26 Haziran 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

7 Kasım 2020 Cumartesi 7 Asıl güç, olduğun gibi görünebilmek Kitap,yemek ve biraz da hayat Ebru D. Dedeoğlu Nermin Yıldırım’ın Ev kitabını bir gecede bitirdim. ‘Ev’ cesur bir roman. Yıldırım “Zihnimi ve kalbimi meşgul eden meseleler puslu sorulara dönüşüyor. Sonra o sorular zamanla kendi hikâyelerini ve karakterlerini çıkararak tabiri caizse bir dert üzerine bina oluyor. Anlatmak değil anlamak için yazıyorum” diyor. u Romandaki yürüme güzergahını birebir gerçekleştirdin mi? Bu yolculuğa seni iten sebep neydi? Romanı kurgularken yürüyüşün yapısı da hikâyenin ihtiyaçlarına göre şekillenerek ister istemez epeyce değişti, ama coğrafi olarak evet. İki sene önce ben de yanımda bir arkadaşım, sırtımda bir çantayla hiçbir vasıtaya binmeden, Portekiz’den İspanya’ya dek günlerce yürüdüm. Camino de Santiago’nun Porto’dan başlayan kıyı rotasını izledim. Dünyanın dört bir yanından insanların farklı sebeplerle çıktığı bir yolculuk bu. Renkli bir tarihi ve bolca rivayeti var. Yolcular genelde kültürel, dini, spiritüel ya da sportif sebeplerle yürüyor. Romandaki Seher gizli bir planla çıkıyor yola. Bense yürümeyi lüzumundan fazla sevdiğim için çıkmıştım. Yürümek hayatımın önemli bir parçası, bir tür düşünme biçimi benim için. Kendimi bildim bileli mantıklı sayılamayacak mesafeleri günlük hayatımın doğal bir parçası olarak yürürüm. MÜSTAKİL BİR ROMAN u Bugüne kadar romanlarında hatırlama, unutma, bellek, unutamama, rüyalar, hafıza kaybı çabaları, psikoterapi konularına değindin. Hepimiz de kitaplarında kendimizden bir yara ile karşılaştık. Ev ile artık bu konuların finalini mi yazdın? Farklı türde romanlar mı yazacaksın? Bu benim de kendime sorduğum bir soru! Doğrusunu söylemek gerekirse senin de okuyunca sezdiğin gibi bir sayfayı kapadığım hissi var içimde. Ev, kendi başına bambaşka bir hikâye anlatan müstakil bir roman, ama ilk romandan bu yana süren yolculuğa şahitlik etmiş okurlar için bir çemberi kapayan bir yanı da var sanırım. Taze bir rüzgar hissediyorum ama beni nereye götüreceğini henüz bilmiyorum. Sonraki romanda kendimi şaşırtmam mümkün. KENDİMİZLE TANIŞIRIZ u Seher akrabalarıyla bir nevi yetim olarak büyümüş bir kız çocuğu. Akrabalarının da sorunları var ve sorunları arasında Seher’e yuva vermeye çalışıp hepsi kendinden bir parça sunuyor. Hiç biri ne anne ne de baba olabilirdi Seher için. Küçük Seher’in oradan oraya sürekli taşınırken tam olarak duygusu neydi? Kierkegaard, hayatın ileri doğru yaşandığını ama ancak geriye bakarak anlaşıldığını söylüyor. Yaşadıklarımızla ilgili fikrimizi de hissimizi de genellikle sonradan ediniriz. Beyin çok acayip. Her şeyi sahibinin ihtiyacına göre tanzim ediyor. En kullanışlı hatıraları buluyor, anlamlı bir Belki de sandığımız kadar yalnız değiliz u Ev’de leziz yemekler, Şerbet hanım, Ogo sayesinde neredeyse başrolde. Hatta Ogo’nun ve Seher’in yemek seçimlerinden karakter tahlili bile yapabiliyoruz... Yemekten ve hayattan tat alabilmek, ağzımızın tadının yerinde olmasıyla ilgili sanırım. Beden meselesine gelince, bir kere toplum bedenimizle sağlıklı bir ilişki kurmamıza pek müsaade etmiyor. Hele şimdi sosyal medya, görünür olma coşkusu, onaylanma arzusu filan, insanın doğasındaki basit ihtiyaçları hastalıklı bir yere sürüklüyor. Bunun dışında, genel olarak bedensel ya da ruhsal acı çekmenin önkoşul sayıldığı ilişkiler yaşama eğilimindeysek, gerçek aşkın tam da bu olduğu şeklindeki romantik yalana boş verip içimizdeki özyıkım eğiliminin kaynağını merak etmemiz yerinde olur herhalde. u Yolculuğun sırasında en sevdiğin yemek neydi? Tarifini verir misin? Belki güleceksin ama, otuz küsür kilometre yürüdüğüm bir gün, su toplamış ayaklarım yüzünden adım atamaz hale gelip Atlantik kıyısına çökerek yediğim tereyağlı ekmekti. Yoldaki bir balıkçı köyünün fırınından aldığım sıcak ekmeğin üstüne tereyağı sürüp zil çalan karnımı doyurmuştum. Sanırım yorgunluk ve o anın muhteşemliği yediğim şeyin lezzetini köpürtmüştü. Tarife gelince... Önce bir amaca giden bir yolda epeyce yoruluyorsun. Yürüyemeyecek hale geldikten sonra olduğun yere çöküyor ve bir dilim ekmeğe bir parça tereyağı sürüyorsun ve sonra başka hiçbir şey düşünmeden, gözlerini kapayıp, sadece ağzındaki lezzete odaklanarak yiyorsun. Hayat bir an için güzelleşiyor, hak edilmiş ve muhteşem bir şeye dönüşüyor. Guacamole tarifi u Yemek yapıyor musun? Hatta tarif de versen ve hepimiz denesek. Kolay ve lezzetli olduğu için Camino de Santiago yolunda da sık sık yapıp yediğimiz basit bir Aztek mezesinin tarifin vereyim istersen. Guacamole. Bir avokadoyu soyup üstüne misket limonu sıktıktan sonra çatal yardımıyla güzelce eziyoruz. Kırmızı soğan ve domatesi minik minik kesip karıştırıyor, üstüne azıcık taze kişniş ilave ediyoruz. Biraz da tuz ve karabiber. Sonra hazırladığımız karışımı ekmeğimize sürüp afiyetle yiyoruz. Burada kişniş çok mühim, bütün hikâyeyi o değiştiriyor. u Caldo Verde çorbası sana ne hatırlatıyor? Tek adıma daha takati kalmamış bacaklarımı sürüyerek girdiğim esnaf lokantalarını, sıcacık çorbalarla çözülen buzlarımı, günlerce süren zorlu ama muhteşem bir yürüyüşten kalan tatlı hatıraları... İspanya’da yaşıyorsun ve eşin ünlü bir müzisyen. Eşin hayatının neresinde? İkimiz de dünyaya anlama arzusuyla bakan meraklı tipleriz. Fırfırlı tatillerden ziyade yaşamak, tanımak için farklı yerlere gitmek çekiyor ilgimizi. Bugüne kadar çeşitli vesilelerle Küba’dan Çin’e farklı yerlerde, yıllarca olmasa da “yaşadık” diyebileceğim sürelerde, bazen ayrı ayrı, bazen birlikte kaldık. Her anımız dip dibe geçmiyor ama birbirimizin varlığından çok güç alıyoruz. Bazen güzel şeylerden korkar, hatta kaçarız. Biraz kazırsak altından mesela kaybetme korkusu çıkacak. Yine de kazımak iyidir. Yeterince kazırsak her kaygının, arazın altından bir en evvel tanışmamız gereken o şey çıkıyor çünkü: Benliğimiz. na takılıyor ve tutulmuş kayıtları tek tek açmaya, eski fotoğrafbütün oluşturacak şekilde yan yana diziyor, bulamadıklarını da esasa hizmet edecek mürekkeplerle yeni baştan yazıyor. Nostalji bu yüzden var. Bu yüzden geçmiş tebessümle anılıyor. Ama gerçekten hatırlamayı seçtiğimiz gibi mi her şey? Kendimize karşı dürüst olsak neyle karşılaşırız? Belki biraz üzülürüz ama sonunda hiç ummadığımız biriyle tanışırız: Kendimizle! Ev’deki Seher’e olan bu. O yolculuklarda neler hissettiğini ve daha fazlasını anlamak için bugünden geriye bakarak cevaplamaya çalışıyor senin sorunu. Arazlarının temeline inmeye çalışırken terapistinin uyguladığı EMDR tekniğiyle beden hafızası üzerinden çocukluğundaki duygulara dönerek, o günlere yeniden ve başka bir gözle bakıyor. Hani bazen boğazım düğümlendi, mideme yumruk yemiş gibi oldum filan deriz ya. Üzüldüğümüzde, korktuğumuzda bedenimizin verdiği tanıdık bir tepki vardır. İşte Seher o hissin ardılara bakmaya başlıyor. u Herkes Ev’den başka bir anlam çıkarıyor. Bazılarımız ise evini arıyor ve ömür boyu bulamıyor. Seher evini buldu mu? Ve evi neresi? Genel olarak, hepimiz için soralım, ev neresi? Huzurlu olduğumuz yer mi, ait olduğumuz yer mi, içinde kendimizi tamamlanmış hissettiğimiz yer mi? Neredeyse ana rahmi gibi fantastik bir şeyden, artık dönemeyeceğimiz bir yerden mi bahsediyoruz yani? Peki sokak banklarını, kaplumbağaların kabuklarını, ihtiyarların hatıralarını, çocukların umutlarını yuva yapan ne o zaman? Sığınma duygusu mu? Sığındığımız yer mi yani ev? Gittiğimiz yer mi, döndüğümüz yer mi? Ya da belki daha içeride tuttuğumuz ve zaten sahip olduğumuz için aramamız gerekmeyen bir şey mi? Kim bilir. Seher’le tanışan herkes kendi evinin adresini arasın istedim sanırım. En azından bir kere sorsun: Peki benim esas evim neresi? Arkadaşım Özlem, geçen gün romanın adını öğrenince, “Okurların kitapçıdan isterken, ‘Nermin Yıldırım’ın evi var mı?’ diye soracaklar” dedi. Çok hoşuma gitti bu. Hem gülünç geldi, hem de biraz dokundu bana. Ola ki kitapçı “yok” derse, “hayır var” deyin lütfen olur mu? (Gülüyor.) Sıcak bir ev hepimize lazım. BİZE YANLIŞ ÖĞRETTİLER u Satıraralarından “Hiç canım yanmıyormuş, yol beni yormuyormuş gibi kuyruğu dik tutmaya çalışarak yürüyorum” çok etkileyici. Neden hep güçlü görünmek zorunda hissediyoruz? Sence de bunu bize çok yanlış öğretmediler mi Ebru? Güçlü görünmenin matah bir şey olduğunu öğrettiler. Bu uğurda icabında mış gibi yapmayı öğrettiler. Belki de hiç farkında olmadan, kendimizden, hallerimizden utanmayı öğrettiler. Savaş alanlarında kanımız akmıyormuş gibi gezindik durduk saçma sapan. Halbuki kan akıyor işte, git uzan, yaranı sar, dinlen bir yerde, deli misin? ( Gülüyoruz) Neyse ki asıl gücün olduğun gibi görünebilmek olduğunu zamanla öğreniyor insan. u “Yemeği ikiye bölen insanlar ikiye ayrılır; büyük parçayı alanlar ve büyük parçayı karşısındakine uzatanlar.” Hiç düşünmeden büyük parçayı Seher’e veren Ogo! Böyle bir insan var mı hayatında? Ebette. Elindeki ekmeği bölüşürken büyük parçayı karşındakine uzatmak, fazladan iyilik, cömertlik değil, doğal bir refleks bence. Aksine bunun normal sayılmadığı bir dünya şaşırtıyor beni.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle