Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
10 Nisan 2021 Cumartesi 5 Babalar ve oğulları Anneler ve kızları Onlar bizim beklentilerimizin taşıyıcıları değil! Bu sorular tarih boyunca bütün kültürlerde sorulmuştur. Her kültürde ve her dönemde farklı yanıtlar verilmiş, neden istenenin olamadığı incelenmiştir. Babalar ve annelerle oğulları ve kızları arasında ortalama 20 yıllık bir zaman farkı vardır. Toplumların değişme hızlarına göre bu zaman farkının da elbette önemi vardır. Ama gözlemlerim, kuşaklar arası çatışmalarda en büyük etkenin “beklentiler arasındaki farklar” olduğunu düşündürüyor. Babaların ve Annelerin Beklentileri Farklı mı? Görünen o ki babaların ve annelerin çocuklarından beklentileri çok farklı. Babalar, oğullarından şunları bekliyor: Kendisinin devamı olmasını, kendisini gururlandırmasını, aile onurunu korumasını ve daha da ileriye götürmesini... Babalar kızlarından ise ailesinin içinde kalmasını, kendisini bırakmamasını bekliyor. Anneler oğullarından şunları bekliyor: Kendisini hiç bırakmamasını, korumasını, güç durumlardan kurtarmasını, ailesine sahip çıkmasını, bekliyor. Anneler kızlarından ise; kendisinin sırdaşı olmasını, kendisini anlamasını ve haklı bulmasını, kendisini hiç bırakmamasını... Baba ve annenin görünen ortak beklentileri ise: Oğullarının okuyup iyi bir meslek sahibi olması. Kızlarının evlenip iyi bir yuva sahibi olması. Bu genel tabloda “oğulun evlenmesi” ile “kızın okuyup bir meslek sahibi olması” toplumun genel beklenti şablonuna ayarlıdır. Onun içindir ki “evin oğlu” evlendiği zaman eşi olan kadın sadece bir erkekle değil, onun ailesi ile de evlendiğini en kısa sürede anlayacaktır. “Evin kızı” da hangi eğitimi alırsa alsın, hangi mesleği kazanırsa kazansın kendinden beklenenin düzenli bir ev ve iyi yetişmiş çocuklar olduğunu yaşayarak görecektir. Bu çerçeveden çıkan oğullar ve kızlar sıra dışı sayılacak, uzun ve zorlu bir mücadele vermek zorunda kalacaklardır. Oğullar babalarla Neden Çatışır? Oğullar babalarıyla çatışır, çünkü onun beklentilerinin dışında “özerk bir birey” olmak zorundadır. Bu “özerk birey” olma zorunluluğunu üç yaşında bir çocuk iken denemiş ama başaramamıştır. Koruyucu annesi ile gözetici babası onu kendi güvenli kanatları altına almışlardır. Ergenlikte ise 1014 yaşlarında oğul ikinci hamlesini yapmış, annesine babasına başkaldırmıştır. Bu karşı çıkış özellikle baba tarafından tepkiyle karşılanmış, babanın otoritesi dinlenmemiş, babaya gerekli saygının gösterilmemiş olduğu öne sürülerek oğul kınanmıştır. Anne daha anlayışlı olmakla beraber kendi beklentilerini korumuş, kırılmasını kendine saklamıştır. “Evin kızı”nın “özerk birey” olma çabaları daha da aşırı bir tepkiyle karşılaşmış, baba kırgınlığını belli ederek kızının olanaklarını sınırlandırmış, anne ise kızgınlığını açıkça ortaya koyarak kızına öfkesini göstermiştir. Ergen oğul ve ergen kız, bir yandan ailenin güvencelerini korumaya çalışırken (çünkü buna gereksinimleri vardır) bir yandan da kendi Erdal ATABEK isteklerini dayatmaya çalışırlar. Bu çatışma zaman zaman uzlaşma arayışlarıyla sürer. Oğulun babayı aşma çabası anlaşılır ve “özerk birey” olma amacı uygun anlayışlı rehberlikle desteklenirse çatışma yerini uzlaşmaya bırakır ve çatışma gelişmeye döner. Gelişme Kıyaslama ve Rekabettir Babaoğul çatışmasını yadırgamamak gerekir. Çünkü gelişmenin yolu kıyaslamalar ve rekabetten geçer. Birey, ne olduğunu, kim olduğunu, nasıl olduğunu çevresiyle kıyaslayarak ve rekabet ederek öğrenecektir. Oğulun en yakınında kıyaslayabileceği “babası” vardır. Hele de başarılı ve güçlü bir baba, oğul için büyük bir handikaptır. Eğer babasını geçmesi zor geliyorsa iki yolu vardır: Ya babasının gücünü kabul ederek ona teslim olacaktır ya da babasına karşı çıkarak başka bir yol seçecektir. Kişiliği güçlü oğullar babaya karşı çıkma yolunu seçerler çünkü başka çareleri yoktur. Kişiliği baskı altındaki oğullar ise kendi payına düşen role razı olarak çatışmadan kurtulurlar. ÇİZEN: Zafer Temoçin Babasının dışında bir yol seçen ya da babaya bütünüyle zıt bir yola giren oğullar, özerklikten vazgeçmeyen kişiliklerdir. Büyük bir sanayi holdinginin başındaki babanın, tiyatrocu olmayı seçen oğlu ya da başarılı bir mühendis olan babanın müzisyen olacağım diye ayak direyen oğlu böyle örneklerdir. Tarih boyunca “Babalar ve Oğulları” üzerinde yapılan incelemeler bu örneklerin zengin panoramasını ortaya koymuşlardır. İkilem yaşayan bir oğul örneğini kendi danışmalarım sırasında görmüştüm. Ailenin çok başarılı oğlu İstanbul Teknik Üniversitesi Endüstri Mühendisliği bölümünü kazanır. Aile çok mutludur, çocuklarının bu kazanımı ile parlak bir geleceği olacağını düşünürler. Ancak iki yıl sonra fakülteden gelen yazı ile beklemedikleri bir şok yaşarlar. Oğulları iki yıldır hiçbir derse girmediği için kaydının silinmesi ile karşı karşıyadır. Aile bu durumu çözemez ve benim yardımımı isterler. Ben gençle görüştüğüm zaman zeki ve dürüst bir insan olduğunu gördüm. Neden kazandığı bölüme devam etmediğini sorduğumda, “Çünkü o bölümü istemiyordum” dedi. “Peki o zaman neden o bölümü seçtin?” soruma da “Çünkü ailem orayı kazanmamı istiyordu, onları üzemezdim” yanıtını verdi. Bu olayı hiç unutmadım. Ailelerin beklentilerinin çocukları üzerindeki etkileri tahmin edilemeyecek derecede etkilidir. Ancak onlara karşı çıkmayı göze alan oğullar ve kızlar bu çemberi kırabilir ama onun da ödenmesi gereken bir bedeli vardır. Ödipus Kompleksi Sofokles’in ünlü yapıtında Tebai kralının oğlu olan Ödipus bir başka ailenin çocuğu olarak büyütülür ve sonra bilmeden babasını öldürerek annesi ile evlenir. Bu büyük günahının bedelini de gözlerini kör ederek öder. Sigmunt Freud, çocuğun psikoseksüel gelişiminde bu olaya atıf yaparak 35 yaş çocukluk evresinde küçük erkek çocuğun annesine bilinçdışı bir yönelimle sahip olmak istediğini, bu nedenle de babayı yatakta istemediğini açıklar. Gerçekten de küçük erkek çocukları yatakta anneyle olmak ister ve babayı orada istemez. Ancak çocuk büyüdükçe cinsel arzusunun nesnesinin annesi olmadığını anlar ve gelişimi bu yönde devam eder. Benzer bir durum kız çocuklarının babalarına hayranlığını “Elektra kompleksi” olarak adlandırır. Daha büyük yaşlarında oğulların annelerine duyduğu sevgide, kızların babalarına duyduğu yakınlıkta cinsellik dışı bir duygusal iletişim olacaktır. Baba, oğlundan kendisini gururlandıracak başarılar bekleyecek, kızından da aileyle bağlarını sürdürmesini isteyecektir. Anne, oğlundan kendisini korumasını, kendisini sevmesini bekleyecek, kızından da kendini haklı bulmasını, dert ortağı olmasını isteyecektir. Ama çocuklar, artık “kendisi olmak” istemektedirler, bu da aile kimliğinin yerini bireysel kimliklerinin alması demektir. Kuşaklar arası çatışma kaçınılmaz mıdır? Özerk Kişiliklere Saygı Duymak Bu ezeli çatışmanın çözüm formülü budur: Özerk kişiliklere saygı duymak. Oğlumuzun da kızımızın da kendi yaşamları olacağını kabul etmek. Oğlumuzu kendi beklentilerimizin ipoteği altına almamak. Kızımızı kendi hayallerimizin gerçekleştiricisi olarak görmemek. Onların kendi beklentileri, kendi hayalleri olduğunu kabul etmek. Aşırı koruyucu annelik babalık (ki artık helikopter ebeveynlik olarak adlandırılıyor) çocuklar için engel oluşturmaktadır. Bu aşırı koruyuculuk onların kişilik gelişimlerinin önünde aşılması zor bir engeldir. Onların yaşamla karşılaşmaları gecikiyor. Oysa oğullarımız da kızlarımız da yaşamın engelleriyle karşılaşacaklar, kendi yanlışlarını görecekler, bu yanlışlardan kurtulma yollarını keşfedecekler. Onlar bizim beklentilerimizin taşıyıcıları değildir. Onlar bizim ipotekli devamlarımız değildir. Eğer babalar ve anneler bu gerçekleri görüp buna göre davranırlarsa çatışma yerini uzlaşmaya bırakır. Yeter ki birbirimizi doğru anlayalım ve yaşam yolunda birbirimize doğru rehberler olalım... Alper Hasanoğlu de anima Ötekinden korkmak… Annemin epilepsisi vardı. Halk arasında sara olarak bilinen bu hastalık, nöbet geldiğinde kişinin daha sonra çoğunlukla utanacağı bir durum yaşamasına neden olur. Annem 15 20 saniye kadar bilincini yitirdiği ve yere düştüğü nöbetler geçirirdi. Nöbetlerin nerede ve ne zaman geleceği belli olmazdı tabii. Onu pazarda alışveriş yaparken de yakalayabilirdi, arkadaşlarıyla tatlı tatlı sohbet ederken de. Çok utanırdı annem, sanki bu bir hastalık değil de kendisinin bir kabahati, kusuruydu. En yakınları dışında kimsenin bu hastalığını bilmesini istemezdi. Annemin bu düşünüş biçimine, tıpta ‘selfstigamatizasyon’ denir. Yani kişinin kendi kendini damgalaması, dışlaması, ötekileştirmesi. Eğer hastalığını bilirlerse ona hak ettiği değeri vermeyecekler gibi hissederdi bilinçdışı bir şekilde ama “Neden bilsinler oğlum, ne gerek var?” diye bir açıklama yapardı bana ve kendisine. Bazı hastalıklar toplumun onlara yükledikleri anlam nedeniyle, o hastalığı olan kişilerin alnına kazınır sanki ve toplum onları içine almak istemez. Cüzam da öyle bir hastalıktır mesela. “Türkan Saylan Cüzam Hastanesi” sınırları dışında, ailelerinin yanında bile, rahat edemez cüzam hastaları. İnsanlar onlardan korkar, ürker, hatta tiksinirler. Oysa korkuları boşunadır. Cüzam başlangıçta çok kısa bir süre hariç bulaşıcı değildir çünkü. Toplum tarafından dışlanan, en büyük hastalık grubu psikiyatrik hastalıklardır. Özellikle şizofreni hastaları, halk arasında tam olarak “deli” damgası yer ve neredeyse hiçbir kişisel hakka sahip değilmiş gibi muamele görürler. Onlarla evlenmek, onlarla arkadaş olmak, onlarla birlikte anılmak istemez “normal” insanlar. Mahallede bir şizofreni hastası varsa, üstelik biraz “garip” davranışları, insanlara tuhaf gelen söylemleri de oluyorsa, dışlarlar onu, ancak gülerek, alay ederek tolere edilebilirler. Sıklıkla “normal”lerin şiddetine uğrar “deli”. Çünkü birçok insan farklı olana, aklına yatmayana tahammül edemez. Bu durum maalesef bizimki gibi “öteki”ne saygının iyice azaldığı toplumlarda çok daha vahim hale gelmiştir. Stigmatizasyon yalnızca ÇİZEN: Özge Ekmekçioğlu hastalara yapılmaz. Toplumsal normların dışında olduğu düşünülen bütün insanlar, gruplar bu muameleye maruz kalır. Başka türlü olmak, bazı insanların ve grupların yakasına istenmeyen bir kimlik olarak yapışır. Onların kabul edilemez özellikleri vardır, bu özellikleri çoğunluğu oluşturan kesimde tiksinti, korku, öfke vb. olumsuz duygular uyandırır. Sosyolojik olarak stigmanın tarifi şöyle yapılır: “Kişiyi toplumun ya da içinde bulunduğu grubun diğer üyelerinden olumsuz olarak ayrıştıran ve sosyal olarak kabul görmesini engelleyen, fiziksel, psikolojik veya sosyal bir işaret.” Belli bir politik görüşe sahip olmak, din, cinsel yönelim (eşcinsellik), işsizlik, yoksulluk en önemli stigma kaynaklarıdır. Stigma, bireyin kişisel özelliği nedeniyle değil, kişinin içinde bulunduğu toplumun, grubun o özelliğe atfettiği olumsuz anlamla ortaya çıkar. O “işaret”in kendisi değil, onun toplum tarafından tanımlanma biçimidir belirleyici olan. Eşcinsellerin stigmatize edilmediği bir ülkede bir eşcinsel, belediye başkanı seçilip partneriyle el ele kendisini seçen halkı selamlarken, bizim ülkemizde alay edilmekten, şiddet görmeye, işten atılmaya kadar varan muamelelere uğrayabilir. Kriz, savaş ve kaos durumlarında stigmatizasyon öyle bir boyuta varabilir ki en sıradan farklılık düşmanlık olarak algılanır. Bırakın bir azınlığa dahil olmayı, etnik farklılığı, mezhep farklılığını, ayrı partilere oy vermek bile insanların birbirlerini ötekileştirmeleri, birbirlerini dinlemekten vazgeçmeleri, düşman olarak görmeleri için yeterli hale gelir. Düşman bizi yok etmek ister, öyleyse o bizi yok etmeden biz onu yok etmeliyiz. Bireyselliğin yeteri kadar gelişmediği bizim gibi toplumlarda öteki çok daha tehlikelidir. Çünkü benlik gelişimi zayıfsa, farklı olan öteki, bireyin kendisiyle ilgili gerçeklik ve haklılık algısını çok daha fazla tehdit eder. Bu durumda kişi var olabilmek için kendini güçlendirmek, benliğinin sınırlarını daha net çizmek yerine, ötekini yok etmeye yönelir, çünkü ötekinin varlığının benliğini tehlikeye düşürdüğü gibi bir algıya sahiptir. Aslında farklı olan öteki bir tehdit değil, kişinin birey olabilmesi için bir fırsattır. Ve toplum olarak biz bu fırsatı kaçırmak üzereyiz.