Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
30 Ocak 2021 Cumartesi 7 Alper Hasanoğlu de anima Diğerkâmlık çilesi Dr.Elisabeth KüblerRoss fedakârca başkalarına yardım etmeye hayatını adamış bir psikiyatr ve ölüm üzerine sayısız araştırma yapmış bir bilim insanı. Bütün meslek hayatını yaşamla ölüm arasındaki o ince çizgide duran insanlarla geçirmiş. İnsanların ölüm korkuları ve “varolma”larının son evrelerinde ne tür deneyimler yaşadıkları hakkındaki bilgi birikimini çok sayıda yayın ve kitapla bizimle paylaşmış ve böylece ölmek üzere olanlar hakkındaki bilgimizi genişletmiştir. 23 fahri doktorluk ve sayısız ödülle kendisini yok edercesine adanmışlığının karşılığını da bir ölçüde almıştır. KüblerRoss gibi insanlar herkes için önemli bir örnek teşkil ederler. Kendini başkalarının hizmetine adamak, egoizm ve bencillikten azade olmak, hayatını yoksullara ve yardıma muhtaç olanlara vakfetmek saygıyı hak eden bir duruş. Çoğu insan için kendini yüzde yüz adamak söz konusu olmasa da kimse diğerkâmlığın değer ve önemini yadsıyamaz. Kim gücünü ve zamanını başkalarının hizmetine sunarsa kendi iyilik halini de korumuş olur. Birine yardım ettiğimizde iyi hissederiz kendimizi. Başkaları için bir şey yaptığımızda hayatımıza bir anlam da katmış oluruz. Yardım kuruluşlarında çalışanlardan sık sık duyarız: “Anlamlı bir şeyler yapmak istedim” dediklerini. Toronto Üniversitesi’nden Madeline Li ve Gary Rodin, KüblerRoss’un ölen insanlarla çalışmasında onun hayatın anlamını bulma çabasını görürler. Her iki akademisyen de KüblerRoss’un her an yardıma hazır oluşu ve toplumsal angajmanında, adanmışlığın kişinin hayatını nasıl raydan çıkarabildiğini de görürler. İyi olmanın da gereğinden fazla olduğu durumlar vardır çünkü. Yardım edenin kendisine zarar verecek kadar çok iyi olma halinin yani. KüblerRoss, kendini başkalarının hizmetine öylesine vakfetmiştir ki kendisi ortadan kalkmıştır adeta. Meslektaşları onu, ölçüsüzce ve kendini suiistimal ettirircesine hastalarına adanmış olmakla eleştirirler. Finansal olarak kendini tamamen bitirmiş, akademik kariyerini ihmal etmiş, mesleki itibarını ve bireysel mutluluğunu yok etmiştir. Eşi “Ya ailen ya da ölenlerin için yaptığın çalışmalar” dediğinde eşini ve iki kızını terk etmiştir. KüblerRoss, hayran olunası adanmışlığını patolojik bir diğerkâmlığa dönüştürmüştür maalesef. KüblerRoss’un aşırı bir örnek olduğu kesin. Ama çok daha az dikkat çekecek kadar yardıma hazır olanların iyi bir şeyler yapma niyetlerinin de onları “çaresiz bir fedakâr”a dönüşme ÇİZEN: Özge Ekmekçioğlu tehlikesi vardır. Daha önceleri yalnızca doktorlar, hemşireler, hasta bakıcılar ve öğretmenler için geçerli olduğu düşünülen bu durumun aslında, eşinin, dostunun, ailesinin istek ve ihtiyaçlarını, kendi istek ve ihtiyaçlarının önüne koyan herkes için geçerli olduğunu söyleyebiliriz. Eğer kişi yaptığı yardım ve fedakârlığın istenip istenmediğini sorgulamadan işe koyuluyor ve kendi özel hayatını da bir kenara bırakıyorsa tehlike çanları çalmaya başlamış demektir. En tipik örnek aşırı koruyucu annedir. Çocuk kendi başına yemek yiyebildiği halde, hâlâ onu besleyen aşırı iyi anne... Peki, anlamlı bir diğerkâmlıkla zararlı bir fedakârlık arasındaki sınır nerededir? Ötekinin ihtiyaçlarını saygı ve empatiyle karşılayanla, kibar ve özenli olmak zorunda olduğuna inanan kişi arasındaki farktır bu sınır. Dışarıdan gözlendiğinde her iki birey arasında bir değişiklik fark edilmez. Ama gerçek bir diğerkâmınkiler, çaresiz ve patolojik bir fedakârın niyet, duygu ve güdülerinden farklıdır. Biri yardım etmesi gerektiğini fark ettiği için yardım ederken diğeri, bunu kendisinden beklendiğine inandığı ve böyle davranırsa diğerleri tarafından kabul edileceğini ve beğenileceğini umduğu için yapar. Bu iki farklı kişinin etik duruşları birbirinden oldukça farklıdır. Kibar, özenli yardımsever, fedakâr olmak zorunda olduğuna inanan kişinin geleneksel bir moral anlayışı vardır. Toplumsal normlar, başkalarının, özellikle en yakınlarının beklenti ve inançları doğrultusunda belirler davranış ve tutumlarını. “Goodboy”, “goodgirl” olmaktır tek amacı. Hiç sorgulamadan, başkalarının değer yargılarına uygun hareket eder bu yüzden. Davranışını kısmen, cezalandırılma korkusu ve suçluluk duygusundan kaçınma isteği yönetir. “Kibar, özenli, yardımsever ve fedakâr olursam, diğerleri de bana öyle davranır ve kabul görürüm.” Oysa diğer, gerçekten empatik olan kişiyi geleneksel moral değerler yönlendirmez. Hiçbir değeri ya da toplumsal normu sorgulamadan olduğu gibi kabul etmez. Doğru bulursa ve kendi etik değerleri çerçevesinde uygun görürse harekete geçer. İnsanların çaresiz bir fedakâr, patolojik bir diğerkâm mı olacakları moral gelişimleriyle yakından ilişkilidir yani. Peki, geleneksel etik düzlemden geleneksel olmayan bir etik düzleme geçmeyi sağlayan şey nedir? Neden bazı insanlar geleneksel etik düzlemde kalıp hiç sorgulamadan ötekilerin beklenti ve ihtiyaçlarını doyurmaya ve “uslu”, iyi bir çocuk olmaya hazırdırlar? Evet, neden? Tsar B’yi en çok dinleyen şehirler arasında Spotify’a göre İstanbul 2. sırada. Geçen yıl Türkiye’de verdiği konserin biletlerinin günler öncesinden tükenmesi de burada gördüğü ilginin bir göstergesi. Belçikalı müzisyen, şimdi yeni çıkardığı kısa albümü sonrası çıkacağı turneyi dört gözle bekliyor... Karşılaştırılmaktan hoşlanmıyor... ‘Bilinçaltımdan ilham alıyorum’ Belçika’dan son yıllarda Oscar and the Wolf, Selah Sue gibi önemli müzisyenler yetişti. Bu isimlerin yanınizin nedeni ne sizce? Nasıl bu kadar çok yayıldığını bilmediğimi söylemeliyim! Ama müziğimi derinlerden, yeraltından gena bir de Tsar B eklendi. Küçükliyormuş gibi olduğunu hayal edelüğünde klasik müzik eğitimi albiliyorum. İnsanlar da bunu nerede dı, Mozart hayranı olarak yetişti. Orhun ATMIŞ konumlandıracaklarını bilemiyorlar, Şu anda da kendi deyimiyle “geama eğer benim gibi bir yaratıklarsa ce kadar karanlık bir R&B” yapımüziğimle bağ kurabiliyorlar. yor. Aynı zamanda müziğindeki elektronik alt u Türkiye hakkındaki görüşleriniz neler? yapıyla, Ortadoğu nameleriyle bezeli, sert me İstanbul’daki konserinizin biletleri tükenlodileriyle ve kliplerindeki koreografilerle dans mişti... tutkunlarının da gözdesi. Öyle ki “Escalate” Türkiye’yi çok seviyorum! Her şey normaklibinin izlenme sayısı 37 milyonu aştı. İlk za le döndüğünde turneye çıkmayı da çok istiyomanlarında Azealia Banks, MIA gibi isimlerle rum. Türk seyircilerle iletişimimiz inanılmaz karşılaştırılmıştı. Yeni şarkı yaptıkça işi büyü ve benim de tura çıkmaya hazır yeni hem çıltüp Björk’e benzetenler bile oldu. gın hem de samimi bir projem var... Özetle aşıTsar B, Türkiye’de alternatif müzik tutkunla rı heyecanlıyım (ve şu şartlarda sabırlı olmaya rı tarafından el üstünde tutulan bir isim. Geçen çalışıyorum). yıl pandemi öncesi şubat ayında Türkiye’de verdiği konserin biletleri günler öncesinden tükenmişti. Pandemi olmasa belki de bir TürkiDerinlerden, yeraltından... u Kendinize has bir tarzınız var. Bu tarz ye turu bile yapabilirdi... Şimdi kısıtlamaların nasıl oluştu? kalkması sonrası Türkiye’de vereceği konserle Sanırım hiçbir zaman aynı anda sadece bir ri iple çekiyor. müzik tarzını dinlemedim. Bu yüzden çok çeSon olarak 2020’nin sonlarında “Unpainşitli şeylerden ilham alıyorum, ayrıca klasik table” isimli kısa albümünü yayımladı. Biz de müzikten... Çünkü küçüklükten bu yana Mokendisiyle hem müziğini hem de Türkiye’de zart hayranı bir kemancı olarak büyüdüm. Öte gördüğü ilgiyi konuştuk. yandan bilinçaltımdan da ilham alıyorum ve u Spotify’da en çok dinlendiğiniz şehir bildiğim kadarıyla hiç kimse oraya giremedi, Sao Paulo, 2. sırada ise İstanbul geliyor. Ken yani bu da müziğimin kendine has olmasına di ülkenizden çok farklı ülkelerde dinlenme yol açıyor olabilir (gülüyor). u Profesyonel müzik hayatınıza başlarken nasıl bir müzik yapmayı hayal etmiştiniz? Hayallerinizin ne kadarı gerçek oldu? Gelecek için ne gibi hayalleriniz ve planlarınız var? Benim hayalim aslında zihnimde duyduğum seslerin müziğini yapabilmek, onları hayal ürünü bir fikirden çıkarıp hayata geçirmekti. Şimdi bunu yapabiliyorum ve takdir edilmek inanılmaz bir duygu. Gerçekten minnettarım. u Şimdiden müzik dünyasının büyük isimleriyle karşılaştırılıyorsunuz. Üzerinizde bir baskı var mı? Evet, ama karşılaştırılmaktan hoşlanmıyorum. Çünkü ben daha çok kendi tarzı olan bir sanatçıyım. Ama insanların karşılaştırma yapmasını da anlayabiliyorum. Bu gurur verici bir şey! Karanlıktan aydınlığa: Bir Hindistan hikâyesi Tipik bir Hint cinayet filminde ne olur? Fakir adam, zengin adamı öldürür ve sonra kâbuslar görerek yaşar. Fakat gerçek hayat böyle değildir… Bu sözler, bize dördüncü duvarı aşarak hikâyesini tersten anlatmaya başlayan Balram’a (Adarsh Gourav) ait. Ramin Bahrani imzasıyla beyazperdeye uyarlanan Beyaz Kaplan (The White Tiger), karanlıktan aydınlığa geçmeye çalışan antikahraman Balram’ın öyküsünü, çarpıcı bir sistem eleştirisiyle harmanlayarak seyircisine etkileyici bir Hindistan hikâyesi sunuyor. Aravind Adiga’nın ödüllü romanı Beyaz Kaplan’a dışarıdan bakıldığında klasik bir suç draması çatısıyla karşılaşılabilir. Bu gayet olağan, zira anlatı, Balram’ın dış sesiyle birlikte öncelikle bulunduğu konuma gelmesine yol açan kırılma anıyla açılışını yapıyor. Daha sonra uzun bir girizgâhın yardımıyla Hindistan’ın siyasal, sosyal ve ekonomik yapısını derinlemesine irdelemeye girişiyor. Fakat söz konusu girizgâh, tek başına hikâyenin başlamasına hizmet eden bir aracı değil, aynı zamanda olay örgüsünün ana arterlerini oluşturan metaforik katmanların da seyirciyle tanıştırıldığı sekans olarak büyük önem taşıyor. Öyle ki, genel olarak Hindistan’ın alt kastlarından birine mensup Balram’ın, kendisinden üstte bulunan bir kastın üyelerine hizmetkâr olması ve zaman içerisindeki yükselişi olarak tanımlayabileceğimiz Beyaz Kaplan, ilk anda hizmetkâr ve efendisi arasındaki bağ ve bu ilişkinin sonuçları bakımından Oscar’lı Parasite’ı (2019), hatta daha da gerilere gidersek Joseph Losey imzalı The Servant’ı (1963) ki bu film Parasite’ın atalarındandır; hatırımıza getirebilir. Üstelik bu iki filmdeki karakterlerin oportünist tavırları ile Balram’ın yaklaşımı arasında bile paralellik kurmak mümkündür. Fakat Beyaz Kaplan’ın ve dolayısıyla Balram’ın, bu iki filmden ayrıldığı nokta ana karakterinin keskin zekâsına rağmen başlangıçta özü itibarıyla masum olması ve zaman içerisinde kırılmalarla birlikte dönüşmesidir. Genç Hint bir girişimci olarak, Çin Başbakanı’na yazdığı mektupla yolculuğuna tanıklık ettiğimiz Balram, ilk eleştirisini Hindistan’daki kast sistemine ve haliyle bu toplumsal yapının devamlılığını sağlayanlara getiriyor. Hindistan’ı “aydınlık ve karanlık” olarak ikiye bölen, kastları ise salt “göbeği olanlar ve göbeği olmayanlar” şeklinde niteleyerek toplumsal eşitsizlikten dem vuran karakter, temel sorgulamasını ise kümes sistemi üzerinden inşa ediyor. Hindistan’ın alt kastlarında korkunç bir eşitsizlik, adaletsizlik ve köhne bir yapı içerisinde yaşamayı kabul eden insanların fatalizmini, kümeslerinde ölmeyi bekleyen horozlar analojisiyle tarif ediyor. Bu düşüncesini de okula gittiği yıllarda kendisine “Beyaz Kaplan” denilmesinden hareketle, horoz olmayı bırakıp “Beyaz Kaplan” olmaya çalışmasıyla destekliyor. Nitekim Balram’ın bayıldığı iki sekans da yine bu “Beyaz Kaplan” imgesine hizmet ediyor, zira babasını kaybettiği anda hissettiği kadere direniş mefhumunu, gerçekten beyaz bir kaplanla karşılaştığı ve kaderine direnmek zorunda olduğunu anladığı sekansla birleştiriyor. ‘BÜYÜK SOSYALİST’ Filmin siyasi ayakları ise yine iki doğrultuda ilerliyor. İlki, gerçekte de yaşanan ve Hindistan’ı yolsuzluk skandallarıyla sarsan, ekonomik açıdan çöküşe uğratan sosyalist gelenek temsiliyle gerçekleşiyor. “Büyük Sosyalist” olarak tabir edilen kadın siyasetçi ve kızıl bayrağı çağrıştıran kızıl tondaki çantalarla karıştığı rüşvet hadiseleri, toprak ağalarıyla olan ilişkileri üzerinden tanımlanıyor. Sözgelimi, toprak ağalarının Balram’ın köyüne geldikleri her iki sekansın da hemen öncesinde ekranda “Büyük Sosyalist” afişibasakbicak@gmail.com ni görmemiz pek tabii tesadüf değil. Benzer bir biçimde, Balram’ın hayatını değiştiren kaza sekansı ve Delhi’ye gelip Bakan’a rüşvet verdikleri sahnenin Başak Bıçak peşi sıra Gandhi heykelinin önünden geçmeleri hem ironik hem de sosyal eşitsizliğin ifade edilişi bakımından dikkat çekici bir hiciv örneği olarak karşımıza çıkıyor. Hindistan’ın bağımsızlığını kazanmasına rağmen sömürge yıllarının getirisiyle toplumda ve bireylerde yaşanan kimlik karmaşasının ve “beyaz adama” duyulan öfkenin uzantıları yine Beyaz Kaplan’ın hikâyesinin katmanlarına yerleştirdiği ayrıntılardan bazıları… Geleceği sarı ve koyu tenli uluslarda gören film, Hindistan’da bilhassa üst kastlarda varlığını sürdüren Batı algısı, Batı’ya öykünme ve arada kalmışlık halini Balram’ın efendisi Ashok ve karısı Pinky aracılığıyla anlatıyor. Balram’ın, kendisine “yarım akıllı ve gerçek Hindistan sensin” diyen Ashok’u eleştirirken ve sisteme şiddetle saldırırken, zaman içerisinde o sistemin bir neferine ve Ashok’un ta kendisi dönüşmesi, “Beyaz Kaplan”ın anlatısının en güçlü yanı haline geliyor. ANNE VE KADIN KAVRAMI Finale doğru hikâyeye eklemlenen ve Balram’ın köyünden gelen çocuk figürü, karakterin masumiyetini kaybettiği andan itibaren onun geldiği yeri, çocukluğunu ve özünü temsilen yanından hiç ayırmadığı bir sembole dönüşüyor. Ayrıca Balram ve Ashok’ta hiç var olmayan anneler ile baskıcı büyük anne ve olayların kırılma anına sebebiyet veren ancak iyiliğine rağmen kocasını yarı yolda bırakan Pinky karakterleri, öykünün anne ve kadın kavramıyla olan ilişkisinin zayıflığı olarak da okunabilir. Özetle Beyaz Kaplan, başrolündeki Adarsh Gourav’ın göz kamaştırıcı performansıyla taçlanan, bazen hüzünlü ve çoğu zaman eğlenceli anlatımıyla sürükleyici fakat her şeyin ötesinde, Hindistan’ın sosyal ve siyasal dinamiklerini ele alış biçimiyle akılda kalmayı başaran bir film. Şu sıralar Netflix’te gösterimde, bir göz atmakta fayda var…