23 Kasım 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

SAYFA 4 30 HAZİRAN 2018, CUMARTESİ Dans salgını, ekmek ve yoksulluk MAHİR ÜNSAL ERİŞ Karanlığıyla anmayı sevdiğimiz ortaçağın içinden eğlenceli, bir o kadar da tuhaf bir hikâye. O zamanlar Kutsal RomaCermen İmparatorluğu’nun sınırları içinde bulunan Alsas Eyaleti’nin Strazburg şehrinde bir kadın, 1518 yılının Temmuz ayında birdenbire, durup dururken, çılgınlar gibi dans etmeye başlar. Derken onu gören birkaç kişi ona katılır. Bu katılımlar büyüyerek hemen hemen dört yüz kişilik bir kalabalığı kapsar. Bu tuhaf dans salgını yaklaşık olarak bir ay sürer. Bir ay boyunca dört yüzü aşkın kişi durmak dinlenmek bilmeden kelimenin tam anlamıyla çıldırmışlar gibi dans ederler. Öldüren tedavi Elbette akla ilk gelen şey bu insanların iblisler, cinler, ifritler tarafından ele geçirildiği olur. Dönemin din adamları, benzerleri ortaçağ boyunca defalarca yaşanan bu salgın için daha önceleri de denenen tedavi yöntemini önerirler. Çözüm, madem Şeytan tarafından ele geçirilmiş olduklarından çılgın gibi dans ediyorlar o halde Şeytan’ı bedenlerinden atana kadar dans etmeleridir. Soylular hemen, üstü kapalı, Pazar yeri gibi bir alan tesis ederler bu delirmiş fakirler için. Hatta salgına kapılanlar, gönüllerince dans edebilsinler diye müzisyenler tutulur. Durmaksızın, nöbetleşe, müzik yapmaları istenir. Fakat bu tedavi metodu maalesef beklenen sonucu vermediği gibi tam tersine, bir felakete yol açar. Kimisi kalp krizi geçirerek, kimine inme inerek, bazısı dermansız kalarak, patır patır ölmeye başlarlar. Öyle ki, salgının en coşkun zamanında günde yaklaşık on beş kişinin öldüğüne dair kayıtlar var. Din adamlarının önerdiği tedavi yöntemiyle ilgili bahsetmem gereken iki şey var. Birincisi, az önce de dediğim gibi, benzer dans salgınlarının 13. yüzyılın başından beri Avrupa’nın çeşitli yerlerinde meydana geldiği ve çözümün genellikle bu şekilde sağlandığı. İkincisi ise tarih kayıtlarına tarantizm olarak geçen gelenek. Tarantizm adı, tahmin edeceğiniz üzere, tarantula örümceğinden geliyor. İtalya kökenli bu ortaçağ adeti, zamanla tüm (özellikle de Güney) Avrupa’ya yayılmış, sonraki çağlara kadar da etkisini sürdürmüş. Hatta İtalya’da son tarantizm vakasının 1956’da yaşandığına dair de bir bilgi var. Tarantizm denen şeyse şu. Birini tarantula ısırdığı zaman henüz ortada modern tıbbın önleyici ya da sağaltıcı imkânları bulunmadığı için o kişi, zehirlenmenin etkileri ortaya çıkar çıkmaz bu iş için bestelenmiş, 6/8 ritimli parçalarla çılgınlar gibi dans etmeye başlıyor. Bu dans, o kişinin iyileşmesi için hızla kitleselleşiyor. Çünkü biri ısırıldığını söylediğinde zaten psikolojik bir şekilde bu deneyim tüm gruba yayılıyor. Daha fazla insan ısırıldığını düşünüp dansa katılıyor. Yorgunluktan perişan olup bayılana kadar dans ediliyor. Hasta eğer ayılırsa iyileşmiş oluyor. Ayılamadıysa zaten Hakk’ın rahmetine el açmış oluyor çoktan. Gelelim Strazburg’daki dans salgınına. Bunun bir tarantizm vakası olmadığı düşünülüyor. Çünkü şuurunu kaybetmişçesine dans etmeye başlayan bir kadının ani teşebbüsüyle gelişiyor her şey. Kendisine katılan kalabalığı da ardına takıp sürüklüyor. Dört yüz kişiye ulaşan bir dans grubu. Şimdi düşününce, gözde canlandırınca komik geliyor. Ama nöbet geçirircesine dans eden dört yüz kişilik bir kalabalık aslında zombi filmlerini hatırlatacak biçimde ürkütücü. Tahıl ve toplumsal histeri Peki ama neden? Neden biri, durup dururken, hatırlatmak isterim ortada müzik bile yokken elektrik akımına kapılmış gibi dans etmeye başlamış ve on küsur otobüsü dolduracak kadar insan ona katılmış? Dahası, ölesiye, kelimenin tam anlamıyla ölümüne dans etmişler. Ortada bir acayiplik olduğu muhakkak. O acayipliği de tarihçiler bir mantara bağlıyorlar. Kimi mantarların, uyuşturucu, uyarıcı ya da halüsinojen etkisi olduğu biliniyor. Hatta bunlar ticari bir ürün olarak kimi ülkelerde yasal, kimilerinde el altından satılıyor bile. Açlık ve yokluktan kırılan ortaçağ yoksullarının “keyif verici” mantarlarla kafa tütsüleyip sokaklarda modern zaman festivallerini andırır şekilde dans etmeye kalkıştığını düşünmeyin lütfen. Bu mantarın kaynağı başka. “Ergot Fungi” denen bir mantar türü var. Türkçe adı çavdar mahmuzu (klaviseps de deniyor). Bu mantar yukarıda saydığım etkilerin tümüne sahip, üstelik de adından anlaşılacağı üzere tahıl türlerine (özellikle de çavdara) tutunarak yaşayan bir asalak mantar. Tahıldan ayıklanmadan una ve tahılla pişirilen yemeklere karışınca ağırlıklı olarak yoksulların diyetini oluşturan tahıl ve benzeri ürünlerle geniş kalabalıkları etkisi altına alıyor. Sadece yoksulların tükettiği şebeke suyuna uyuşturucu katmak gibi bir şey. Tahıl ağırlıklı tüketimin her çağda toplumsal histeriyi besleyen bir yanı var demek ki. Eninde sonundaGönül sınır dinlemez aşk kazanacak 25 Haziran’da başlayan 26. İstanbul LGBTİ+ Onur Haftası –yine engellenmezseyarınki Onur Yürüyüşü ile sona eriyor. Bu yılın teması ‘sınır’dı ve program zihnimizde, gönlümüzde, gündelik hayatımızda koyduğumuz sınırların etrafında dolaştı. İstanbul LGBTİ+ Onur Haftası Komitesi yaptığı açıklamada “Kimliklerimizin, yönelimlerimizin, varoluşlarımızın çeşitli bahanelerle sınırlandırılmasını kabul etmiyoruz” diyordu: “‘Dört duvar arasında ne yaparsanız yapın’ diyerek bizi kamusal alandan tecrit edenlere karşı, bizi sıkıştırdıkları alanlardan çıkarak bir araya geliyoruz. Her gün sokaklarda pervasızca var olmaya devam eden şiddete, işkenceye, tacize ve tecavüze ses çıkarmayanlara inat; sevmeye, hazza ve paylaşmaya konulan sınırları aşındırmanın ne denli önemli olduğunu biliyoruz”. Bugünün programında LGBTİ aktivizmi için önemi olan yerleri kapsayan Hafıza Yürüyüşü, Don Kişot Pedallıyor başlıklı bisiklet gezisi, feminist film gösterimi var. Onur Haftası’nda açılan ve sanatın çerçeveleri zorlayan gücünü taşıyan Sınır/sız sergisi ise 8 Temmuz’a dek Kıraathane İstanbul Edebiyat Evi’nde devam ediyor. 2015’ten beri engellenmeye çalışılan Onur Yürüyüşü’nün arifesinde, Onur Haftası kapsamında açılan Sınır/sız sergisinden bir seçkiyi sayfalarımıza taşıdık. Makism İlhan Sayın Gökkuşağının Jaleh Nezzamdoust altında sinema var Carol Danimarkalı Kız GÜLİZ ATSIZ NOYAN Onur Haftası programı dahilinde Feminista ve Out & About: 3 Ülke, 3 Aile, Aynı Açmaz filmlerinin ve Wonders Wander adlı mini dizinin gösterimleri de vardı. Ben de ilk izlediğim LGBTİ+ filmlerini hatırlamaya çalıştım. Philadelphia (Demme, 1993), HBO’nun mini dizisi Angels in America (Kushner, 2003), Cahil Periler (Özpetek, 2001), Brokeback Dağı (Lee, 2006) ve Cani (Jenkins, 2003) üniversiteye girinceye kadar izlediğim ama çok da “LGBTİ+ filmi” farkındalığıyla izlemediğim filmler. Giderek daha görünür oldu Liseyi bitirip üniversiteye başlarken takip etmeye başladığım !f Film Festivali’nin Gökkuşağı seçkisinde, Filmmor Kadın Filmleri Festivali’nde, İstanbul Film Festivali’nde ve Filmekimi’nde hem eski hem yeni bir sürü LGBTİ+ filmle tanıştım. Üniversite yılları aynı zamanda Toplumsal Cinsiyet Çalışmaları denen alanla da tanıştığım dönemdi. Henüz çok yaygın değildi ama Boğaziçi, Bilgi ve Saban cı gibi birkaç üniversitede bu alanda çalışma yapan hocalar ve öğrenci grupları vardı. Kampustaki film gösterimleri ve film dersleri, önemli LGBTİ+ filmleri kaynağıydı. Mutlu Beraberlik (KarWai, 1997), Aşk İçin Cihad (Sharma, 2008), Petra von Kant’ın Acı Gözyaşları (Fassbinder, 1972), Butterfly Kiss (Winterbottom, 1995), Erkekler Ağlamaz (Peirce, 1999), Dönersen Islık Çal (Oğuz, 1992), Ruhuma Asla (Ataman, 2001) gibi kurmaca filmlerin yanı sıra Yürüyoruz (AtasayYakar, 2006) ve Benim Çocuğum (Candan, 2013) gibi belgeselleri de buralarda keşfettim. Ve de ancak geriye dönüp notlarıma baktığım zaman hatırlayabildiğim, geniş izleyici kitlelerine ulaşmamış bağımsız bir sürü filmle… LGBTİ+ karakterler sinema ve televizyonda giderek daha yaygın ve daha görünür hale geldiyse de ‘kuir’ okumaya açık filmlerin ana akımın içerisinde de yer edinebilmesi biraz daha uzun sürdü. Şimdi geriye dönüp bakınca ise son birkaç senenin büyük ödül törenlerinde ve vizyonda genişorta ölçekli dağıtım şansı bulan o kadar çok film geliyor ki aklıma! Sınırsızlar Kulübü (Vallée, 2013), Danimarkalı Kız (Hooper, 2015), Carol (Haynes, 2015), Muhteşem Kadın (Lelio, 2017), Beni Adınla Çağır (Guadagnino, 2017) ve tabii ki Ay Işığı (Jenkins, 2016) Oscar’lananlardan bazıları. İki Kadın Bir Erkek (Cholodenko, 2010), Mavi En Sıcak Renktir (Kechice, 2013), Laurence Anyways (Dolan, 2012), Tek Başına Bir Adam (Ford, 2009) ve Kalp Atışı Dakikada 120 (Campillo, 2017) ise festivallerde ve ödül sezonlarında ismini çok duyduğumuz filmlerden bazıları. Yedek kulübesindekiler Bütün bu filmler ortalığı kasıp kavururken, Tanrının Unuttuğu Yer (Lee, 2017), Beach Rats (Hittman, 2017), İtaatsizlik (Lelio, 2017) ve Sazlıkta Bir An (Makela, 2017) gibi yedek kulübesinde kalan, hak ettiği ilgiyi görmediğini düşündüğüm filmler de yok değil. Bu furyada belki de en çok umutlandığım şey ise belki büyük ödüllerde, önemli festivallerde çok ön plana çıkmayacak ama vizyonda hatırı sayılır rakamlara ulaşabilecek dağıtım gücüne sahip gençlik filmleri. Love, Simon (Berlanti, 2018) bunlardan en iddialı ve şu aralar en popüler olanı. Filmden çıkan pek çok genç LGBTİ+ bireyin, kimliğini açıklama cesareti bulduğuna ilişkin hikâyeler internette dolaşıyor. Erkek Fatma (Sciamma, 2011) ve 3 Nesil (Dellal, 2015) sonrasında benzer hikâyeler duymamıştım ama Cameron Post’a Ters Terapi (Akhavan, 2018) ve Cumartesi Grubu (Cardasis, 2017) de benzer cesaret dalgaları yaratabilir gibi duruyor. Malum, Hollywood üzerinde bir süredir, ciddi bir sosyal değişim baskısı var. Time’s Up hareketi ve eşit ücret tartışmaları son birkaç senede iyice güçlendi. Akademi ödüllerinin “beyaz muhafazakârlığı” da en çok eleştirilen konulardan biri. Bunların önüne geçmek için Akademi daha çok yeni üyeyi bünyesine katarak, kadınların ve gençlerin sayısını artırıyor, etnik kimlikleri çeşitlendiriyor. Filmler mi bu değişimleri hızlandırıyor, bu değişim mi daha çok film yapılmasını sağlıyor kestirmek zor. Ne olursa olsun bu tavuk ve yumurta döngüsünün politik farkındalığının arttığını söyleyebiliriz. Bu yeni dalganın sesinin festivaller ve hatta başka kültürel alanlarda da yankılanacağını ve bu yankının giderek büyüyeceğini tahmin etmek de güç değil. 30 HAZİRAN 2018 SAYI: 9 İmtiyaz Sahibi: CUMHURİYET VAKFI adına Orhan Erİnç İcra Kurulu Başkanı Akın Atalay Genel Yayın Yönetmeni MURAT SABUNCU Yazıişleri Müdürü BÜLENT ÖZDOĞAN Yazıişleri Müdürü (Sorumlu) Faruk Eren Yayın Yönetmeni ZEYNEP MİRAÇ TANER Görsel Yönetmen Ulaş ERYAVUz Yayın Koordinatörü ÖZGÜR ÖZKÜ Sayfa Uygulama EMİNE BİLGET Reklam Direktörü Deniz Tufan Rezervasyon ve Planlama Koordinatörü Bülent Gürel Yayımlayan ve Yönetim Yeri: Yenigün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık AŞ. Prof. Nurettin Mazhar Öktel Sk. No: 2 34381 Şişli/İstanbul Tel: (0212) 343 72 74 (20 hat) Faks: (0212) 343 72 64 eposta: posta@cumhuriyet.com.tr Reklam Yönetimi: Yenigün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık AŞ. Prof. Nurettin Mazhar Öktel Sk. No: 2 34381 Şişli/İstanbul Tel: (0212) 343 72 74 (20 hat) Faks: (0212) 251 98 68 eposta: reklam@cumhuriyet.com.tr Yaygın süreli yayın. Cumhuriyet Gazetesi’nin ücretsiz ekidir. Baskı: DPC Doğan Medya Tesisleri Hoşdere Yolu 34850 Esenyurt/İstanbul Dağıtım: Demirören Dağıtım Satış Pazarlama Matbaacılık Ödeme Aracılık ve Tahsilat Sistemleri AŞ Esenyurt/İstanbul C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle