23 Kasım 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

2 HAZİRAN 2018, CUMARTESİ SAYFA 3 Venedik’te mimariYarının mimarisi hikâyelerin peşinde koşacak bir meydan okuma Yekta Kopan 16. Uluslararası Venedik Mimarlık Bienali’nin açılışı için Venedik’teyiz. Şehir çok kalabalık, Çinli turistler ağırlıkta. Bu kalabalıkta San Marco Bazilikası’nı fona alan bir selfie çekmek neredeyse olanaksız. Yine de köprü korkuluklarına yaslanıp Büyük Kanal’ın bir kolunu seyretmek, daracık sokaklarda kaybolmak, İtalyan mimarisinin büyüleyici örneklerini görmek ve nefis lezzetlere ulaşmak için Venedik kaçırılmayacak rota. Bir de hava bu kadar sıcak ve nemli olmasa... Sıcak susatıyor, su bile el yakıyor. Bir şişe küçük suyun fiyatı 1.5 Avro. Türk lirası kuruyla çarpıp bütçe yapmaya çalışınca, saatler içinde ekonomiye yenik düşüyor insan. Sabah 8.20 liraya içtiğiniz su, akşam olmadan 8.23 lira oluyor. Bienal ile başlayan bir iş İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın koordinasyonunu yürüttüğü Türkiye Pavyonu’nda bu yıl Vardiya başlıklı proje yer alıyor. Projenin küratör ekibiyle buluşmamız çok zihin açıcı geçiyor. Küratör Kerem Piker ve yardımcı küratörler Cansu Cürgen, Yelta Köm, Nizam Onur Sönmez, Yağız Söylev, Erdem Tüzün bütün soruları cevaplamakla kalmıyor, zekâ dolu esprileriyle ortamı neşelendiriyorlar. Vardiya, sonuca değil sürece odaklanmış bir proje. Bienal süresince, 16 ülkeden 122 mimarlık öğrencisi, haftalık 10’ar kişilik vardiyalarla Venedik’e gelerek, farklı temalar etrafında atölye çalışmaları geliştirecek ve film, enstalasyon, maket, fanzin, üç boyutlu baskı gibi pek çok farklı formatta özel içerikler üretecek. Yani Vardiya, diğer ülke pavyonlarında olduğu gibi “bitmiş” bir iş sunmaktansa, bienalin sona ermesiyle tamamlanacak  bir “düşünce” sunuyor. İşte tam da bu nedenle Vardiya, bir “meydan okuma” projesi. Yeniliğini hesaplaşma ve sorgulama cesaretinden alıyor. Teoriyle pratiği, buluşmaya ve birlikte yeni cümleler kurmaya davet ediyor. ABD, Japonya, Hollanda, İtalya gibi ülkelerin pavyonlarından da etkilenmemek mümkün değil. Buralarda da zihin açıcı işler var. Ama yine de Vardiya’yı düşündükçe, “bitmiş” işleri izlemektense, bütün aktörlerin karar mekanizmasına dahil ol Fotoğraf: Emre Dörter / Studio Rino duğu bir yaşam düşlemek iyi geliyor insana. En basitinden meydanların betonla kaplanmadığı bir dünyanın hayali var orada... 16. Uluslararası Venedik Mimarlık Bienali ile ilgili geniş bir yazı dizisini, Cumhuriyet Kültür Sanat sayfalarında Emrah Kolukısa kaleme aldı. Ben de Cumhuriyet Cumartesi için bienalden bana kalan cümleleri ve tavsiyeleri paylaşmak isterim. n İyi bir tartışma ortamı yaratmak, beraberinde bazı riskler getirebilir. Geleceği o risklerden korkmayanlar belirleyecektir. n Yenilemekle, yeni malzemeyle “kaplayarak” pırıl pırıl göstermek arasında büyük fark vardır. Biri zamana yenik düşmeyi engeller, diğeri sadece ruhsuzlaştırır. n Akıllı ev satmaya çalışmakla, bir yaşam alanına akıl kazandırmaya çalışmak arasında büyük fark vardır. Biri üretemediği teknolojinin kölesi olmak, diğeri yarını hayal etmek demektir. n Siyasi sınırlar sertleştikçe kültürel sınırlar esneyecektir. Birileri ne derse desin, birlikte yaşamaya devam edeceğiz. n Hayatında örneğin İlhan Berk şiiri okumamış birinin, Pera’ya ruh üflemesini beklemek akla ziyandır. Şiir okumayan mimar binalar yapar. Şiir okuyan mimar ise bir yaşam alanı kurar. n Yarının mimarı doğayı içine alan ve doğanın içinde olan binaların hayalini kurar. Doğayı sadece malzeme hammaddesi olarak gören zihniyet ise vazodaki çiçek gibi solar. n Yarının mimarisi, formların değil, formların ardındaki hikâyelerin peşinde koşacaktır. Bitmiş işleri izlemektense bütün aktörlerin karar mekanizmasına dahil olduğu bir yaşam düşlemek iyi geliyor insana. En basitinden meydanların betonla kaplanmadığı bir dünyanın hayali var orada... Gezmenizi tavsiye edeceğim ülke pavyonları ? Hollanda ? Amerika Birleşik Devletleri ? Fransa ? Japonya ? Lüksemburg ? İspanya ? Arjantin ? İtalya ? Slovenya ? Finlandiya/Norveç/İsveç Kaybetmeyi ve korkuyu unuttuysan Yenilmeye mahkumsun! GÜLİZ ATSIZ NOYAN Roland Garros Tenis Turnuvası devam ederken kazanmakaybetme dengesini iki tenisçi üzerinden anlatan “Borg vs McEnroe” vizyona girmeye hazırlanıyor. Film iki tenisçinin 1980’deki çekişmeli Wimbledon finaline odaklanıyor. Bazı filmler beni türleri üzerinde düşünmeye zorluyor. Kendimi dev gibi rafları olan bir DVD satıcısıymışım gibi hayal ediyorum ve bu filmi hangi bölüme koyardım diye bakınıyorum. Bölüm isimleri akademik de olabilir, ticari de, uyduruk da. Filmlerin dijital kopyalarını değil de, DVD’lerini dizdiğim için her filme bir kategori seçmek zorundayım. “Borg vs McEnroe” da böyle takılan filmlerden biri oldu. “Biyografik film” çok geniş, “tenis filmi” çok indirgemeci derken, en sevdiğim türlerden biri olan “underdog filmleri” kategorisine yerleştirip rahatladım. Türkçeye mazlum diye çevrilmesi denenmiş ama bence henüz tam karşılığını bulamamış bir kavram. Kendini kanıtlama ihtiyacı Genellikle bir underdog karşısında kazanacağından çok emin olan, gücü elinde tutan bir rakip olur. Hatta belki biraz kibirli ve vicdansız da olabilir. Artık yönetmenin kontrastı ne kadar abartmak istediğine bağlı. Bizim ezik kahramanımız kendisinden şüphe etse de bizim ona güvenimiz hep tam olduğundan, rakibine de her daim “Sen görürsün” diyerek diş gıcırdatırız. Bu rakip hakkında çok şey bilmeyiz. O kazanmaya alışmıştır, rakibi küçümsemektedir, bir dağın zirvesinde her şeyin sahibi gibi davranmaktadır. Korkuyu, kaybetmeyi ve kazanmaya olan açlığını unutmuştur, bu yüzden kaybetmeye mahkumdur. Kendini kanıtlama ihtiyacı ölüm kalım meselesi olmaktan çıkınca, mazlumluk da bitiyor. “Borg vs McEnroe”, bu kategorinin ilginç filmlerinden biri çünkü biraz kural bozan bir film. Björn Borg, dört kez üst üste Wimbledon şampiyonu olmuş ve beşinci şampiyonluk için korta çıkıyor. John McEnroe ise ilk kez Wimbledon’da. Kamuoyu Borg’a hayran, McEnroe’yu ise sürekli yuhalıyor ve onu Borg üzerinden tanımlamaya çalışıyor. McEnroe’nun babası tarafından başarı odaklı ve büyük baskılarla yetiştirilmiş olduğunu da görüyoruz. Adam tam bir underdog kısacası. Buna rağmen final maçı sırasında üst üste berabere biten setler ve kaçan maç sayıları sırasında Borg’un artık maçı da şampiyonluğu da alma sı için saçımı başımı yolmamın ise tek bir açıklaması var, Borg da en az McEnroe kadar “kaybedenler kulübü” üyesi. Film, Borg’un çocukluğuna daha çok zaman ayırarak, hisleri olmayan buzdan bir dağ gibi tanınan bu adamın korkularını, öfkelerini ve endişelerini bize göstererek onu daha iyi anlamamızı sağlıyor. Borg’da kazananlarda görmeye alıştığımız o kendinden emin ve alaycı tavırdan eser yok. Kazanacağına güvenen nişanlısına bile parlayıveriyor. Kendisi bu kadar şüphe içindeyken, dışarıdan bakan birisinin emin olması, altında zaten kıvrandığı baskıların daha da ağırlaşmasına neden oluyor. Yönetmenin tarafı Buradan sonra filmin sonunu biraz ifşa edeceğim ama hikâye gerçek olduğundan zaten biliyor da olabilirsiniz. Neticede bu iki kaybedenli hikâyede, Borg beşinci kez şampiyon oluyor. Film bittikten sonra çıkan yazılardan öğrendiğimize göre bir sonraki sene (1981) yine aynı ikili karşı karşıya gelmiş ve bu kez McEnroe şampiyonluğu almış. Bizi çaktırmadan Borg’la yakınlaştıran yönetmen, 1981’deki değil de 1980’deki hikâyeyi seçerek zaten baştan tarafını belli etmiş anlaşılan. Filmin en beğendiğim anı, turnuva bittikten sonra havaalanında karşılaştıkları sahneydi. Biraz tutuk ve sıradan başlayan konuşmalarının devamını duymuyoruz. Uzaktan izliyoruz ikisini ve “Birbirlerini ancak onlar anlarlar, ne de olsa ikisi aynı hamurdan yoğrulmuş” gibi bir hisle çıkıyoruz filmden. Janus Metz Pedersen’in yönettiği “Borg vs McEnroe”nun başrollerinde Shia LaBeouf, Sverrir Gudnason ve Stellan Skarsgård var. C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle