Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
15 Mayıs 2021 Cumartesi 3 Günaydın insan olmak Kocaman aile ortamında doğup büyüdüm. Bu benim için gürültülü bir huzur ortamıydı. Her kafadan bir ses çıkıyordu ve gürültü büyük bir huzur veriyordu. Çünkü herkes kendince şakıyor evin içinde, kuşlar senfonisi gibi. Mahalle ortamında rüya gibi bir çocukluk. Öyle olunca da insan dönüp dolaşıp bu hayatın telaşlarında, hem coğrafyamızın hem dünyanın dertlerinde tasalarında, o korunaklı dertsiz ortamı özlüyor. YfeidlşmeilğçiYailemşilçaymap, tYBığeizışmiimlçızam filmlerinin benzeri bir proje değil. O filmleri üreten sinemanın, nasıl bir dünyada, iklimde o filmleri ürettiğini anlatmaya çalışan bir iş, başka bir hikâye. Bir Yeşilçam filmi bekleyenler bu anlamda bir hayal kırıklığına uğramasın. Yeşilçam hakkında bir iştir. Usta oyuncu Yetkin Dikinciler bu kez, Çağan Irmak’ın merakla beklenen dizisi Yeşilçam’la karşımızda. Elini kaşındıran karakterleri seven oyuncu, dizide muhteris yapımcı Reha Esmer’i canlandırıyor. Dikinciler, “BluTV’nin hem Yeşilçam’ın perde arkasını hem o dönemki Türkiye’yi projelendirmeleri çok hoşuma gitti” diyor. Felsefe eğitimi alırken yolu Yıldız Kenter’le kesişen ve oyunculuğa başlayan Yetkin Dikinciler’le dizinin ikinci sezonunun çekimleri arasında buluştuk. Kalabalık ailesinin ona kattıklarından, eski günlerden, insanlık hallerinden ve tabii ki Elif Tokbay Nâzım’dan konuştuk... Fotoğraf: Vedat Arık AŞI SETLERE DE GELSİN İnsanların en çok bir arada olduğu bir iş kolundayız. Setlerde de insanları hem durdurmayıp hem aşısız bırakmak doğru değil gibi geliyor bana. Millet evinde oturuyor bari eğlencelerini kesmeyelim diyoruz ama o eğlence devam ederken de dönüp onun çalışma koşullarına da bir bakmak lazım diyorum haliyle... u Düşünen bir çocuk muydunuz, aklınızdan neler geçerdi? Üniversitede de felsefe eğitimi alıyorsunuz... Orası çok enteresan. Derslerde başarısız bir çocuktum, hep ite kaka okudum. Lise biri tekrar ettim. Herhalde bir tornacıya girerim diyordum. Yaz tatillerinde de çalışıyordum. Üniversite falan okuyacağımı hayal etmiyordum... Ama onun da bir kader olduğunu düşünüyorum, okuduğum devlet okulları itibariyle, son okuduğum Şehremini Lisesi öyle yabana atılır bir okul değildi ama çok kalabalıktı. Bazen 60 kişilik sınıflarda, boyum gereği sınıfın en arkasına atılıp dersi takip edememe gibi fiziki bir sorunla da boğuştum. Kendimi aptal sanıyordum. Aptal olmadığımı, hayatın bana aptalmışım gibi davrandığını bir ara anladım. Lise sondan itibaren farklı bir duyguya geçtim. Okumak ve öğrenmenin pasif birşey olmadığını anladım. "Yeryüzünde ne kadar çok insan var. Hepsi benim gibi huzurlu ve mutlu mu acaba" diye düşünürdüm çocukken. Çünkü dudağımda bir gülümsemeyle uyuyakalırdım hep. Bu benim minnettar olduğum bir geçmiş. Ama düşünme sözcüğünün gerçek anlamda ortaya çıkışı şöyle... Hayat sadece mutlulukla geçmiyor. 70 muhtırasının içine gelmişim. İnsanoğlu Ay’a, ben dünyaya... 69 doğumluyum ben. Küçük küçük haberler, radyodan, televizyondan, mahallemizdeki üniversite ortamı, çatışmalar, dertler, tasalar var. Ailemizde anarşist öğrenciler de var bizde gelip okuyanlar da var. Ailemizden polis de çıkıyor, babam emekli subay. Bir Türkiye mozaiğiyiz zaten. Bunlarla büyüdüm. Benim için gürültünün çoksesliliğe dönüşmesi de böyle bir şey. En çok da sonsuzluğun anlamını bulmaya çalışan bir çocukluk geçirdim. Yani sonlu bir bedende sonsuzluğu anlamlandırmaya çalışmak paradoksunu yaşayan biri olarak büyüdüm. O da beni sanırım, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü'ne yönlendirmiş. felsefeyi evde de yaparsın u Sonra oyunculuğa geçiyorsunuz... Oradaki hızlı dönüşümümde, onun da yetmediğini, felsefenin çok hayatın içinde bir şey olduğunu farkediyorum ama dışardan bakıldığında "Ne o filozof mu olacaksın?", "Düşün düşün nereye kadar?" kalıplarıyla karşılaştım. Aslında yaşadığı hakkında, kendi hakkında soru soran herkes küçük küçük filozoflardır. Abartacak bir şey yok. Çünkü zaten felsefe soru sorup yanıt araBüyük bir denkleme inanmak, çoğunluğun konuştuğuna inanmak ve o sürünün dışına çıkmamak konfordur. Dert etmezsiniz, o akımın içerisinde herkes zaten yuvarlanıp gidiyordur. Nedir cahillik, “Bilmene gerek yok”çuluk, “Bu kadarı sana yeter”cilik? Bir bireyin kendi başına seçtiği bir şey değil, bir bırakılma durumu aslında. Neden güçtür? Çünkü bir gücün içerisindesinizdir. Güç de o çoğunlukta olduğu için siz de aykırı ses olmazsanız, yeni bir fikirle icat çıkarmazsanız o gücün içerisindesinizdir. Onun da tadını çıkarırsınız. Umurunuzda olmaz, kıyıda köşede size sesi ulaşmasın diye ağzı kapatılan ya da başına gelen şeyin haberini almamanızı isteyen o sistem, umurunuzda olmaz. Bir titreşim gibi gelir belki de... Keyfiniz de yerindedir. Ama sıra size gelene kadar. Ne zaman ki başınıza gelir, o “cahillik güçtür” sözünün zora evrildiğini görürsünüz. “Tüh be” dersiniz, “Ben de sesimi çıkarmamıştım”. İnsandır, başına gelir, ne oldum dememeli. makla başlar, yanıt aramak da bilimi beraberinde getiriyor. Söylenenlere inanmak ya da biat etmek yerine, deneyebilecek bir akıl ve bedeniniz var. Bunun peşinde olmak... Bütün bunların bilincindeyken tiyatro kurslarına giden Yetkin, o kursları veren Yıldız Kenter'le tanışıyor. Ve o da diyor ki "Yetkin sende bir cevher var". Ben de diyorum ki "Hocam ben okuduğum okuldan memnunum". "Ne okuyorsun?" diyor, "Felsefe" diyorum. Espiriyle karışık "Felsefeyi evinde de yaparsın" diyor. İlk biraz yabancı geliyor ama sonra oyunculuk elimi kaşındırıyor. Biraz daha bedenimi harekete geçirmem gerekiyor, hisseReha Esmer: Amerika’yla Ruslar dünyayı yönetiyor Mine... Ben işime bakıyorum. Bence hayatta inşa edilebilecek en önemli şey özbenliktir. Ne kariyer ne para pul ne şan şöhret ne de iktidardır. Kendiniz olarak gidebiliyorsanız bu dünyadan, yaşamışsınızdır. Yoksa biryerlerde metabolizma olarak nefes almışsınızdır. Buna da yaşamak denirse. diyorum. Sınavlara giriyorum, kazanıyorum ve oyuncu oluyorum. Felsefeden uzak bir şey yapmıyoruz çünkü oyun oynamak sadece oyunculara mahsus bir şey değil, herkes oynuyor çünkü. Gelişimin, insan bünyesinin bir parçası. Kendi bedenimde hiç deneyemeceğim hayatları deneyimliyorum. Bu da ne demek: Empati, yani onun yerinde olmak. Empatiyi küçüklüğümüzden beri biz yanlış anladık. Sen benim yerimde olsan ne yapardın diye sormayı biz empati sandık. Halbuki hiç bu sorulara gerek kalmaksızın, karşımızdaki kişinin de bir özbenliği olduğunu, ve ona oradan yaklaşmak gerektiğini bilmek aynı zamanda. Tiyatro ve oyunculuk benim için kutsal bir şey değil. Hayat ve yaşamak kutsal olduğu için, tiyatro ve oyunculuk da insanı ve hayatı konu ettiği için çok değerli. Hâlâ en çok önemsediğim şey insan olabilmek ve kalabilmek, insani kalabilmek belki de. u Nasıl insani kalacağız bu dünyada? Bu da mış gibi yapmamak benim için. Tiyatroculara hep mış gibi yapıyor derler. Doğru, biraz da öyledir, bir benzerini yapmak. Bir katili oynamak için cinayet işlemek gerekmez. Ama cinayet işleme ya da birini öldürmek hissiyatını içselleştirmek gerekir. Biraz uç bir örnek oldu. Ama bir iyilik yaparken de öyle. Belki o kadar iyi bir insan değiliz ama o iyiliğin yapılabilirliğine dair kendi içimizi keşfetmekle ilgili oyunculuk yolculuğu. İnsan her şey için bir olanaklar varlığı. Bugün, şu ana kadar yaşadığımız hayat, nasıl bir insan olduğumu göstermiyor bana. Eski tragedyadan ödünç alarak her zaman paylaştığım bir cümle: "İnsan kendi son gününü görmeden nasıl bir hayat yaşadığına hüküm vermemeli" diyor eski bir tragedya. Ben de bu sözü çok önemsiyorum. Hayat her gün yeniden... Günaydın insan olmak diye başlıyorum. Böyle de insan kalmaya çalışıyorum. Muhterisler kendilerini bile çöpe atar u Yeşilçam sizin için nasıl başladı? Çağan Irmak’la daha önce de çalışmıştınız... Çağan’dan bir gün telefon geldi, şu dönemlerde ne yapıyorsun diye. Yetkin kokusunu aldı tabii. Sen birşey yapıyorsan ben hiçbir şey yapmıyorum dedim. Çağan’la böyle bir içsel hukukumuz var. Oynadığım karakter de Reha Esmer, bir yapımcı. 10 bölümü bitirdik, ikinci sezonun da çalışmaları başladı. Keşke hep böyle başı sonu belli çalışmalar olsa da biz de ne yapacağımızı çok iyi bilerek çalışabilsek dedirten bir proje oldu. u Karakterin nesini sevdiniz, elinizi kaşındıran karakterlerden hoşlanıyorsunuz? Reha karmaşık, zor bir adam. Belki tam da az önce konuştuğumuz gibi, kendi konfor alanını bozmak istemeyen bir adam. Yaptığı evlilikte de böyle, içgüveysi girdiği için... Seçtiği yaşam biçiminde de kurduğu ilişkilerde de böyle... Dolayısıyla tutunmaya ve var olan konforunu kaybetmemeye çalışan biri. Bu çok problematik bir şey. Çünkü insan her gün yastığa başını koyar ve aramaya çalışır. Espiriyi şöyle yapmıştım: Reha Esmer adı soyadı ama o kadar da esmer değil. Göründüğü gibi değil aslında. Ben o görünenin ardındakiyle ilgileniyorum. Reha her zaman, bugün dahi karşımıza çıkabilecek ihtirasta bir adam. İhtiras sözcüğüne gelince de herşey gözlerimizin önüne seriliyor zaten. Muhterislerin en büyük özellikleri kendilerini bile bu başarmak istedikleri şey için çöpe atabilecekleri, feda edebilecekleri gerçeği. Bu gerçek benim için ipucu oldu diyebilirim Reha karakteri için. u Türkiye’nin yakın tarihini de izliyoruz dizide dönemin siyasi atmosferini de soluyoruz. Semih şöyle bir cümle kuruyor: “Siyaset tıkanınca tıngırtı artar.” Bu tıngırtının kurbanları mıyız hepimiz? Vatandaşın ayrışan ihtiyaçlarına da dönüp bakabilmek, siyaseti, insanları tıngırdatmayacak hale getirebilir. Yoksa siyaset tıkandığında hep tıngırdatır zaten. Dünya savaşları sonrası yenilenen akımlar, bir yandan Doğu Bloku’nun oluşması, sertleşmeye başlaması ve karşıtlıkların artması... Renklerin de belirmeye başladığı bir zaman dilimi. Siyasi infazların, yargısız infazların da başladığı yıllardır aynı zamanda. Ya da manipülasyonlarla bir Türk bayrağı açtırıp bu toprakların insanları, bu topraklarda yaşayan gayrimüslimlere zulmedebilen insanlardır görüntüsünü oluşturabilecek kadar, çokuluslu ajanların da karıştırdığı bir döneme de tanıklık eder. Çok karışık bir dönem. Bütün iç ve dış unsurlarla insanlar acı çekti. Yüzleşilmesi gereken bir dönem. Bu yüzleşmeyi yapmadıkça hep başımıza işler geliyor zaten. Üstünü örtmeye çalıştıkça... Gerçekten bunların yaşandığına dair bir yüzleşme yaşamadıkça yenilerini yaşatmama imkânımız yok. Nâzım’la hemdert olmaya çalıştım u Nâzım Hikmet, kariyerinizin dönüm noktalarından biri. Sizi nasıl değiştirdi Nâzım? Nâzım, okudukça hayranlık duyduğum, beni iyice içine alan, hainliği nerede bunun dedirten biri. En büyük “ihaneti” çoğunluğun dışında kalması. Ölümüne, kendi düşündüğünü söylemesi. “1902’de doğdum” diye başlayan otobiyografisinde de “Aldattım kadınlarımı ama konuşmadım arkasından dostlarımın” cümlesini bile alsak insan hatalarıyla ve deneyimleriyle bir bütün. O da bu yolculuğunu bizimle paylaşımıyla bir ışık tutuyor. Hem onu oynayan Yetkin’e hem insan kalmaya çalışan Yetkin’e hem de onu izleyen herkese. Benzerliğimiz çok konuşuldu ama benim peşine düştüğüm şey, onunla duygudaşlıktı. Hemdert olmaya çalıştım Nâzım’la. O her zamanki özgürlükçü tavrıyla benden yine ben olmamı istedi ya da ben öyle vehmettim diyelim. Gündüz düşleri görür oyuncular bazen. O düşlerde Nâzım’la uzlaştık. Ben en çok ona layık olmaya çalıştım. 3. faza geçmeliyiz u Sizce şu andaki Türkiye hakkında ne düşünürdü? Haddimi aşmak istemem ama şöyle düşüneceğini hissediyorum: Ne kadar doğru bir mücadele vermişim hayatımda. Çünkü hâlâ kendinden olmayana “Bu doğru bir yaşam değil” diye bakan insanlar var. Bugün hâlâ insanların bizim istediğimiz gibi yaşamazsan bu memleket senin değil deme cüretini gösterdiği bir iklimde yaşamanın acılarını çekiyoruz. Bunun da şablonları bugünden yarına çok hızlı değişiyor. Gücü olan ne derse doğru, o gün onun doğrusu oluyor. Artık üçüncü bir faza geçmemiz gerekiyor: Sen varsın, sen varsan ben de varım. Benimkini yok sayma. Bu evreye geçmedikten sonra bitip tükenmek bilmeyen bir kavganın içinde olacağız. Bu vatan, kendisinden olmayana da merhaba diyebildiği zaman güzel bir vatan olur. O zaman Merhaba Güzel Vatanım diyebiliriz. “Beğenmiyorsan git”lerle hiçbir yere varılmıyor. Birlikte olmayı göze almalıyız artık. Gençlere güvenirim u Gençlerden umutlu musunuz peki? Her zaman. En son, Storytel’de 1984’ü okudum, tüylerim diken diken olarak yüzleştim onunla. Çünkü dil insanda yaşar ama bir süre sonra insan dilde yaşamaya başlıyor. Yani aklı, zekâsı ve davranışları, konuştuğu kadarıyla sınırlı kalıyor. Bu büyük bir tehlike. Ağzımıza ne verirlerse onunla konuşuyoruz ve bunu konuşmak, tartışmak sanıyoruz. Hayır bu bizim prangamız. Birazcık susmayı ve başka diller ve araçlar bulmayı becerebilmeliyiz. Çünkü bu yeni söylem, Orwel’in deyimiyle, birşey söylememe üzerine bir güdümleme aslında. Benim diyeceğim kelimeler tarif eder senin dediğini, sen anlamını arama. Bir buyurganlık var, dayatmadır bu. Bunu aşmak için de gençlere yine güveniyorum. Çünkü öyle ya da böyle, bu dijital dünyada da sosyal medyada da hoşumuza giden zekâ parıltılarıyla bunun araçlarını bulduklarını görebildiğim zaman da umutlanıyorum. Hamlet’in oyunculara bir tiradı vardır, orada der ki “Bilgili bir tek kişinin beğenisi, bilgisiz bütün bir yığına bedel olmalı sizin için. O bir kişi için anlatmaya değer yine de o bir kişi varsa umut var demektir.