15 Haziran 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

SAYFA 4 4 AĞUSTOS 2018, CUMARTESİ Kediler, kedilerimiz MAHİR ÜNSAL ERİŞ BBC’nin Azerice yayın yapan portalının Twitter hesabında rastladım, “Pişikl?r niy? t?k yaşamağı sevir?” diye soruluyordu. Hakikaten merak ettim. Oradan çıktım yola ve bunun üzerine kafa yorarken iyice daldım kedilere. Özetle, bu hafta size biraz kedilerden bahsetmek istiyorum. Bugün evlerin en güzel köşelerinde, sokaklarda, ağaçlarda, araba kaputlarında miskinlik ve sevimliliğin birer tecessümü gibi yayılmış yatan bu nefis hayvanlar her daim insanla birlikte değillerdi. Çünkü takdir edersiniz ki kedi sülalesinin üyeleri (aslan, kaplan, puma, leopar vs.) pek mizantrop hayvanlar değiller. Peki, ne oldu da adına Minnoş, Yumak, Sarman hatta Ayten dediğimiz bu hayvancıklar birdenbire gelip hayatımızın bir parçası oldular. Kedi tanrıça Bastet Ahu gözlü, yumuşak tüylü ve pembe karınlı güzellikleriyle evlerimizin içlerine kadar giren kedilere aslında hiç ihtiyacımız yok. Türcü bir ifadeyle söylediğim sanılmasın. Evrim ve insanın hayvan evcilleştirme macerası bağlamında diyorum bunu. Köpekler insana bekçilik, yoldaşlık yaptığı için evcilleştirildiler. Koyunlar, inekler, atlar, eşekler ise malum. Fakat kedilere gerçekten en ufak bir gereksinimimiz yok, dahası onların da bize yok. Çünkü avcılar, beslenmek için bize muhtaç değiller, kendilerini koruyabilecek her türlü donanıma sahipler hemen her koşulda da yaşayabilirler. Bizimle yaşamalarını bizden daha zeki oldukları bilgisinin verdiği âlimane ketumluğa yormaktan başka çaremiz yok. Mahir Ünsal Eriş’in oğlu Ethem, Fatoş ile... Kedinin ilk olarak Eski Mısır’da evcilleştiği düşünülüyor. Çünkü en eski kayıtlar orada. Hatta Mısır’ın bir keditanrıçası var. Ra’nın kızı Bastet. Bastet’in kendini aslana dönüştüren ve sonra Nil’in sularında yıkana yıkana aslanın tüm vahşet, öfke ve haset duygularından arınarak oradan bir kedi olarak çıkan, oldukça acıklı bir varoluşsal bunalım hikâyesi var. Ra’nın prensesi ve önemli bir tanrıça olduğu için Bastet sebebiyle kediler Mısır’da her zaman kutsal görülmüşler. Ancak elbette kedinin evcilleşmesini açıklayan hikaye Bastet’inkine benzemiyor. Oldukça yırtıcı bir tür olan kedigiller içinden Minnoşların çıkması biraz daha başka türlü gerçekleşiyor. Bugünkü evcil kediye en çok benzeyen kedi türü Afrika orman kedisi. Hani karşılaşsanız, “Ay ne tatlı” diye kucaklamak istersiniz. Fakat bu da oldukça vahşi ve saldırgan bir tür. Onun evcilleşmiş olmasına biraz, nasıl desem, imkansız gözüyle bakılıyor. Ev ya da sokak kedilerinin atasının daha ürkek ve uysal olan sazlık kedisi olduğu fikri daha akla yatkın. Yakalanıp kafeslere kapatılarak evcilleştirildikleri düşünülüyor. Zamanla birçok şey gibi evcil kedi de Mısır üzerinden önce GrekoRomen coğrafyasına, oradan da tüm dünyaya yayılıyor. Anaerkilliğin sembolü Yunan ve Roma’da neyse de, daha sonraki yüzyıllarda Hıristiyan âleminde pek öyle sevgiyle karşılanmıyor kedi. Bunun kedinin simgesel olarak her zaman kadınla ve kadınlıkla ilişkilendirilmiş olmasından kaynaklandığı söyleniyor hatta. Çünkü kedi, Mısır’dan beri, her zaman anaerkilliğin bir sembolü olageliyor. Dişiliği temsil ediyor. Hâlâ Avrupa dillerinin bir kısmında kedi, argoda kadın cinsel organı anlamına gelir örneğin. Tanrılığın tek ve mutlak bir varlığa atfedilmesiyle tanrı kimliğinden de olan kedi, insanlara ‘gerçeküstü’ ve ‘ilahi’ görünen özellikleriyle ancak başka bir şeyle özdeşleştirilebiliyor: cadılık. Kediler hakikaten de özellikle ortaçağ insanı için oldukça acayiptiler. Ses çıkarmadan yürüyor, karanlıkta görebiliyor, insan sesine benzer sesler çıkarabiliyor, bir noktaya kilitlenip sanki insanın göremediği varlıklara bakıyor, kendi ölümünü önceden hissedebiliyor ve hep dört ayak üstüne düşüyorlardı. Üstelik dokuz canlıydılar. Anaerkine ve kadının toplumsal hayatta varlık bulma gayretinin her türlüsüne karşı savaş açan Kilise, kedileri de aradan çıkarmayı bu nedenle önemli gördü. Kedileri sepetlerde ağır ateşte yakıyor, kedinin çığlıklarından Şeytan’ın acı çektiği sonucunu çıkarıp seviniyorlardı. Engizisyon kedileri yaktıkça kedi nüfusu giderek azaldı. Öyle ki Avrupa’yı farelerin yaydığı veba sarıp da milyonlarca insanı öldürdüğünde artık ortada bu farelerle baş edecek kedi yoktu. Afrika ve Akdeniz kıyılarından kediler taşındı Avrupa’ya. Aslında koku alma yetenekleri köpeklerden üstün olduğundan, neden dört ayak üstüne düştüklerinden, Brejnev’in kedisi Lama’nın onu suikasttan nasıl kurtardığından bahsedecektim ama yerim doldu. Hakikaten uzun mevzuymuş. Bencillik sayılmazsa yazımı, ev arkadaşlığı ettiğimiz Fatoş ve Cadı’ya selam ederek bitirmek isterim. Mırr. Kubrick’i KubrickHikâyeyi içeriden anlatan biri olmasının altında yatan sır yapan beş yıl ELİF KEY ABD’nin 32. Başkanı Franklin D. Roosevelt’in hayatını kaybettiği gün. Gazeteler yıldırım baskıya girmiş, New York sokaklarında gazete satan adamlar, “Yazıyor yazıyor, Roosevelt’in ölümünü yazıyor” diye bağırırken, bir gazete satıcısının önünde ufacık bir oğlan çocuğu elinde fotoğraf makinesiyle durmuş, uzun uzun bekliyor. Gazetelerin tepesinde duran adamın yüzündeki ifade hayal ettiği gibi değil. Çocuk, biraz daha düşünceli, biraz daha karanlık, biraz daha hüzünlü bir ifade peşinde. Ve yakalıyor. Sene 1945. Oğlanın adı Stanley Kubrick ve henüz 17 yaşında. Aklında bu kareleri alıp götürebileceği, “İşinize yarar mı” diye sorabileceği iki adres var. Biri Life, diğeri Look. Kaldırımlara, sokaklara inanıyor Look iki haftada bir baskıya girip, flaş dosyalar yerine sokaktaki insanın derdine, onların ufak hayatlarına, beklentilerine, hayallerine odaklanırken, diğeri daha şatafatlı hayatlar peşinde. Hem de dergide onun boyunu ve yaşını aşan hiyerarşik bir düzen var, belki de kapısından içeri girse yüzüne bile bakmayacaklar. Look’un kapısından içeri giriyor. Lisede aldığı eğitime değil kaldırımlara, sokaklara inanıyor. Stanley Kubrick’in fotoğrafçılık serüveni, beş yıl koşa koşa gidip geleceği Look dergisindeki kariyeri böyle başlıyor. 1946 yılında liseden mezun olunca Look dergisinin fotoğraf editörü Helen O’Brian, “Gel bizde çırak olarak işe başla” dediğinde bu dergi için de acayip bir durum. Bu kadar genç bir adamla çalışmış değiller. Haftalık ücreti: 50 dolar. Stanley hemen kabul ediyor. Kubrick’in hikâyelerindeki detayların, hikayeyi dışardan değil de içerden anlatan biri olmasının altında yatan sır; New York’un ana caddelerinde, ara sokaklarında, zemin katlarındaki dövüş salonlarında, panayır yerlerinde, farelerin cirit attığı, evsizlerin ve sarhoşların ve âşıkların mesken edindiği metrolarında geçirdiği o beş senede saklı! 19451950 yılları arasında ona vermedikleri konu kalmıyor. Ne derlerse yapıyor. Bazen “Stanley git bize ayakkabı boyacısı çocukları çek getir” deniyor, bazen bir hayvanat bahçesi açılışı için görevlendiriliyor. Koşa koşa maymunlara bakmaya giden insanların dramını, kafesin öteki tarafına geçip, asıl maymunların insanlara nasıl baktığını çekmeyi akıl eden yine o. Çektiği fotoğrafların ışığı, kadrajı, kompozisyonu öyle nefis ki çektiklerine bir hikâye yazmaya gerek bile yok aslında. Bazen yaşlı ve çirkin, belki de ancak sirklerde iş bulup çocukları korkutarak hayatını kazanan emekçilerin, artık ne gülebilen ne güldürebilen palyaçoların, yaşlı fillerin arasında duruyor, bazen doktor sırası bekleyen sinirli ve huysuz insanlarla vakit geçiriyor. Bazen kamerasını ceketinin kenarına gizliyor, bazen yanaşıp fotoğraf çekmesi gerektiğini anlatıp izin istiyor. Tüm bunları bir kere bile imzası yayımlanmadan yapıyor. Ta ki 1947 yılında New York metrosunda hayat ve aşk konulu, altı sayfaya yayılan, 29 kareli dosyanın fotoğraflarını çekene kadar! O güne dek Stanley derginin görünmez gözü. Fotoğrafları Stanley çekip getiriyor, hikâyeyi başkası kaleme alıyor. İşini teslim edip, derginin koridorlarında sohbet ettiği gazetecilere, “Bir gün belgesel yönetmeni olmak istiyorum” diye anlatıyor. İleride ne kadar bü yük bir yönetmen olacağından, dünyanın en acayip filmlerini, 200: Space Odyssey’i, Shining’i, A Clockwork Orange’ı çekeceğinden habersiz. 16 dakikalık ilk film Kubrick’in artık hayatta ne yapmak istediğini bildiği yıl 1950. Yavaş yavaş dergideki kariyerinin sonuna yaklaşırken, adı rüşvet skandallarına karışan boksör Rocky Graziano’nun, bir başka boksör Walter Cartier’nin, besteci Leonard Bernstein’ın (West Side Story film müziğinin yaratıcısı), meşhur aktris Faye Emerson’un fotoğraflarını hep o çekiyor. 13 yaşında babasının ona hediye ettiği fotoğraf kamerası sayesinde öğrendiklerini artık sinemaya aktarmak, derginin koridorlarında sağa sola fısıldadığı hayalini gerçekleştirmek istiyor. Cebinde ne var ne yok harcayıp, kendi filmini finanse edeceği gün geliyor. Kısacık bir belgesel. Belgeselin konusu boksör Walter Cartier’nin bir tam günü. Cartier akşamına Bobby James’la ringe çıkacak, ringde kan gövdeyi götürecek. Day of the Fight adını verdiği belgeselinin süresi 16 dakika ve 1951 yılında ilk defa gösterime giriyor. Kubrick’in Look’a veda vakti geliyor. Çektiği binlerce kare fotoğrafı, on binlerce negatifi, yayımlanan yayımlanmayan onlarca işini dergiye emanet edip başka sulara açılacak. Mesele onu kimseler tanımazken o derginin kapısından içeri girmesi, bir an bile “Bu benim boyumu aşar” dememesi. O da çok iyi biliyor; hikâyenin en güzelini, yaşayanlar ve kafesin öteki tarafından bakmaya cesareti olanlar anlatıyor! Fotoğraf: Courtesy of the Museum of the City of New York / SK Film Archive, LLC 17 yaşındaki Stanley Kubrick’in fotoğrafçılık kariyeri, New York City Müzesi’nde sergileniyor. Başka Bir Açıdan: Stanley Kubrick Fotoğrafları adlı sergi, Kubrick’in ne kadar yetenekli ve güçlü bir hikâyeci olduğunun özeti. TUBA ŞATANA Kendime bir tabaklık yer Utanmıştım. Kolunun tersi ile “Ay bu masa örtüsünü bari değiştirselermiş!” dediğinde yanımdaki misafirim. Bulunduğumuz esnaf lokantasının en yoğun saatinin geride kaldığı dakikalarda, masanın üstündeki bir iki yağ lekesi hoşuna gitmemişti. Oysa kim bilir o masada bizden önce kaç kişi oturmuştu, o masada kaç karın doymuştu. O masaya oturanların kaçı benim misafirim gibi laflar etmişti. Hiçbiri. Beni tanıyan, yaşı hayli garsonlardan biri yanımdaki misafirin vücut dilinden memnuniyetsizliğini anlamış ki bir isteğiniz var mı dedi, yok dedim, teşekkürler, içimden “yok olmak istiyorum…” Sonra zaten hiç mutlu olmadı misafir, yemek çeşidi onun beğenisinin altındaydı, o öyleydi bu böyleydi. Oh olsundu bana, getirirsem böyle her elinden tuttuğumu böyle yoğun çalışan esnaf lokantalarına, olacağı buydu. Müdavimlerinin olduğu, sahibi olan babayı, oğlunu, aşçısını, garsonları tanımanın, yediğim yemeğin karnımı doyurmak dışında, orada olmanın ruhuma iyi geldiği bir esnaf lokantasıydı. Sürekli öğle yemeklerinde orada olabilmek için o civarlarda olmayı tercih ettiğim esnaf lokantalarından sadece biriydi. Yıllar yıllar önceydi bu, ben herkesin yemek ve emek algısını benimle aynı sanıyordum o sıralar. Sevdiğim mekânlara kimsenin yorum dahi yapmasını kaldıramadığımı keşfettiğim zamanlar… Kimsenin beklentisinin altında ezilmemeyi kendime öğrettiğim zamanlar. Bazen sevdiğim bir restoran, uzun bir öğle yemeği yanında bir kadeh şarap veya bir bira ile, bazen o kadar salaş bir kebapçı ki, bilen bilir orayı tarzı kendinizi kaybolmuş hissettiğiniz bir mahallede. Bazen ayaküstü bir büfede, ezmeli bir sandviç veya salçalı bir tost ile, bazen en sevdiğim Japon lokantasında bir kâse ramen ile, kâh masada kâh barda, tezgâhın ucunda veya mutfağa bakan bir yer varsa orada. Uzun süre gitmediysem neredesin diye hesap soran, ailemin sağlığını, işlerimin iyiliğini merak eden lokanta sahipleri, garsonlar, aşçılar, ustalar; onların dünyasına bir bakıp çıktığım bir öğle yemeklik zamana ne kadar da çok şey sığar aslında. Kalabalığı sessizleştirmek Yemek yeme fiilinin hayatımdaki yeri küçümsenecek gibi değil. Onunla kurduğum bağ, bazen kimseye anlatamadığım bir durum olup çıkıyor. Etrafımda ‘aman yemek işte’ diyen kimse olmamasına rağmen, gene de bazı şeyleri açıklamak istemiyor, tam tersi kendime saklamak istiyorum. Belki de kendimle kaldığım bu yegâne za manı yemek ile paylaşıyorum, bana çok iyi geliyor bu. Kalabalıktan kendimi soyutlayabildiğim yegâne zaman, insanlarla iç içe çalışınca bu da benim kaçışım oluyor. Bir es vermek. Kalabalığı sessizleştirmek. Asosyal veya yalnız olduğun anlamına gelmiyor ki, tercih yapmışsın kendinle zaman geçirmeye demek. Özgüven yüklemeleri yapılmış demek de değil. O zamanı kendine ayırıyorsun demek. Yemeğinle baş başa olmak istiyorsundur… Kafa dinlemek, kendini dinlemek, iki satır veya sayfalarca karalamak… Başkalarının hayatına dahil olmak veya olmamak, hatta istediğinle istediğin kadar sohbet etmek istiyorsundur. Yalnız yemek yiyenlerle ilgili olumsuz düşünceler ne kadarsa, bir o kadar da güzel düşünceler olduğu sonucu çıkmış araştırmalarda (evet, bu konuda bile araştırma var). “Yalnız görünüyor”, “Mutsuz görünüyor” yerine “Kendiyle vakit geçiriyor”, “Dinlenmek istemiş”, “Yemeğinden çok keyif alıyor” gibi, “Kafa dinliyor” gibi yorumlar ortaya çıkmış. En sevdiğim mekânlarda kendime güzel yemekler ısmarlayarak, keyfime bakarak aslında bir çeşit kişisel özgürlük hakkımı kullanıyorum, istediğimi, istediğim yerde, istediğim hızda yemek ve istediğim kadar keyif almak hakkını. Boş muhabbetlerde kaybolacağıma, yemeğimle dolu dolu baş başa kalmayı tercih ederek. C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle