01 Haziran 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Hayat Fatih Türkmenoğlu ggeüziznecle [email protected] Niye bir gün dedim, inanın ben de bilemiyorum. Hani hazır gitmişken orayı da burayı da görelim, aradan çıksın gibi. Aslında günlerce, aylarca, hatta bir ömür gezilse eksik kalır bir şeyler. Üç imparatorluğun başkenti İstanbul’un göbeği, merkezin yıldızı, ne yaparsanız yapın, kaç gün ayırırsanız ayırın tam hakkıyla gezilemez. Tüm lokantalar kapalı, okullar çoğunlukla uzaktan, işlerin evden, hayatın yine askıda gibi olduğu zamanlar, ben kendimi “İstanbul”a atarım. Pardon, babamın tabiriyle “İstanbul’a inerim”. Genellikle metroyla. Haliç durağında inerim, işte hemen o ilk anda İstanbul çarpar beni. Köprüyü geçer, geziye başlarım. Çok özel, çok derin bir tarihin parçasıymışım gibi hissederim. İstanbul, bütün ihtişamıyla ruhumu sarıp sarmalar. Martılar selamlar, dalgalar ve ezanlar fonda günüme eşlik eder. Tarihi Yarımada’da koşar adım bir gün Alper Hasanoğlu de anima Ben beynim değilim! ÇİZEN: Özge Ekmekçioğlu SultanAhmet Camisi: Ya da yabancıların tabiriyle “Blue Mosque”. Geçen sene Amerikalı bir dostumu götürdüm. İçeri adım attı ve hüngür hüngür ağlamaya başladı. Çok haklıydı, burası bende de her zaman grandiyöz hisler uyandırır. İnşası 1617 yılında tamamlanmış. Mimarı Sedefkâr Mehmet Ağa. Aslında bir külliye ve Osmanlı’daki altı minareli ilk cami. Çinilerini nasıl anlatsam, bilemiyorum. İnsanı ilk anda ağlatan, zangır zangır titreten çok özel bir yer. Tarihi Yarımada’nın rotasını çiz deseler Her yönden başlayıp, her tarafa devam edebilirsiniz. Her sokak sizi tarihin başka bir dönemine götürecek, her hanın kapısı başka İstanbul’un başka bir ticari değerine açılacak. Müsaade edin, başlayıp akan bir yazı olmasın bugün. Küçük başlıklarla bir “puzzle” sunayım size. Kaç tanesini alıp günün içine atmak isterseniz, öyle yapın. İster lineer, ister diagonal, ister zigzag dolaşın. Eksik kalanları da başka bir güne, sonra başka bir güne. Olur mu? YEREBATAN SARNICI Arkeoloji Müzesi: Üç ayrı binası var. Aceleye getirmeyin, bence bahçesinde oturarak, okuyarak, dinleyerek iki günü hak eder. Osmanlı, Roma ve Bizans tarihini şöyle bir gezeceksiniz. Ülkemizin en eski müzesi ayrıca. Çok zengin, çok ihtişamlı. Yaz aylarında Saraydan Kız Kaçırma operası da burada sahneleniyor ayrıca. Süleymaniye CamiSİ: Bir Mimar Sinan dehası. Kanuni Sultan Süleyman için inşa edilmiş. 1557’de ibadete açılmış. Kubbe 53 metre yüksekliğinde. Klasik Osmanlı mimarisin en özel örneklerinden biri. Türk ve İslam Eserleri Müzesi: Süleymaniye Külliyesi’nin içinde 1914 yılında açıldı. Sonra SultanAhmet Meydanı’na, İbrahim Paşa Sarayı’na taşındı. En az bir gün, en az bir tam sayfa yazıyı hak eder. 13. yüzyıl Selçuklu halıları, ahşap oymalar, resimler, objeler; anlatmaya gücüm yetmez. KapalıÇarşı ve Mısır Çarşısı: Oh be, içim açılır her seferinde. Sırt çantam ıvır zıvırla tıka basa dolar. Şark Kahvesi’nde mutlaka bir kahve içerim. Çarşı’da hep başka dar sokaklar, bambaşka dükkanları keşfederim. Dünyanın en eski avm’si diyorlar, önemli değil en eski olması. Bence dünyanın en keyifli çarşısı, orası kesin. Yerebatan Sarnıcı: 6. Yüzyıl, Jüstinyen zamanından günümüze kadar kalan bir yapı. Etkinlikler, konserler de yapılıyor. Işıklandırması şimdi nasıl, bilmiyorum. Su sesi, hafif müzik ve yumuşak renklerle başlı başına ruhsal terapi alanı sanki. Şerefiye Sarnıcı: Çemberlitaş’ta, Binbir Direk Mahallesi’nde. II. Theodosius zamanında, 440’larda inşa edilmiş. Birkaç sene evvel bulundu, restorasyonu tamamlanınca iki yıl evvel açıldı. Hanlar: Çok var. Sokaklarda yavaş yavaş yürüyün, ağır demir kapılarını göreceksiniz. Misal Balkapanı Han, Tahtakale’de. Bizans ve Osmanlı dönemlerine şahit ticaret merkezi, hâlâ ayakta. Geçmişte bal, yağ ve un bu handa küçük esnafa dağılırmış. Bugün de seksen kubbeli odasıyla bir ticarethane. Ayasofya Cami: Doğu Roma İmparatorluğu’nun Jüstinyen döneminde inşa edilen en büyük kilise. Şu anda ayakta olan yapı, 360 ve 415 yıllarında yapılanların yerine tasarlanmış. 916 yılında kilise olarak ibadete açılmış. İstanbul’un 1453’te fethiyle cami bölümü de eklenmiş. Mozaikleri, devasa kubbesinin mimarisi, içerideki renk armonisiyle büyük bir dehanın ürünü. Hem müze hem cami, İstanbul’un tartışmasız simgelerinden biri. Topkapı Sarayı: Abdülhamit Dolmabahçe’ye taşınana kadar tüm sultanların evi. Aynı zamanda da imparatorluğun yönetim merkezi. Kaşıkçı Elması insanın içini titretir. Büyükelçilerden yeniçeri ordusuna kadar herkesi doyuran, uzak diyarlardan en iyi ürünlerin taşındığı mutfağı, harem bölümü, Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferi dönüşünde İstanbul’a getirdiği emanetlerin sergilendiği Kutsal Emanetler Dairesi özellikle tavsiye edilir. [email protected] Finansal krizler dünyayı nasıl değiştirdi? TADINA BAK Orhun Atmış Ajanda Güllaç zamanı! Güllaç, ramazan aylarının vazgeçilmez, geleneksel tatlısı. Bol sütle ıslatılmış yaprakların arasına isteğe göre badem, fındık ya da fıstık koyulabiliyor. Gelal ya da eve sipariş getiren yerler arasında Özsüt, Bolulu Hasan Usta, Seyidoğlu, Karaköy Güllüoğlu gibi mekânlar bulunuyor. Ayrıca marketlerde de hazır olarak satışa çıkmış durumda. Can Bonomo’dan yeni şarkı Başarılı şarkıcı Can Bo DİNLE nomo, pandemi döneminde üretmeye ve ürettiklerini dinleyicileri ile paylaşmaya devam ediyor. Son teklisi “Yine Karşılaşırsak” hâlâ listelerin üst sıralarında yerini korurken dün “Kaplan” isimli yeni şarkısı ve şarkının video klibi dinleyicilerle buluştu. “Kaplan” Avrupa Müzik markası ile dijital platformlarda yerini aldı. Akbank Sanat’tan Aileler İçin Eğitim Akbank Sanat’ta sanat eğitmeni Barış Karayazgan yarın saKATIL at 17.00’de “Sanatın Çocuk Gelişimine Katkısı Üzerine Ailelerle Sohbetler” başlıklı bir seminer düzenliyor. Seminer ile anne ve babaların sanat eğitiminin çocuklar üzerindeki etkisini keşfetmesi amaçlanıyor. Katılım kontenjanı 25 kişi ile sınırlı olan ve Zoom platformu üzerinden gerçekleşecek seminer programına katılmak isteyen aileler [email protected] adresi üzerinden başvurularını yapabiliyor. OKU VakıfBank Kültür Yayınları, günümüzün saygın ekonomi profesörlerinden, Columbia Üniversitesi Avrupa Enstitüsü Direktörü Adam Tooze’un yazdığı “Çöküş: Finansal Krizlerle Dolu Bir On Yıl Dünyayı Nasıl Değiştirdi?” adlı kitabı yayımlıyor. Lehman Brothers’ın 600 milyar dolarlık borçla iflasının küresel ekonomide nasıl yüzyılın kâbusuna dönüştüğünü anlatırken gelecekte kapıyı çalabilecek yeni krizlere karşı nasıl önlemler alınabileceğinin yanıtını arıyor. “İnsan ‘yönelimsel’ bir varlıktır” der Franz Brentano. Felsefe ve psikiyatri tarihinde iki çok önemli düşünüre hocalık yapmış bir filozof ve psikologdur. Felsefeyi psikolojiyle bir arada düşünüyor ve hatta psikolojinin felsefenin temel bilimi olduğunu söylüyordu. Yönelimsellik – intentionality – insan zihninin reel ya da irreel bir nesneye yönelmesi, ilgisini ona yöneltme becerisi olarak tanımlanabilir. Algılama, inanma ya da tutku duyma ancak böyle gerçekleşebilir. İnsanın bu becerisidir onu ötekiyle ilişki kurmaya, iletişime geçmeye, onunla etkileşim içinde olmaya iten. Çok önemli iki düşünür –en azından benim için önemli– 1870’li yıllarda Viyana Üniversitesi’nde okudukları yıllarda ondan ders almışlardır. Sigmund Freud’un – her ne kadar kendisi reddetse de – felsefeyle olan yakın ilişkisinde ve psikanalizi neredeyse tam anlamıyla bir felsefe okulu olarak kurmasında Brentano’nun çok önemli etkisi vardır. Edmund Husserl, 20. yüzyıl başında felsefenin yönünü değiştirecek olan fenomenolojiyi kuran filozoftur. “Şeylerin kendisine geri dönmek!” olarak belirlemişti felsefesinin mottosunu. Ve yönelimsellik de fenomenolojinin temel kavramı oldu. Bugün psikanalizin geldiği noktada çok önem kazanan ‘özneler arasındalık’ kavramının temelinde de fenomenolojinin yönelimsellik özelliği bulunur. Bence bundan çok daha önemli olan, Karl Jaspers, Ludwig Binswanger ve Martin Heidegger’in fenomenolojiyi alıp psikopatolojinin, psikiyatrinin ve felsefenin üzerine inşa edildikleri kavram haline getirmiş olmalarıdır. Özellikle psikopatoloji ve psikiyatri için fenomenoloji temel metodoloji olarak önemli hale gelmiştir. Bugün sinirbilimdeki müthiş ilerlemeler sayesinde beyinde gerçekleşen hasarlar sonucu ortaya çıkan nörolojik işlev bozukluklarını düzeltmeye yönelik çok ciddi ve umut verici çalışmalar yapılıyor. Ama bu konusu esas olarak “beyin” değil, “bir kişi” olarak insan olan psikiyatri için de aynı derecede ve anlamda umut kaynağı olamaz maalesef. Günümüz psikiyatrisi büyük ölçüde bunu böyle görüyor olsa da. Fizyoloji ihtisas yıllarını sinirbilim alanında çalışarak geçirmiş ve hâlâ sinirbilim literatürünü takip eden ve sinirbilimi önemseyen bir psikiyatr olarak söylüyorum bunu. Tekrar etmekte fayda var: Psikiyatrinin konusu “kişi”dir, beyin değil. Bir kişinin eylemlerini ve yapıp ettiklerini beynin hangi işlevleri sayesinde nasıl yaptığını ve düşünce, duygu ve davranışları sırasında beyinde nörokimyasal, nörofizyolojik olarak ne olduğunu en ince ayrıntısına kadar tespit edebilir sinirbilim. Ama insanı “bir varolan olarak kişi” yapan özelliğini, yapıp ettiklerini ‘neden’ yaptığını açıklayabilmesi mümkün değildir. İnsan beyninden fazlasıdır. Beyin, insanın çok önemli bir organıdır ama yalnızca bir organıdır. İnsan beyne ait değildir, beyin insana aittir. Hayvan cinsine ait bir tür olarak insanın “kişi” haline gelmesini sağlayan şey, ne yapıyorsa onu neden yaptığıdır. Bu onun ne olduğunu belirleyen temel özelliğidir. Bu ontolojik bakışa sahip olmayan, yani bir varlık olarak insanın ne olduğunu anlamaya çalışmayan bir psikiyatrinin gelecekte kendi varlığını koruyamayacağını düşünüyorum. Normlara uygun davranmayan, normalden sapan davranışlarda bulunan, garip düşünceler öne süren bir insanı, yani bir psikiyatri hastasının hastalığını açıklamak mümkündür. Ama onun bu hastalığı aracılığıyla kendi “yaşam dünyası”nda neyi çözmeye çalıştığını anlamamız mümkün olmaz. Yani onu bir kişi olarak anlamamız mümkün olmaz. Psikiyatrinin günümüzdeki en önemli çıkmazı buradadır. Kendini yalnızca bir doğa bilimi olarak tanımlama gayretiyle bilimsel olanın yalnızca kanıta dayalı tıp yöntemleriyle ulaşılan bilgi olduğunu varsaydığı sürece giderek önemini ve anlamını yitirecektir. Çok uzun yıllardır bu bakış açısı nedeniyle psikiyatride hiçbir ilerleme söz konusu olmamıştır. Sinirbilim yöntemleriyle hiçbir hastalığı daha iyi anlıyor değiliz ve hiçbir psikiyatrik hastalık için daha etkili bir ilâca sahip de değiliz. Bir insana yardım edebilmek ona bütün varlığımızla yönelip onu gerçekten dinlemek ve bu sayede anlayabilmekle mümkün olur. Hastamızın acılarını geçici olarak dindirebilmek önemlidir elbette ama onun insan olarak ne olduğunu anlayabilmek istiyorsak biyolojiden felsefeye, özellikle de ontolojiye dönmek zorundayız. Karl Jaspers ve Ludwig Binswanger bunu daha 20. yüzyılın başında görmüşlerdi. Biz yalnızca görmezden gelmekten vazgeçmek zorundayız artık. Ben buna ontolojik psikiyatri, kısaca “ontopsikiyatri” diyorum. İnsanın bir varolan olarak ne olduğunu anlayamazsak ona yardım etme şansımız olamaz, bu da ontolojik bir psikiyatriyle mümkün olabilir.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle