İlhan, yönettiği ve oynadığı “Şahmaran” ile internet üzerinden izleyicisiyle buluşacak. Tiyatroların ne zaman gerçek anlamda perde diyeceği belli değil, herkesin dileği bir an önce pandemiden kurtulmak ama seyirci canlı performansları çok özledi. Ödüllü oyuncu Suzan İlhan, kendi tiyatrosu, Tiyatro Gaia ile bakalım aradığını bulacak mı? Biletler online olarak satışta. Bu sadece oyunculara ve emekçilere destek olmak değil, şu dönemde ruhlarımız için acilen yapılması gereken bir şey. Sahne sanatlarının iyileştirici, ruhları yükseltici gücünü çok önemsiyorum, birilerinin seyirciyi başka âlemlere uçurması gerekiyor ve Suzan o büyülü sesiyle ve oyunuyla eminim kalplere dokunacak. Üstelik müzikli bir oyun olduğunu da eklemem lazım. Profilo AVM’de bu akşam canlı yayımlanacak oyunu kaçırmayın derim. de çok farklı. Ağızdan çıkıveriyor bir hatalı kelime, nasıl düzeltesin? Gazete gibi değil ki editör okusun, yazı işleri müdürü okusun, düzeltmen okusun. Ha yine de hata yapılmıyor mu, yapılıyor, neticede insanız hepimiz ama imla hatası başka bir şey, bir kelimeyi yanlış bilip yazmak/söylemek başka bir şey, az önce de söyledim. Misal, The Guardian gazetesi, geçen hafta 200. yaşını kutladı ve yıllar boyunca gazete yapılan/yazılan hataları konu edip kendisiyle yüzleşti, okuyucusundan özür diledi. Ekran demişken özellikle dizi yazan arkadaşlardan ricam, diyaloglara biraz özenmeleri. “Çıkış yapacağım” demesinler mesela, “start verildi” demesinler. Bu belirgin hataları haber okuyanlar da yapıyor, çok fena. Konuşma dilinde “yapcam, etcem, gelcem, gitcem” diyoruz ama ekrana yakışmıyor, söylemeden edemedim. FARKINDA BİLE DEĞİLLER “Karışma, sana ne” diyorum kendi kendime, ama bir bakıyorum Türkçem ne hale gelmiş! Bari ekran kendine düşeni yapsa, bari ekrana çıkanlar, bir şekilde ekrana çıkarılıp konuşmasına izin verilen bireyler saçlarını maşalattıkları kadar dile özenseler, vakit ayırsalar. Bunu eksik olarak görmemek en büyük günah, bunu bilmeyenlerin masa başında patron koltuklarında oturması en büyük günah. Sabah kuşağına hiç dokunmuyorum, magazin adı altında yapılanlara hiç bulaşmıyorum, magazin dilini ellemiyorum, onlar artık yaradana emanet. Beni de eğitmenleri de hepimizi aşar. Peki o “Ünlü şarkıcı bilmem kim”lerle başlayan ve saçma sapan tamlamalarla sürüp giden cümleleri yok mu magazinin, ah sustum sustum… Mideme kramp girdi.