Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
SAYFA 4 9 HAZİRAN 2018, CUMARTESİ Türk musikisinin Bach’ı: Tanburi Cemil Bey MAHİR ÜNSAL ERİŞ Müzikle –ya da adlı adınca söyleyeyim musiki ile ilgili herkesin tanıdığı, duyduğu bir isim var: Tanburi Cemil Bey. Bu çok doğal. Çünkü klasik Türk müziği ya da yanlış ve tatsız adlandırmasıyla Türk sanat müziği için Tanburi Cemil Bey, bu müziğin bugüne taşınmasında belki de en önemli isimdir. İddialı bir başlangıç olacak ama şöyle söyleyeyim: Batı müziği için Bach neyse, Klasik Türk Musikisi için de Cemil Bey odur. Çünkü tıpkı Bach’ın Batı müziğinde yaptığı gibi icrayı, kaydı ve sistemi belirleyen çok önemli müdahalelerde bulunmuş, müziğe “son halini” vermiştir. Tanburi Cemil Bey, 1873’te İstanbul’da doğar. Ömrünün büyük çoğunluğu II. Abdülhamid’in oldukça uzun süren saltanatı devrinde geçer. Babasının erken yaşta vefatının ardından önce amca, sonra da amcazadesinin yanında büyür, iyi de yetiştirilir. Bu sırada müziğe merak sarar. Birkaç memuriyette çalıştıktan sonra II. Meşrutiyet’in ilanıyla istifasını verip sadece müziğe adar kendini. Öldüğü güne kadar da hemen tek uğraşı bu olmuştur. Yalnız bir adam Onu hatırlayanlar, yaşadığı çağa tanıklık etmiş olanlar Cemil Bey’i “yalnız bir adam” olarak tanımlıyorlar. Bilinçli bir tercihin ürünü olan bu yalnızlığın ardında dünyayla bir türlü barışamama ve bugüne kalan birkaç fotoğrafından bildiğimiz o hüzünlü halinin yattığını kaydediyorlar. Çocukluğunda keman ve kanun dersleri alarak başlayan müzik hayatında daha sonra kanunu akort etmesi çok zahmetli olduğundan (tam 72 teli var çünkü), kemanı da Türk müziğinin seslerini taşıyamadığı için (fazla tiz bulmuş) terk eder ve kendine nam verecek olan tambura başlar Cemil Bey. Batı müziğine de, o yıllarda şehir için hakir sayılan halk müziğine de düşkündür. Sadece tamburla yetinmez. Lavta, ut, bağlama, klasik kemençe, çello hatta zurnaya kadar çok geniş bir yelpaze oluşturan enstrümanların her birini virtüözlük düzeyinde icra edecek kadar ileri gider. Çelloyu Türk müziğine katan da o olmuştur. Tamburu da mızrapla icrasının yanı sıra yay kullanarak çalmayı akıl etmiş, mızraplı tamburda çeşitli değişiklikler yaparak yaylı tamburun icadına sebep olmuştur. Zamanla ünü yayılır Tanburi Cemil Bey’in. Her ne kadar şöhreti pek umursamasa da bu durum ona yeni bir kapı açar: plaklar. Cemil Bey, 1905 yılında ilk taş plak kaydı yapan sanatçı olur. Bu hicaz bir türküdür ve yaklaşık on yıl sürecek, 130 eserin kaydıyla sonuçlanacak bir sürecin de başlangıcıdır. “Orfeon Rekord, Tanburi Cemil Bey tarafından,” anonsuyla başlayan eser kayıtları kısa sürede elden ele, haneden haneye dolaşır olur. Çok sayıda taksim kaydeder, saz eserleri icra eder, bu kayıtlarda tambur, ut, lavta, çello ve hayatının son dönemlerinde tutkuyla bağlanacağı hatta bir daha tambura dönmeyecek kadar çok seveceği klasik kemençeyi kendisi çalar. Tabiatın sesleri Cemil Bey, Batılı kıstaslarla düşünüldüğünde Türk müziğinin ilk virtüözüdür. Enstrümanlara olan hâkimiyetinin yanı sıra kendine has icra tavrıyla da günümüz Klasik Türk Müziği’nin tüm icra tavır ve metotlarının belirleyicisi olmuştur denebilir. Çünkü Cemil Bey’den önce kayıt yoktur. Dolayısıyla NeoKlasik sayılan Cemil Bey’in icrası bir referans noktasıdır. Günümüz tamburileri, kemençe icracıları halen üçüncü, dördüncü (hatta beş) kuşak talebeleri olarak onun yarattığı çalış tarzıyla eğitilirler demek yanlış olmaz. Tamburda mızrap tutuş tekniğinden kemençede yay çekme usullerine kadar hemen her yerde izleri vardır. Cemil Bey’i özel kılan yeteneklerinden bir diğeri de çaldığı enstrümanlarda insan sesine yaklaşma gayreti ve tabiatın, hayatın seslerini aktarma becerisidir. İnternetten kolaylıkla bulup dinlenebilecek “Yanık Ninni” adlı taksiminde mahallede çıkan yangını konuşan komşu kadınların birbirine sadece kemençenin sesiyle “Ayşe Hanım, Fatma Hanım huu!” diye seslenmeleri, yangını konuşmaları, yangın sirenlerinin sesleri buna en iyi örneklerden biridir. Enstrümanını konuşturmak diye buna denebilir sanırım. Klasik Türk Musikisi’nde yarattığı mucizeler, geride bıraktığı eserler, icra teknikleri ve yetiştirdiği talebelerin ardından Cemil Bey, henüz kırk üç yaşındayken, harbe gitmek üzere askere alınmak için çağrıldığı sağlık kontrolünde teşhis edilen veremine yenik düştü. Sadası hâlâ bu kubbede baki. ‘UmutsuzluğunBaskının, cehaletin ve kötümserliğin sonu yakın zamanı değil’ Yekta Kopan Yayında bazen celallendiğine bakmayın, her daim sakin ve güler yüzlü bir insan Ünsal Ünlü. Yaptığı işle ilgili büyük cümleler kurmayı, böbürlenmeyi sevmiyor. Gazetecilik yapmaktan başka arzusu, doğruları söylemekten başka bir iddiası yok çünkü. O zaman iddialı cümleyi ben kurayım ve “Ünsal Ünlü’nün yayınları okullarda ders olarak okutulması gereken, dünya gazetecilik tarihine geçecek yayınlar bence” diyorum. Abartma dercesine kafasını sallayıp, tatlı tatlı sakalını sıvazlıyor. Sohbet boyunca o kadar çok gülüyoruz ki, röportajı gülen surat emojileriyle baskıya vermeyi bile düşünüyorum. En iyisi mi siz kendiliğinizden yüzünüze bir gülücük oturtup öyle okuyun Ünsal’ın sözlerini. ? 2015’ten bu yana, her sabah “Patron kızar mı?” demeden karşımızdasın. Nasıl başladı bu iş? 1989’da TRT Haber Merkezi’nde başladığım habercilik kariyerimi 2013 yılı sonunda noktaladım. O ana kadar editörlükten spikerliğe, muhabirlikten Ankara Temsilciliği’ne kadar her kademede ve TRT, NTV, Habertürk gibi kurumlarda çalışmıştım. İş artık öyle bir yere gelmişti ki, artık bu düzenin bir parçası olmak utanç veriyordu. O dönemde seninle de yıllarca birlikte yaptığımız seslendirme yetişti yine imdadıma ama mutsuzdum ne yalan söyleyeyim. 1.5 yıl sürdü bu dönem. İşimi yapmak yani gazetecilik yapmak istiyordum. Tam bu sırada, 7 Haziran 2015 seçimleri için Ruşen Çakır yeni bir uygulamayla, yani Periscope’la ana akım medyada yer verilmeyen partilerin mitinglerini izleyip yayın yapıyordu. Sürekli olarak benim de yayıncılık tecrübemi kullanarak Periscope üzerinden yayınlara başlamamı söylüyordu. Sonunda ‘Tamam’ dedim Ruşen’e, yıllarca birçok TV’de yaptığım gibi bir sabah kuşağı programı formatı oluşturdum ve başladım. İlk yayını 37 kişi izledi ve yayın videosu baş aşağıydı. 79 ülkeden insan izliyor ? Ekran başındaki yalnızlık, sosyal medyanın tuhaflıkları, troller... Nasıl başa çıkıyorsun? Ekran başında yalnız değilim ki. Klasik bir yanıt gibi alma lütfen ama şu anda hafta içi her sabah 45 bin kişi birlikte yapıyoruz bu yayını. Kelimenin tam anlamıyla interaktif çünkü. Konuşulacak konuyu ben belirliyorum, evet ama yayın içindeki gidişatı birlikte yönlendiriyoruz. Çok basit bir örnek vereyim. Yayını Vietnam’dan Kolombiya’ya 79 ülkeden insan izliyor şu anda. Arjantin’de sokak gösterileri başladığında bir sabah “Aranızda şu anda Arjantin’de olan varsa bize ne olup bittiğini anlatsa ne güzel olur” dedim, beş dakika sonra bir mail geldi. O sırada iş için Arjantin’de olan bir izleyicim “Otelin önünde protesto vardı, bunları çektim” diyerek dört kare fotoğraf yollamıştı. Troller ise benim için gerçek bir motivasyon kaynağı. Çünkü, seninle neredeyse 30 yıllık dostluğumuz var, bilirsin inatçıyımdır. Kolay eğmem kafayı. Dolayısıyla troller yayına sardıkça ben de daha çok güçleniyorum. Hem de zavallılıklarıyla dalga geçiyorum, hep birlikte eğleniyoruz. ? Bugüne kadar yayınlarında başına gelen en garip şey neydi? Çok şey yaşadık bu 2.5 yılda ama sanırım en ilginci yayında kendi istediği sözleri duyamayanların taktığı kulplardı. Bunların en komiği ki hâlâ izleyicilerimle birlikte zaman zaman hatırlayıp gülerizbir izleyicinin yazdığı “Seni oraya kimin getirdiğini biliyoruz” mesajıydı. Yahu ‘orası’ dediğin benim çalışma odam be adam! Kim getirebilir beni? ‘Anaakım medyaya dönmem’ ? Hani olmaz ya, günün birinde “Sana kanalımızın kapılarını açtık, bırak bu yayını bize gel” deseler ne yaparsın? Geleneksel medyayı özlüyor musun, yoksa böyle devam mı? Geleneksel ya da ana akım medyadan ayrılma kararım kesin ve bilinçliydi. O nedenle bir daha dönmeyi de düşünmem. Burada duvarlara çarpa çarpa bir yol açtık, bundan geri adım atmak bana göre değil. İyiyim ben böyle. Bundan sonra sadece bu yayını nasıl daha iyi hale getirebileceğimi düşünüyorum. ? Tümüyle umutsuzluğa kapılıp “Bugün yayını açmayayım” dediğin oldu mu hiç? Hayır, inan bana hiç olmadı. Hatta 16 Nisan referandumundan sonra gece boyu troller ‘Yarın nereye kaçacaksın?’ diye saldırdı sosyal medyadan. Ben de sabah yayını yine 9’da açtım ve “Yaşanan katakulliyi hepimiz gördük. Kimse kafasını öne eğmesin. Yenilmedik” sözüyle başlayan bir program yaptım. 15 Temmuz darbe girişiminden sonra da millet kaçacak delik ararken tatilden yaptım yayını. Rüştü Asyalı’nın sözüdür: “Şu yaşıma kadar mutlu oldum, mutsuz oldum ama asla umutsuz olmadım.” der. Kulağıma küpedir. Umutsuzluk yok, asla… ? Sen bu işlere başladığında internet yayıncılığını hor görenler, bugün “Gelecek internette, ben de bir YouTube kanalı açacağım” demeye başladı. Ne düşünüyorsun bu sözleri duyunca? Hiç sorma orası çok komik işte. Nasıl söylendiğini bile bilmeden “Yutıbır mı oldun len?” diye dalga geçen bir sürü insan “Şunu bir öğretsene” diye geldi sonra. Çünkü sadece yayınları izleyenlerin çokluğundan değil aynı zamanda bu alanda döndüğünü duydukları paralardan da etkilenmişlerdi. Çıkıp şebeklik yaparsan on binlerce dolar kazanabiliyorsun, bu doğru ama senin aracılığınla söyleyeyim benim yaptığım türden yayınlarla o paranın yanına bile yaklaşamazsınız. Hatta “Muhalif” damgası yediğiniz için zorlanırsınız yaşamınızı kazanmakta. Ben üç yılın sonunda artık Youtube ve Patreon üzerinden bir miktar gelir elde edip bunu da vergilendiriyorum. Yani bu işe para için heveslenen varsa hiç tavsiye etmem. ? Bir de tahmin alalım. 24 Haziran sonrası tabloyu nasıl görüyorsun? Yayınlarda da anlatmaya çalışıyorum, bir defa korku eşiğinin geçilmiş olması çok önemli. Umutsuzluğun ve karamsarlığın zamanı değil. Bir değişim yaşıyoruz ülkede ve bu değişim; baskının, cehaletin ve kötümserliğin de sonunu getirecek, eminim. Nazım’ın dediği gibi “güzel günler göreceğiz” yani… Ünsal Ünlü her sabah saat tam 9’da “Patron kızar mı?” diye düşünmeden yayına çıkıyor. Gazetecilik yapmaktan başka arzusu, doğruları söylemekten başka bir iddiası yok. ‘Keskin ama abartısız mizah’ Ruşen Çakır: Periscope uygulaması ilk çıktığı zaman, herhangi bir yerde çalışmayan birçok meslektaşımı haberdar edip teşvik etmiştim. Fazla kişi itibar etmedi. İçlerinden ilk davranan Ünsal oldu ve kısa zamanda markalaştı. Kendisi Türkiye’de limon satmadan da onurlu gazetecilik yapılabileceğinin önde gelen örneklerinden oldu. Can Yılmaz: Ünsal Ünlü’nün yayınlarını niye takip ediyorum diye düşündüğümde benim için keskin ama abartısız mizahı ön plana çıkıyor. Elbette ahlaklı, dürüst ve belki en önemlisi “gazetecilik” yapmaktan vazgeçmeden, her sabah ısrarla “umudunuzu yitirmeyin” mesajı vermesine paha biçilmez ama, o ısrarla bu umudu bize bedava veriyor, sağ olsun. C MY B