Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
30 HAZİRAN 2018, CUMARTESİ SAYFA 3 ‘Biri çabalarkenİngiliz grup, konserine politik tavrını da yansıttı diğeri rahatına bakar’ ARTEM İS GÜNEBAKANLI Trompetçi Christian Scott, geçen yıl yaptığım röportajda “Müziğin odak noktası toplumu iyileştirmekse bunu yapabilir. Müziğin odak noktası toplumu yok etmekse, bunu da yapabilir. Bu yüzden besin değeri olmayan müzik bu kadar tehlikeli” diyordu. Türkiye’de her toplumsal olayda konserlerin iptal edilmesi, muhalif görüşlü müzisyenlere “Sen siyasete karışma” denirken iktidara yakın isimlerin göz önünde tutulması, müzikte ifade yerine eğlencenin vurgulanması boşuna değil. Kuralları kim koyuyor? 80’lerin sonunda Bristol’da kurulan Massive Attack, politik tavrını yansıtan sahne tasarımıyla konserlerini sadece ses anlamında değil fikir anlamında da yoğun bir deneyime dönüştürüyor. Müziği canlı çalmanın gücünü sonuna kadar kullanıyor. Bu yüzden onları izlemek hep heyecan verici. 25 Haziran gecesi Zorlu PSM’de gerçekleşen konser, zamanlamasıyla orada olanlar için unutulmazlar arasına girdi şüphesiz. Açılış şarkısı olarak seçilen Hymn of the Big Wheel, grubun tüm albümlerinde yer alan Jamaikalı şarkıcı Horace Andy’nin güçlü sesinden dinlediğimiz sözleriyle büyük çarkın kurallarını önümüze seriyor: “Biri çabalarken diğeri rahatına bakar.” Bu kuralları kim koyuyor? Neyin doğru olduğuna nasıl karar veriyoruz? Kararlarımızın ne kadarını kendi irademizle alıyoruz, ne kadarı rıza üretiminin ürünü? Kötü şeyler hep başkalarının mı başına gelir? Konser boyunca grubun arkasındaki dev ekranda gördüklerimiz bu soruları sorduruyor. İnsanlık krizi içindeki ülkelerin bayrakları, büyük petrol şirketlerinin logolarıyla iç içe geçiyor. Sefer tarifeleri “sınırlar kapalı” uyarılarına dönüşüyor. Dünya gündeminden siyasi başlıklar, hiçbir önemi ve anlamı olmayan magazin haberleriyle karışıyor. Aralarında Nazi Partisi liderlerinin de bulunduğu kişilerin, kitleleri istenen yönde manipüle etmenin püf noktalarına ilişkin açıklamaları korkutucu derecede tanıdık geliyor. Sahip oldukları tek şey olan hayatlarını uyduruk bir şişme bota yükleyip denize açılmak zorunda kalan mültecilerin fotoğraflarını “beğen”, “paylaş”, “katıl”, “izin ver” komutları takip ediyor. Massive Attack, tüketici bir kendini beğenme ve beklentilere göre yeniden biçimlendirme döngüsü içinde uyuşmuş olduğumuzu vurgularken, tıpkı konserlerde müziğin etrafında bir araya gelip hayatımızda iz bırakan şarkıları bir ağızdan söyleyişimiz gibi, inandığımız değerler için bir araya gelip mücadelemizi bir ağızdan seslendirebileceğimizi hatırlatıyor. Hayatımızın soundtrack’i Grubun 20 yıllık kariyerinde yayımladığı beş albümün de ziyaret edildiği gecenin açılışını Nijerya asıllı Londralı müzisyen Azekel ve İskoçyalı üçlü Young Fathers yaptı. İkisi de Massive Attack’in 2016 tarihli EP’si Ritual Spirit’te işbirliği yaptığı isimler. Ritual Spirit’te Azekel, Voodoo In My Blood’da Young Fathers konuk oldu sahneye. Safe From Harm ve Unfinished Sympathy ise Deborah Miller’ın sesiyle hayat buldu. United Snakes, Girl I Love You, Future Proof, Angel ve Inertia Creeps, Massive Attack’in her albümüyle hayatımızın soundtrack’ine yeni şarkılar eklediğini hatırlattı. Biletleri tükenen konser sona erdiğinde sadece iyi bir performans izlemiş olmanın değil, dünyaya ve kendimize dair algımızı sorgulamanın verdiği hislerle karıştık İstanbul gecesine. Massive Attack, İstanbul konserinde inandığımız değerler için bir araya gelip mücadelemizi bir ağızdan seslendirebileceğimizi hatırlattı. Hakkımız, zaferimiz ve çaresizliğimiz Söz uçar selfie kalır ALİ TUFAN KOÇ Siz bu cümleyi okumayı bitirene kadar, Instagram’a yaklaşık üç bin selfie yüklendi. Dünyada saniye başına Instagram’a yüklenen selfie karesi ortalama 1250, yüklenen her beş karenin üçü bir ‘selfie’. Bir başka deyişle: İnsanoğlu, her beş durumdan üçünde etrafında gördüğü herhangi bir kareyi değil kendi gül yüzünü paylaşmayı tercih ediyor evrenle. Milenyum jenerasyonuna ait bir ferdin, ortalama ömrü boyunca toplam 250 bin selfie çekeceği istatistiksel olarak kanıtlanmış bir gerçek. Gönül almaların, gönül koymaların, jest yapmaların, düşman çatlatmanın, dost parlatmanın, göz kırpmaların sosyal norm olarak tek bir karşılığı var: Selfie. Hem taşkınlığımız hem ayıbımız. Hakkımız, zaferimiz ve çaresizliğimiz. Şükür artık kendine ait müzesi de var. Selfie’nizi nasıl çekersiniz? Girişinde pembe bir kapı ve duvara etiketle yapıştırılmış ‘selfie levhaları’ karşılıyor sizi önce. İçerisi bir müzeden çok ‘selfie oyun salonunu’ andırıyor. Ekibin gözünde son derece şüpheli bir ziyaretçiyim. Bir: Girişte pasifagresif bir zarafetle teklif edilen selfie çubuğunu kibarca reddediyorum. (“Emin misiniz? Selfie’leriniz daha görkemli çıkabilir”) İki: Instagram kullanıcısı değilim, şahsi hesabım yok. (“Çektiğiniz selfie’leri nereden paylaşıyorsunuz?”) Üç: Telefonumda yaklaşık üç bin küsur fotoğraf bulunan albüm kısmında, tek bir selfie karesi yok. “Selfie’nizi nasıl çekersiniz” sorusunu “Çekmiyorum” diyerek yanıtlıyorum. (Görevli: “Tövbe de. Çekmiyorum ne demek?”) Girişte ortası delik iki pano yan yana, birinin tepesinde “Love” (Aşk), diğerinde “Hate” (Nefret) yazılı. Tura başlamadan önce elinize bir misket verilip ‘selfie’ hakkındaki hislerinize göre bir seçim yaparak misketi uygun gördüğünüz deliklerden birine atmanız isteniyor. “Nefret biraz ağır bir kelime değil mi?” soruma karşılık “Yapılan araştırmalara göre insanlar selfie’yi ya çok seviyor ya nefret ediyor” cevabını alıyorum. Müzenin yaratıcılarının özgeçmişinde ‘sanat’ değil ‘oyun’ var. Daha önce farklı interaktif oyun odaları tasarlamışlar. Tommy Honto’ya göre selfie kesinlikle fotoğraftan öte ve ayrı, başlı başı na bir ‘sanat dalı’: “Sanat, her seferinde anlaşılması zor ve ‘üst perde’den bir tavra sahip olmamalı. Hiç anlam içermeyen, kafa yormayan, interaktif ve eğlenceli ‘eserler’ neden ‘sanattan’ sayılmasın? Diğer müzelerin aksine burada ‘özgürlük’ var. İçerideki tüm sanat eserlerine dokunabilir, kullanabilirsiniz.” İşte özgürlük, işte sanat Doğru. Selfie, bir tür ifade özgürlüğü. Dudağını büz, dilini çıkar, gözünü kırp, üzerine istediğin filtreyi geçir. İşte özgürlük, işte sanat. Giriş 25 dolar. Hafta içi bir gün ve öğleden son ra saatleri olmasına rağmen yaklaşık 5060 kişi var. İçerisi bir tür selfie harikalar diyarı. Alice de sensin, beyaz tavşan da. Fotoğrafını çekmeye, karşısına geçip uzun uzun incelemeye dair tek bir ‘sanat eseri’ var: O da sensin. Müzedeki geri kalan her şey, bir tür ‘dekor’. Önce, ufak bir ‘sanat tarihi’nde yolculuk. Selfie’nin 40 bin yıllık tarihi, biraz da kırk yıllık hatır kontenjanından. Lise kırtasiyesi kalitesinde, dönem ödevi projesi tadında, renkli kalın kartonların üzerinde yapıştırılmış Google imajlarıyla beraber zamanda sanatsal bir yolculuğa çıkıyoruz. Mona Lisa’dan Van Gogh’a yok yok. Müze, selfie severler için bir tür fantezi odası. Her türlü selfie fantezisini doyasıya, kana kana yaşamak/ yaşatmak adına tasarlanmış köşeler, odalar… Bir ‘enstalasyon’ olarak selfie çubuklarından yapılmış ‘Game of Trones’ tahtı bile mevcut. Yani işin biraz gırgırında. “Sanat neden her seferinde anlaşılmaz ve erişilmez olsun ki” diyor Honto. İçi plastik ve külçe altınla dolu beyaz bir küvet içinde ‘Jennifer Lopez kalçası’ pozu veren 8 yaşlarında melez bir kıza denk geliyorum. Selfie çekmekten kolu ağrımış, telefonu artık annesine uzatmak istiyor. İlle de ‘ucu sanata dokunsun’ diyorsanız, Van Gogh kılığına girip meşhur odasında, hatta yatağında ‘Van Gogh’ selfie’si verebiliyorsunuz misal. ‘Dünyanın en uzun selfie çubuğu’ da ilk kez burada görücüye çıkıyor. Çıkışa yakın kurulmuş, birkaç tezgâhtan oluşan müzenin dükkân köşesinde satılan tek kitabın tamamı Kim Kardashian selfie’lerinden oluşan 2015 tarihli Selfish olması da pek şaşırtmıyor. Sonunda bu da oldu, dünyanın ilk ‘selfie müzesi’, Hollywood’un doğduğu topraklarda, narsisizmin anavatanında, Los Angeles’ta açıldı. Müze yakında tüm dünyayı gezmeye başlayacak. Tarihe Los Angeles’ta, yerinde tanıklık ettik. C MY B